ULUSLARARASI İLİŞKİLERİNDE TÜRKİYE’NİN BAŞI BELADA GİBİ…

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

I. Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha önce birçok kez, Fırat Kalkanı Operasyonu’nun amacının Türkiye için bir güvenli bölge oluşturma olduğunu ve El Bab’ın alınması ile bu bölgenin tamamlanmış olacağını açıklamıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu konunun o görüşmede ele alınıp alınmadığı bizce bilinmemekle beraber, Başkan Trump ile yaptığı telefon görüşmesi sonrasında, El Bab’tan sonra Menbiç’e ve Rakka’ya yönelineceğini açıklamıştır. Gerek bu açıklama, gerekse söz konusu telefon görüşmesinin hemen öncesindeki ve sonrasındaki bazı gelişmeler, bize, dikkat çekici gelmiştir. Taraflar arasında bu tür olayların meydana gelmesini önlemeye yönelik bir anlaşma olmasına rağmen Rus savaş uçakları, Fırat Kalkanı Operasyonu kapsamında Suriye’de bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarını vurmuştur. Beklenmedik bir şekilde, İngiltere Genelkurmay Başkanı Orgeneral Stuart William Peach ile CIA’nin yeni başkanı Mike Pompeo Türkiye’yi ziyaret etmişlerdir. Bu bağlamda, Başkan Trump’ın Suriye’de güvenli bölgeler oluşturulabileceği yönündeki açıklaması akla gelmiştir.

Aradan geçen süre içerisinde, ilk bakışta Türkiye ile bağlantısı yok gibi görünen ancak, dolaylı olarak Türkiye’yi etkileme ya da Türkiye ile ilgili olma potansiyeli yüksek başka gelişmeler de olmuştur. Ve önümüzdeki dönemde bunlara yenilerinin eklenmesi kuvvetle muhtemel görülmektedir.

Bu gelişmelerden bize göre en önemlisi, Trump’ın Başkan olması ile birlikte doğan ve ABD’nin Rusya’ya yönelik yaptırımları yumuşatması (kademeli olarak kaldırması) yönünde olan beklentinin, bugün itibarıyla, boşa çıkacak gibi gözükmesidir. Rusya’ya müzahir bir yaklaşım içinde olduğu algısına yol açan, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı, emekli korgeneral Michael T. Flynn, bu görevinden istifa etmiştir. Beyaz Saray’ın, Rusya’nın Kırım’ı Ukrayna’ya geri vermesi beklediği açıklanmıştır. ABD’den, Rusya’nın, mevcut ve yürürlükte olan anlaşmaya aykırı olarak, nükleer başlık taşıyabilen orta menzilli füze denemeleri yaptığı ve bu füzeleri konu edinen yeni konuşlandırmalara gittiği açıklaması gelmiştir. Rusya’nın Ukrayna konusunda “savaş durumuna” geçtiği ileri sürülmüştür. Rusya Dışişleri Bakanlığından, hem PKK ile YPG’nin terör örgütü olmadığı, hem de Suriye konusundaki masaya Kürtlerin de dâhil edilmesi gerektiği açıklamaları gelmiştir. Ayrıca, Moskova’da bir Kürt Konferansı düzenlenmiştir. Suriye konusunda, Esad rejimi, klor gazı kullanmakla suçlanmıştır. BM Suriye Acil Yardım Koordinatörü, Suriye için, insani felaket endişesini dile getirmiştir. Uluslararası Af Örgütü de, Suriye cezaevlerindeki sistematik işkenceyi ve sözde yargılamalar üzerinden yapılan infazları konu edinen, Esad rejimini hedef alan ağır ve suçlayıcı bir raporu yayınlamıştır. Trump’ın ilk tasarrufları ile, Trump Yönetimindeki ABD’nin İran’a ve genelde İslam’a yönelik bakış açısı az-çok belli olmuştur. Trump’tan gelen, ABD’nin “tek Çin” politikasına saygı göstereceği ve Filistin sorununda iki devletli çözüm ile bağlantılı olmaksızın ABD’nin Orta Doğu Barış Sürecini desteklediği yönündeki açıklamalar, bu bağlamda görülen diğer bazı gelişmelerdir.

Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahreyn’i, Suudi Arabistan’ı ve Katar’ı içine alan bir geziye çıkmış; eş zamanlı olarak, İran Cumhurbaşkanı Ruhani de, Kuveyt ve Yemen ziyaretlerini gerçekleştirmiştir. Türkiye’de, temelde Cumhurbaşkanı’nın konumunu yasama, yürütme ve yargı karşısında daha da güçlendirmeyi öngören ve ülke içinde çok ciddi bir tartışmaya yol açan anayasa değişikliklerine ilişkin, önümüzdeki Nisan (2017) ayında yapılacak referandum ile ilgili bir süreç başlamıştır.

II. Bilindiği üzere, Türkiye, başlamasının üzerinden 200 güne yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, Fırat Kalkanı Operasyonu’nda, başlangıçta ifade edilen hedeflerine henüz ulaşamamıştır. Azez ile Cerablus arasında kalan, (El Bab da dâhil) El Bab’a kadar derinliği olan, bir güvenli bölgeyi henüz oluşturmamıştır. Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş farklı yönde açıklamada bulunsa da, Cumhurbaşkanı Erdoğan; Fırat Kalkanı Operasyonunda El Bab’ın alınmasından sonra Menbiç’e ve Rakka’ya yönelineceğini açıklamış, Bahreyn ziyareti sırasında da Rakka’ya yapılacak operasyon için ABD önderliğindeki Koalisyon Güçleri ile birlikte hareket etme isteğini medya ile paylaşmıştır. Şu an itibarıyla, Türkiye destekli ÖSO, El Bab’ın ancak % 40’nı kontrol edebilmektedir. ÖSO’nun (ve ÖSO üzerinden Türkiye’nin) El Bab’ta Suriye Ordusu ile karşı karşıya gelme ihtimali belirmiştir. Türkiye, bölgeye Rapier füzeleri konuşlandırmıştır. ÖSO içinde yeni gruplaşmalar ortaya çıkmış ve buna bağlı olarak ÖSO’dan “şeriat” sesleri gelmeye başlamıştır.

Bu bağlamda bilinmesi ya da hatırlanması gereken başka hususlar da vardır. Bunların en önemlisi, ABD’nin (ve Batının) Suriye krizinde Türkiye’yi yalnız bıraktığıdır. Bu, Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasına ve Suriye konusunda İran ile çalışmasına yol açmıştır. Bunlar, Türkiye’nin Suriye krizine ilişkin yaklaşımında mecra değişikliğine yol açmış; yola Esad rejimini devirmek üzere çıkan Türkiye, belli koşullarla bundan vazgeçmek, hatta Esad rejimi ile dolaylı yollardan temasa geçmek durumunda kalmıştır. Türkiye, ancak bu gelişmelerden sonra, Rusya’nın verdiği destek ile Fırat Kalkanı Operasyonunu başlatabilmiştir. Türkiye’nin Suriye krizine ilişkin yaklaşımındaki bir başka değişiklik de bu aşamada kendisini göstermiş; Kürt koridorunun önünü kesmek amacıyla, münhasıran PYD’ye (YPG’ye) yönelik olarak başlayan söz konusu operasyon, giderek IŞİD ile mücadeleye dönüşmüştür. Bir zamanlar IŞİD ile ciddi şekilde ilişkilendirilen Türkiye, artık IŞİD ile mücadele eder bir pozisyonda gözükmeye başlamıştır.

III. Türkiye, Batı dünyasının parçası olan, laik, demokratik ve çağdaş bir ülkedir. Son 10-12 yıl içinde izlediği politika nedeniyle, uluslararası ilişkilerinde Sünni İslam kimliği belirgin hale gelmiştir. Türkiye, bu sürecin son üç-dört yılı içinde ise; bir taraftan ABD’ye ve AB’ye yönelik eleştiri dozunu artırmış, bunlardan uzaklaşma eğilimi içine girmiş; diğer taraftan da cihatçı grupları kendisi için ciddi tehdit gören Rusya ve mezhepsel rekabet içindeki Şii İran ile yan yana olarak Suriye’de görüntü vermeye başlamıştır. Türkiye’de,  giderek daha çok, NATO sorgulanmaya, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) de konuşulmaya başlanmıştır.

Türkiye, 2002 yılından bu yana, tek başına, herhangi bir koalisyon olmadan, Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından yönetilmektedir. Bu partinin, iktidara ilk geldiği yıllarda çizdiği Batı yanlısı, demokrasiden ve temel insan haklarından ve özgürlüklerden yana görüntüsü ile bugünkü görüntüsü örtüştürülememektedir. Türkiye, artık Batıdan sürekli eleştiri almaktadır; ABD ve AB ile olan ilişkileri ciddi şekilde sorunlu hale gelmiştir. Batı ile olan ilişkilerinin soruna dönüştüğü süreç içerisinde, Türkiye’nin Körfez ülkeleri (özellikle Suudi Arabistan ve Katar) ile olan ilişkileri dikkat çekici bir gelişme göstermiştir. Türkiye, adeta Batıdan uzaklaşması ile doğan boşluğu özellikle bu iki ülke üzerinden doldurmaya çalışıyor izlenimi vermiş, Batı ve bu iki ülke ile olan ilişkileri ters orantılı bir gelişme göstermiş, biri gerilerken diğeri gelişmiştir.

İç ve dış politika arasında karşılıklı bağımlı bir ilişki olduğu, bu ilişkinin 1991 sonrasında bütün Dünyada dış politika lehine değiştiği ve ülkelerin iç politikalarının dış politikaya daha çok bağlı hale geldiği artık herkesçe bilinen bir husustur. Bu gerçekten yola çıkıldığında ve yukarıda belirtilen hususlar göz önüne alındığında; 2002 yılından bu yana Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarın dış politika tercihlerinin geçen süre içerisinde nasıl değişmiş olduğu anlaşılabilmekte; bu, aynı zamanda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 14-15 yıldır nasıl tek başına iktidar olduğu bakımından da anlamlı bulunmaktadır. Bu iki çıkarsamada bulunulabilmektedir.

IV. Ampirik ve (birikime dayalı) sezgisel olarak, içinde bulunduğumuz günlerde, Türkiye’nin dış politika tercihlerinin yeniden değişme ihtimalinin bulunduğu ve bunun iç politika ile de ilgili olabileceği düşünülmektedir. Başlangıçta belirtilen gelişmeler ve değinilen hususlar, bu düşünceye yol açmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Trump ile yaptığı telefon görüşmesi sonrasında yaptığı (bir kısmına yukarıda yer verilen) açıklamalar ve cereyan eden gelişmeler, özellikle Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar’a yaptığı seyahat, belirtilen düşünce bağlamında, bize oldukça anlamlı gelmektedir.

2002 yılından bu yana geçen zaman dilimi şöyle bir gözden geçirildiğinde, uluslararası ilişkilerde yaşanan olaylar hatırlandığında, bölgede Türkiye’ye muhatap olan bölge içi ve dışı ülkelerin (sekteye uğramış olsa bile) duruşlarında/hedeflerinde bir değişiklik olmadığı halde, Türkiye’nin dış politika tercihlerinin değişiklikler gösterdiği anlaşılmaktadır. Yaklaşık 15 yılı kapsayan bu tablonun, uluslararası ilişkilerinde Türkiye için bir güven sorununa yol açması kaçınılmaz görülmektedir. Bize göre, geçen 15 yıl bir bütün olarak dikkate alındığında, Türkiye, tutarlı bir dış politika sergileyememiştir. Elbette ki, koşullardaki değişime bağlı olarak, dış politikada gerekli gözden geçirmeler yapılacaktır ve bu, varlığı korumanın (sürdürmenin) en temel ön koşullarındandır. Ancak 2002 yılı çıkış noktası alındığında, geçen süre içerisinde Türk dış politikasında görülen değişikliklerin bunların ilerisinde olduğu ve Türkiye’nin sıkça “tercih” değişikliğinde bulunduğu sonucuna ulaşılabilmektedir. Bunun en somut örneği, Suriye krizine ABD ile birlikte angaje olan Türkiye’nin bugün Rusya ile yola devam etmekte olmasıdır. Ya da ısrarla ve açıkça Beşar Esad hedef alındıktan sonra, bir süre daha varlığına rıza gösterilmesi ve dolaylı da olsa muhatap alınmasıdır.

Suriye krizine ilişkin görülen tablonun yol açtığı bir diğer çağrışım da; Türkiye’nin, bu krizin sonunu görerek krize müdahil olmadığı, başka aktörlere bağlı olarak müdahil olduğu ve hareket ettiğidir. Bu bağlamda bizce görülenler de şunlardır: (i) Türkiye, “Kürt koridorunu” görememiştir. (ii) Türkiye, Suriye krizinde ABD’den bağımsız hedefler belirleyememiş, belirlemiş olsa bile bunlara ulaşma yolları üzerinde yeteri kadar çalışmamıştır. (iii) Fırat Kalkanı Operasyonunu tek başına başlatabilecek gücü kendisinde görememiştir. Ancak Rusya’nın desteği ile bu operasyonu başlatabilmiştir. Ve gelinen noktada, bu operasyonu tamamlayıp tamamlayamayacağı ya da tamamlamasının maliyetinin ne olabileceği tartışılır olma yoluna girmiştir. Yani dış politikadaki değişim kadar, Türkiye’nin gücünün, imkân ve kabiliyetinin iyi değerlendirilememesi ya da iyi kullanılamaması da söz konusudur.

Yukarıda değinildiği şekilde 2002 yılından bu yana uluslararası ilişkilerde yaşananların etkisinde ortaya çıkmış bir Türkiye algısı vardır ve bu algı bize göre güvensizliği de içermektedir. Ancak bizim ve herkesin bildiği bir başka şey daha var. O da, “çıkar” olgusunun uluslararası ilişkilerde belirleyici olduğudur. Yani Türkiye’ye güven duyulmuyor olsa bile, Türkiye’den bir şekilde istifade edebileceklerine inanlar, çıkarı olanlar, pekâlâ Türkiye ile çalışmaya devam edebileceklerdir. Bu belirtilenler ve başlangıçta değinilen gelişmeler ışığında ister istemez akla şu sorular geliyor: Acaba Ankara, Trump ile birlikte yeniden yüzünü ABD’ye çevirebilir mi? ABD, yaşanan onca şeyden sonra, ne karşılığında ya da niçin Türkiye ile birlikte çalışabilir? Ankara, Rusya’dan yüz çevirmenin muhtemel maliyetine katlanabilir mi? Konu bağlamında, acaba Rusya ile enerji alanında özel ve çok ciddi ortaklıklar içine girmiş Katar’ın Ankara ile olan ilişkileri konusunda neler söylenebilir? Benzer şekilde, birkaç yıldır devam eden düşük petrol fiyatları ve bununla eş zamanlı olarak (özellikle Yemen’deki iç savaşın etkisinde) artan savunma harcamaları nedeniyle, uluslararası tahvil piyasasından ciddi miktarda borç almaya başlamış Suudi Arabistan’ın güncel Ankara yaklaşımı için ne söylenebilir?

Türkiye’de, önümüzdeki Nisan (2017) ayında, anayasa değişiklikleri konusunda yapılacak bir referandum var ve bu referandum, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, hem de içinden çıktığı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin geleceği açısından son derece önemli olacak gözükmektedir. İç ve dış politika arasındaki karşılıklı bağımlı ilişkiyi, bu noktada da hatırlamak uygun olacaktır diye düşünülmektedir. Eğer iç politika artık daha çok dış politika üzerinden yapılır hale gelmiş ve 2002 yılından bu yana Türkiye’yi yöneten siyasal iktidar Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde bir güven sorununa yol açmış ise; bu çalışmada belirtilen hususlar ışığında, akla şu iki soru gelmektedir ve bu sorulara verilecek cevap bizce önemli olacaktır. Acaba, Nisan ayındaki referandum, Türkiye’nin muhatabı olan aktörler tarafından bu iktidardan kurtulmak için bir fırsat olarak mı görülür, yoksa bu iktidara destek mi verilir? Destek verilirse, destek verenlerin bunda çıkarı ne olabilir ya da ne karşılığında destek verebilirler? Bu sorulara bakarken ve cevabı üzerinde çalışırken, ABD’de geçtiğimiz Kasım (2016) ayında yapılan Başkanlık seçimine Rusya’nın Trump lehine örtülü yollarla müdahalede bulunduğu iddialarını hatırlamak uygun olacaktır diye düşünülmektedir. Bu güncel örnek, uluslararası ilişkilerin iç politika üzerinde neredeyse belirleyici olan işlevini görmek açısından oldukça anlamlı bulunmaktadır.

Siyasal iktidar olmanın yıpratıcı bir yanının olduğunda hemen herkes hemfikirdir. Bu düşüncenin yanında yakın zamana kadar kabul göre gelmiş bir başka düşünce de, iki dönem üst üste tek başına iktidar olmuş bir siyasal partinin, genelde üçüncü dönem bu konumunu koruyamayacağı idi. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’de 2002 yılından bu yana aralıksız tek başına iktidar olarak, adeta bu düşüncenin bir istisnası olmuştur. Bu belirtilenlere bağlı olarak da, şu sorular akla gelmektedir. Acaba, Adalet ve Kalkınma Partisinin, istisna teşkil eden, Türkiye’yi 15 yıla yakın bir süredir yönetmesi, dış politikanın iç politika nezdinde belirleyici bir konuma sahip olması ile açıklanabilir mi? Ya da eğer dış politika artık iç politikaya hâkim ise; etkisi/sonucu itibarıyla, iç politikadaki “iktidar yıpranması”, benzetme yoluyla,  uluslararası ilişkilerde “iktidar yıpranması” olarak da alınabilir mi?

Trump Yönetiminin İran, Suriye ve Filistin konusunda atacağı adımlar, Türkiye’yi uluslararası ilişkilerinde ciddi sıkıntıya sokma potansiyelini içermektedir. Keza Ukrayna (Kırım) konusunda yaşanabilecek gelişmelerin de, böyle bir potansiyeli içerdiği düşünülmektedir. ABD’den ve AB’den sonra Rusya’nın da Kürt hareketine göstermeye başladığı “ileri” ilgi ise, Türkiye için oldukça sıkıntılı bir sürecin adeta habercisi gibidir.

Yukarıdaki mülahazalar ışığında, uluslararası ilişkilerinde Türkiye’nin başının gerçekten belada olduğu ve bunun iç politikayı da ilgilendiren bir mahiyet arz ettiği düşünülmektedir.

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 15 Şubat 2016.


ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

ORTADOĞU’DA ÇİN’İN GÖRÜNÜRLÜĞÜ ARTIYOR

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk İran ve Suudi Arabistan yetkilileri Çin’de bir araya gelmiş… Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaid el Aiban ve İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani, 6-10 Mart tarihlerinde Pekin’de bir araya gelmiş… Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkez Komitesi Dış İlişkiler Komisyonu Ofisi Direktörü (yakın zamana kadar Çin’in Dışişleri Bakanı)

TÜRK SİYASETİNDE İYİ PARTİ’NİN SON HAMLESİ VE YAKLAŞAN SEÇİMLER

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Belli ki, İyi Parti (İP)/Sayın Meral Akşener, Türk siyasal hayatında uzun süre hatırlanacak… Tıpkı “mevcut MHP”/Sayın Devlet Bahçeli gibi. “Mevcut MHP”/Sayın Bahçeli, ne oldu-ne bitti hala bilinmiyor, birden bire hem izlediği politika kendisi ile örtüşmeyen, hem de demediğini bırakmadığı AKP/ Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile yakınlaştı, Cumhur İttifakı üzerinden AKP

“NATO ÜYELİĞİ ONAY SÜRECİ KOLAY DEĞİLDİR”

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yukarıdaki başlık bana ait değil. Başlık, Sayın Konur Alp Koçak’ın, 11 Kasım 2022 tarihli Türkgün Gazetesi’nin 11. sayfasında yer alan köşe yazısının başlığıdır. Sayın Koçak’ın köşe yazısında yer alan bazı hususlar, işbu çalışmayı kaleme alma ihtiyacını doğurmuştur. Sayın Koçak, köşe yazısında, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyareti

ABD’NİN GİRİT’TE VE BATI TRAKYA’DA ARTAN ASKERİ VARLIĞI ÜZERİNE…

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yunanistan’ın, NATO üyesi olarak ülkesini zaten ABD’ye açmış iken, son dönemde bu işi daha da ileriye taşımasını, ABD’ye Girit’te ve Batı Trakya’da daha ileri konuşlanma imkânı tanımasını, burada biraz farklı ele almaya çalışacağım. Elbette ki, Yunanistan’ın bu yaptıkları, Yunan emeli ve ABD’nin güncel Türkiye yaklaşımı ile birlikte mütalaa edildiğinde, Türkiye

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.