Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Şanlıurfa/Suruç’ta yaşanan 30’dan fazla sivilin yaşamını kaybettiği bombalı intihar saldırısı olayı ve bu olay ile ilişkilendirilebilecek, aynı gün ve izleyen günlerde yaşanan kanlı olaylar, Türkiye’nin oldukça zor bir döneme girdiğine işaret emektedir. Suruç’taki olay ile aynı gün Adıyaman’da teröristlerin askerlere ateş açması sonucu bir askerin hayatını kaybetmesi; özellikle izleyen günlerde, Şanlıurfa/Ceylanpınar’da, ayrılıkçı/bölücü terör örgütünün Suruç’taki olaya misilleme olarak iki polisi hunharca katletmesi; Suruç’taki olayda hayatını kaybedenlerin cenazelerinin toprağa verildiği illerde cenazelere maskeli ve ellerinde uzun namlulu silahlar bulunan kişilerin eşlik edebilmesi; İstanbul’da IŞİD ile bağlantılı olduğu iddiası ile bir kişinin ayrılıkçı/bölücü terör örgütü militanlarınca öldürülmesi, sürecin zorlaştığına işaret eden olaylardır.
Ankara Yönetiminin ülkeyi kontrol etmede zaafa düştüğü iddiaları söz konusudur. Bundan daha dikkat çekici olan iddia ise, içine düşülen zafiyette Ankara Yönetiminin payının ve sorumluluğunun olduğudur. Bu iddialar bağlamında, İktidarın ve muhalefetin karşılıklı olarak biri birlerini suçlamalarındaki “dozaj” artışı ve üslup da dikkati çekmektedir. IŞİD’a katılan gençlerin ailelerinin güvenlik güçlerine yaptıkları müracaatlardan bir sonuç elde edilememesi; Ankara’nın ülkesi üzerinden IŞİD’a katılımları önleyememesi; IŞİD’a mensup olduğu ileri sürülenlerin ayrı ve aleni olarak İstanbul’da Ramazan Bayramı namazı kılabilmeleri, bu zafiyet, pay ve sorumluluk ile ilişkilendirilen –iddialara konu- güncel gelişmelerdir.
Bir süredir yaşanan ve Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğünü tehdit eden süreç; öyle anlaşılmaktadır ki, oldukça kritik bir noktaya gelmiş, söz konusu tehdit daha bir ciddiyet kazanmıştır. Eğer Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin münhasıran Kürtlerin yaşadığı bir bölge olmadığı, bu iki bölgede Kürt olmayan ciddi bir nüfusun bulunduğu; Kürt kökenli nüfusun büyük bir kısmının gerçekte, başta İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Bursa ve Ankara illeri olmak üzere, Türkiye’nin orta, batı ve güney illerinde yaşadığı dikkate alınırsa; süreçteki bu zorlaşmanın, en çok, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan ve Kürt olmayan nüfus ile orta, batı ve güney illerinde yaşayan Kürtlere yansıması beklenecektir. Bunun anlamı, Türkiye’nin bir bütün olarak kaotik bir ortama sürüklenme ihtimalinin, yani ülkenin genelinde bir çatışmanın yaşanma ihtimalinin güçlenmiş olduğudur. Hatta buna, Türkiye’nin Suriye’ye benzemenin kritik eşiğine gelmiş olduğu gözüyle bakanlar da olabilir.
Küresel güvenlikte kırılganlığın ve kontrolden uzak bölgelerin artmış olması, küresel güç dengelerinin değişmekte olması ve küresel politikada yeni süper güçlerin kendisini göstermesi, Türkiye’nin bu durumunu daha da zorlaştırmaktadır. Dünyanın küçülmesi, küçük “aktörlerin” denetimden uzak dış bağlantılarının artmış olması, bunun daha tartışmalı ve anlaşılması daha güç bir Dünyaya yol açması, Türkiye için söz konusu zorluğu beslemektedir. Küresel kaynak ihtiyacı her gün biraz daha artan, bunun etkisinde daha “acımasız” ve kural tanımaz olan bir Dünya söz konusudur. Bu küresel tablo, Ankara Yönetiminin istikrarı, huzuru ve güveni tesis etme çabası üzerinde olumsuz bir etkiye yol açacaktır.
Bundan 10-15 yıl önce Ankara’nın “yelkenlerini şişiren” rüzgar bugün artık yoktur. Seyir halindeki “gemi” denizin ortasında kalmış gözükmektedir ki, bu da -lojistik destek sağlamayacağı için- gemide hayatın idamesinin her gün biraz daha zorlaşacağı anlamına gelecektir.
Bu tablonun, hem içten içe, 7 Haziran (2015)’deki parlamento seçimi sonrasında başlayan yeni hükümeti kurma çabalarını etkilediği, hem de mevcut konjonktürde “geçici hükümetin” bir zafiyet nedeni olarak görülüp Türkiye için işleri ayrıca zorlaştırdığı (zorlaştıracağı) düşünülebilir.
Sürecin zorlaştığı bu dönemde, Ankara, hem Washington ile, hem de Pekin ile, yakınlaşma (ve işbirliği) sinyalleri vermektedir. Türkiye için zorlaşan sürecin, AB’nin dış ve güvenlik politikasını yeniden belirlemeye karar vermesi ve Türkiye’ye olan ihtiyaca vurgu yapması ile eş zamanlı olması, ayrıca dikkat çekicidir. IŞİD ile mücadelede konusunda ABD ile yakınlaşmaya dair haberler ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın içinde bulunduğumuz ayın (Temmuz 2015) sonuna doğru Çin’e yapacağı ileri sürülen seyahat, söz konusu yakınlaşmanın en güncel işaretleridir. Hiç şüphesiz, Ankara, bu yakınlaşmalar üzerinden, ülkede istikrarı, huzuru ve güvenliği sağlamaya yönelik bir katkı elde etmeyi de düşünmüş olabilir. Ancak ABD, Çin ve AB ile olan mevcut (ve muhtemel) yakınlaşmaların, Ankara’yı bu devletlerin etkisine açacağını ve bu etkinin de Ankara’nın hareket serbestisini kısıtlayacağını da görmek gerekir.
Bu yakınlaşmaların Ankara için anlamlı olabilmesi, Ankara’nın ülkenin bütününde kontrolü eline almasına (fiilen sağlamasına) oldukça bağlıdır; Ankara’nın öncelikle buna ihtiyacı vardır. Bu, hem ciddiye alınmasına ve yakınlaşmadan umulanları elde etmesine, hem denetimden uzak diğer küçük aktörlerin dış bağlantılarını kontrol etmesine (yani ülke ve ulus bütünlüğünü korumasına), hem de Washington, Pekin ve Brüksel’in etkilerini karşılamasına imkân verecektir. Hukukun ve kanunların ülkenin her bölgesinde aynı şekilde uygulanması, yani devlet egemenliğinin çağdaş hukuk ve yönetim anlayışı çerçevesinde ülkenin bütününde ifadesini bulması, Ankara’nın, önce zorlaşan süreci kontrol etmesine, sonra da bu süreci geride bırakmasına hizmet edecektir. Aksi takdirde, Ankara, zorlaşan sürecin peşine takılmış olacaktır ki, böyle bir süreç ülke ve ulus bütünlüğünün kaybedilmesi riskini de içerecektir.
osmetoz/ascmer, 23 Temmuz 2015, www.ascmer.org