TÜRKİYE: FİLİSTİN SORUNU ÇÖZÜLÜR, KÜRT SORUNU YERİNİ ALIRSA!

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

Filistin sorununun çözümü konusunda ilginç gelişmeler yaşanıyor. Gelişmelerin bir kısmı doğrudan bu sorun ile ilgili gözükürken, bir kısmı da dolaylı olarak Filistin sorunu ile ilgili olabilecekleri algısına yol açmaktadır. Filistin sorununun çözümü, bu kez Orta Doğu’da Kürt sorununu öne çıkacaktır ki; bu da gelişmelerin Türkiye’yi yakından ve ciddi şekilde etkileme potansiyelini içerdiği anlamına gelmektedir.

Sovyetlerin dağılma sürecinin başladığı yıllarda, ABD, İsrail’i ve Filistin’i aynı masanın etrafında bir araya getirmiş; Madrid’de başlayıp Oslo’da devam eden Orta Doğu Barış Süreci içinde, Mayıs 1999’da, Filistin’in müstakil bir devlet olması öngörülmüştü. Ancak aradan geçen 16 yılı aşkın süre içerisinde (Nisan 2016 itibarıyla) bu mümkün olamamıştır. Niçin mümkün olamadığı az çok bellidir. ABD, Orta Doğu Barış Süreci üzerindeki etkisini ve kontrolünü giderek kaybetmiştir. Son birkaç yıl içerisinde, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin Filistin’i tanımaya yönelik çabalarında yeniden bir artış görülse de; bu, Filistin’in BM nezdindeki statüsünün “üye olmayan devlet” statüne yükseltilmesinden ve BM merkez binasının önündeki üye ülke bayraklarının arasına Filistin Bayrağının dâhil olmasından ileriye gidememiştir. Filistin, hala egemen ve bağımsız bir devlet olamamıştır.

İsrail, (i) Batı Şeria’da, hem kademeli bir şekilde Filistin “İdaresine” toprak terk etmekten vazgeçmiş, hem de terk etmesi öngörülen topraklarda yeni yerleşim yerleri açma çabasına hız vermiş; (ii) Gazze’de ise, Filistinlilerin karadan ve denizden dışarıya açılmasını önleyen “ablukayı” da hafifletmek yerine ağırlaştırmıştır. Açılan yeni yerleşim yerleri nedeniyle, bunlar arasında kalan Filistin yerleşim yerlerinin etrafı yüksek duvarlar ile çevrilmiş, bu suretle uluslararası hukukta “enclave” olarak bilinen çok küçük-kopuk yerleşim yerleri yaratılmıştır. Filistin halkı, temel insan hakları ve özgürlükleri ile bağdaştırılması güç bu duvarlar üzerinden, adeta “tecrit” edilmiş, baskı altına alınmış ve dışa açılmaları kısıtlanmıştır. 1990’lı yılların başında ortaya çıkan Orta Doğu Barış Sürecinin bugün geldiği nokta budur. Bu tabloda, Filistin tarafı, üçüncü intifayı gündeme getirmiş ve Kasım 2016’ya kadar kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmesini istemiştir. Kasım 2016 yaklaşmaktadır ve bu tarihin neyi ifade edeceği görülecektir.

Haritaya bakıldığında; Batı Şeria’nın, İsrail’in iç kesiminde kaldığı ve Ürdün sınırına bitişik olduğu; Gazze’nin ise, İsrail’in Doğu Akdeniz kıyısında Mısır’a bitişik sahil kesimi olduğu görülür. Gerçekçi bir bakış açısı ile bakıldığında, coğrafi konumu nedeniyle, güvenlik açısından İsrail’in Batı Şeria’yı bir zafiyet konusu olarak görmesi kabul edilebilir gelmekte ve İsrail’in Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri açmaya devam etmesi bu zafiyeti giderme ya da aşağıya çekme bağlamında görülebilmektedir. Farklı coğrafi konumu nedeniyle, İsrail’in Gazze’ye yönelik politikasını ise, aynı mülahaza ile karşılamakta güçlük çekilmektedir. Gazze ile ilgili olarak anlamakta güçlük çekilen bir başka husus da, Mısır’ın Gazze’deki Filistin halkına İsrail karşısında beklenildiği kadar müzahir olmamasıdır.

İsrail’in Batı Şeria’ya ilişkin yaklaşımı, Gazze’ye ilişkin yaklaşımına göre daha katıdır, serttir ve bu yaklaşım farklılığı, İsrail’in, iç kesimde yaşayan Filistinlileri Gazze’ye yönlendirmek istediği algısına yol açmaktadır. 2015 yılı içinde gündeme gelen, Katar’ın Gazze’de Filistinliler için yeni yerleşim yerleri inşa etmesi projesi, hem bu algıyı beslemekte, hem de Filistinliler karşısında Katar’ın İsrail’e destek vermiş olduğu anlamına gelmektedir. Bu belirtilenler, İsrail için Filistin sorununun çözümünün Filistinlilerin Gazze’de “toplulaştırılmasında” görüldüğü sonucuna ulaşılmasına neden olmaktadır. Ancak geçtiğimiz günlerde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesine katılmak üzere Türkiye’ye gelmeden önce (4-7 Nisan 2016 tarihleri arasında) Mısır’ı ziyaret eden Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz’in Mısır Cumhurbaşkanı Abdüfettah el-Sisi ile imzaladığı anlaşmalar, bir taraftan Filistin sorununun çözümü konusunda çok daha büyük bir planın varlığına işaret etmiş, diğer taraftan da Filistin sorunu ile bölgedeki Kürt hareketi arasında bağ kurulmasına neden olmuştur.

ABD’nin (Batının) İran ile yakınlaşması ve bu bağlamda, İran’a uygulanmakta olan yaptırımların kademeli bir şekilde kaldırılması ve İran’ın nükleer programının meşru bir zemine kavuşması, bölgede en çok İsrail’i ve Suudi Arabistan’ı rahatsız etmiştir. İran’ın bölgede öne çıkması, bundan rahatsızlık duyan İsrail’i ve Suudi Arabistan’ı biri birine itmiş; İran’ın öne çıkmasının arkasında ABD’nin yer alması, Tel Aviv’in ve Riyad’ın Washington ile olan ilişkilerinde bir soğumaya (gerilemeye) yol açmıştır. Bu süreç içerisinde İsrail’den gelen “İran’ı vururuz” açıklamalarına, Suudi Arabistan’dan destek açıklamalarının gittiği hafızalardadır. Kral Selman’ın Mısır ziyareti sırasında imzalanan ve iki ülke arasındaki sınırı yeniden düzenleyen anlaşma uyarınca, Akabe Körfezi’nin Kızıldeniz’e giriş bölgesinde yer alan Tiran ve Sanafir adalarının Mısır tarafından Suudi Arabistan’a terk edilmesi, Riyad’ın ve Tel Aviv’in konjonktürel olarak örtüşen çıkarlarına ve bu iki başkent arasındaki yakınlaşmanın derecesine işaret etmesi açısından son derece önemlidir. Söz konusu iki adanın Mısır’ın himayesine verildiği yıllar ve verilme gerekçesi hatırlandığında, bu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu iki ada, İsrail’in kurulmasından hemen sonraki yıllarda Suudi Arabistan’ı İsrail ile karşı karşıya getirebileceğinden endişe duyan ve o yıllarda İsrail’i karşısına alacak gücü kendisinde göremeyen Riyad Yönetimi tarafından, 1950 yılında Mısır’ın himayesine bırakılmıştır. Böylece, Riyad Yönetimi, hem İsrail ile karşı karşıya gelme endişesinden büyük ölçüde kurtulmuş, hem de jeostratejik açıdan değerli iki adayı Mısır’a vermekle İsrail karşısında Kahire’yi desteklemiş gözükmüştür. (Bu iki ada, 1979’daki Camp David Anlaşması’na da konu olmuş ve İsrail’in Sina Yarımadası ile Tiran Adası arasındaki boğazdan -Tiran Boğazı’ndan- geçişi uluslararası hukuk açısından güvenceye kavuşturulmuştur.)

Suudi Arabistan’ın, dün (1950 yılında) Mısır’ın himayesine verdiği iki adayı geri alması, bugün İsrail ile çıkar birliği ve yakın ilişki içinde olduğuna delalet eder ki, iki adanın Mısır’dan Suudi Arabistan’a geçmesi konusunun İsrail ile istişare edildiğine dair haberler bu durumu ayrıca teyit etmektedir. Gelişmelerden, bahse konu iki adanın Suudi Arabistan’a iadesinin Hüsnü Mübarek döneminde de gündeme geldiği, Suudi Arabistan’ın bu adaları Mısır’dan geri istediği, ancak Hüsnü Mübarek’in Suudi Arabistan’dan İsrail Mısır topraklardan tam olarak çekilene kadar bu konunun gündeme getirilmemesini rica ettiği anlaşılmaktadır ki, bu da, Riyad-Tel Aviv yakınlaşmasının esasen yeni olmadığı algısına da yol açmaktadır. Eğer Mübarek’in son döneminde Mısır’da Müslüman Kardeşlerin ülke çapında güçlenmesinin de etkisinde, İsrail’in Mısır konusunda bir endişeye sahip olduğu ve Mübarek Yönetiminin İsrail’e güven vermediği kabul edilirse, o yıllarda Riyad’ın Tel Aviv’i rahatlatmak için söz konusu iki adayı Mısır’dan geri istemiş olabileceği akla gelmektedir ki, bunun da Riyad-Tel Aviv ilişkilerindeki yakınlığın yeni olmadığı yolundaki algıyı ayrıca beslediği düşünülmektedir. Bu noktada görülmesi gerek bir başka husus da, eğer Camp David Anlaşması’na rağmen söz konusu iki adanın İsrail karşısında Mısır’ın elini kuvvetlendirdiği çıkış noktası alınırsa, bu iki adanın Suudi Arabistan’a geri verilmesine Mısır halkının ve muhalefetin gösterdiği tepkinin, haklı ve yerinde bir tepki olduğudur.

Suudi Arabistan Kralı Selman bir Abdülaziz’in 4-7 Nisan 2016 tarihleri arasında Mısır’a yaptığı ziyaret sırasında, Mısır ile Suudi Arabistan arasında, sadece söz konusu iki adanın Suudi Arabistan’a geri verilmesini öngören bir anlaşma imzalanmamıştır, başka bazı düzenlemelere de imza atılmıştır. Bunlardan bir tanesi, Tiran Adası üzerinden Sina Yarımadasını Suudi Arabistan’a bağlayacak ve adı “Kral Selman bin Abdülaziz Köprüsü” olacak bir köprünün inşa edilmesini öngören düzenlemedir. Ayrıca Sina Yarımadası’nın kalkındırılmasını öngören bir düzenleme de imzalanmıştır. Asıl önemlisi Mısır ile Suudi Arabistan’da cereyan bu gelişmeler ile eş zamanlı olarak, hem Mısır’ın hapisteki “devrik” Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile, hem de mevcut Cumhurbaşkanı Abdüfettah el-Sisi ile, ilişkilendirilmiş olarak, Sina Yarımadası’ndan kimi kaynaklarda 1600 km²’nin, kimi kaynaklarda ise % 40’nın (60 bin km²’nin % 40’ı olan 24 bin km²’nin), bağımsız Filistin Devleti kurulması amacıyla ABD üzerinden sekiz milyar dolar karşılığında Filistin’e devredildiği (satıldığı) ile ilgili iddialardır.

İki adanın Suudi Arabistan’a geri verilmesi ve bununla ilişkilendirilebilen diğer gelişmeler, Türkiye ile de bağlantılı, çok ciddi birçok soruya ve çağrışıma yol açmaktadır. (i) Her şeyden önce, Filistinlilerin, “tarihi” Filistin topraklarından, yani “ata” topraklarından vazgeçebilecekleri düşünülmüştür. Bu mümkün müdür? Filistinliler, bunca yıldır uğruna nice canlar verdikleri, her türlü acıyı yaşadıkları, fedakârlığa katlandıkları topraklarından vazgeçerler mi? (ii) İstismar edenler çıkmış olmakla birlikte, Filistinlilerin ata topraklarında bağımsız bir devlet kurmalarına bugüne kadar destek vermiş ve bu konuda bir pozisyon edinmiş olan ülkeler ne olacaktır? (iii) Gazze, Sina Yarımadası’nın kuzeydoğusuna bitişiktir. Bağımsız Filistin devleti için öngörülen ülke, Gazze ile Sina Yarımadasından tahsis edilecek topraklar olacak gözükmektedir. Bu topraklar ne oranda tarihi Filistin topraklarındandır? (iv) Katar’ın, Mısır’ın ve Suudi Arabistan’ın Batı Şeria’da Filistinlilere bırakılması öngörülmüş topraklarda İsrail’in sürekli yeni yerleşim yerleri açmasına karşı çıkmaları beklenirken, bu üç Arap ülkesinin Filistin sorununun çözümünü tarihi Filistin toprakları dışında ve İsrail lehine çözme çabası içine girmelerini nasıl anlamak gerekir? (v) Suudi Arabistan, Katar ve Mısır, bu üç ülke, İran karşısında İsrail ile birlikte hareket edebilmek (İsrail’i yanlarına çekebilmek) için Filistin sorununu “istismar” etmiş olmuyorlar mı? (vi) Katar, Gazze’de yeni yerleşim yeri açarak; Mısır, Sina Yarımadası’ndan yer vererek; Suudi Arabistan da Sina Yarımadası’nı kalkındırarak, Filistin sorununu çözebileceklerini düşünmeleri ne kadar gerçekçi gelmektedir? (vii) Katar, Mısır ve Suudi Arabistan, bu yaptıkları ile, İsrail’in ülkesinde yaşayan Filistinliler üzerindeki baskıyı (şiddeti) artırmasına neden olmayacaklar mı? Filistinlilere gidebilecekleri bir yer gösterildiği için, İsrail, önce Batı Şeria’daki Filistinlileri burada ayrılmaya zorlamaz mı? Sonra sıra Gazze’ye gelmez mi? Bir başka açıdan, eğer Filistin sorunu çözülürse, Kürtler ile ilişkileri bilinen İsrail’in Kürt hareketine yoğunlaşıp Kürtlere daha ciddi destek vermesi söz konusu olmaz mı? (viii) Eğer Filistinlilerin “ata” topraklarından vazgeçmeyecekleri düşünülürse, ileride, Sina Yarımadası’ndan İsrail’e yönelik tacizler (!) gerekçe gösterilerek, tıpkı Güney Lübnan’ın işgalinde olduğu gibi, bu kez de Gazze’ye bitişik Sina Yarımadasının “meşru” gerekçeler ile İsrail tarafından işgal edilmesinin önü şimdiden açık gözükmüyor mu? Böyle bir adım ile, İsrail, Akabe Körfezi’nin kontrolünü eline geçirmiş olmaz mı? İsrail, böylece, Akabe Körfezi üzerinden Kızıldeniz’e ciddi şekilde nüfuz ve müdahale etme imkânına kavuşmaz mı?

Öyle anlaşılmaktadır ki, Filistin halkının iradesinin yine yok varsayıldığı, Filistin sorununun yine istismar edildiği, Arap ülkelerinin Filistin sorununu yine kendi çıkarları için kullandığı, yeni bir süreç başlamış ya da başlayacaktır.

Riyad-Washington ilişkilerindeki bozulma görünenin ilerisindedir. ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın 21 Nisan 2016 tarihinde geçekleşen Suudi Arabistan ziyareti sırasında, Kralı Selman bir Abdülaziz tarafından karşılanmaması, ilişkilerdeki bozulmaya işaret etmesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Petrol fiyatlarındaki düşüşün arkasında da Riyad vardır ve petrol fiyatlarındaki düşüş, ABD’nin (üretim maliyeti yüksek olduğu için) kaya petrolü üzerinden enerji piyasasında “satıcı” rolü ile önde yer almasını ve ekonomisini rahatlatacak enerji gelirine kavuşmasını engellemektedir. Üstelik eğer ABD ile Çin arasındaki rekabet dikkate alınırsa, düşük petrol fiyatları, enerjide dışa bağımlılığı giderek artan Çin’e adeta” finansman desteği anlamına gelmektedir ki, bunun ABD karşısında Çin’e verilmiş bir destek olduğu da açıktır. Riyad-Washington ilişkilerinin geldiği bu noktanın arkasında, temelde ABD’nin İran ile yakınlaşması vardır ve bu yakınlaşma, Tel Aviv-Washington ilişkilerinde de bozulmaya neden olmuştur. İran-ABD yakınlaşması, Suudi Arabistan’ı ve İsrail’i biri birine itmiştir. Suudi Arabistan’ın Akabe Körfezi’nin Kızıldeniz ağzındaki iki adayı yeniden ülkesine dâhil etmekte “eskiden olduğu” gibi artık endişe duymaması ve buna Tel Aviv’den herhangi bir tepki gelmemesi, Riyad ile Tel Aviv arasındaki cari yakınlığın derecesine işaret etmesi açısından son derece önemlidir.

Suudi Arabistan’ın, Mısır’ın ve İsrail’in Moskova ile olan ilişkileri de benzerlik arz etmektedir, belirgin bir yakınlaşma söz konusudur. Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in Pekin ile olan ilişkileri için de benzer bir değerlendirmede bulunulabilir. Eğer ABD-Çin rekabeti ve ABD’nin hâlihazırda Rusya’yı karşısına almış olduğu hatırlanırsa, Riyad’ın ve Tel Aviv’in Moskova ve Pekin ile bir yakınlaşmayı yaşamakta olmaları, Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in ABD ile olan ilişkilerinin ne denli bozulmuş olduğunun bir başka göstergesi olacaktır.

Dışarıdan görülebildiği kadarıyla, Kralı Selman bir Abdülaziz’in Ocak 2015’de iktidara gelmesi sorunlu olmuştur. Uluslararası medyada, hem sağlık sorunları, hem de Kraliyet ailesi içindeki rahatsızlık gündeme gelmiştir. Ancak aradan geçen kısa süre içerisinde bunlar gündemden uzaklaştığı gibi, Suudi Arabistan’ın yeni Kral ile birlikte izleyeceği dış politika da az-çok belli olmuştur. Kral Selman, hem iktidarını sağlamlaştırmış, hem de İsrail ile yakınlaşma siyaseti izleyeceğini göstermiştir. 1975 yılından Nisan 2015’e kadar Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Suud el Faysal’ın Temmuz 2015’de vefatı; yine Ekim 2011’de, “Sadakat Konseyi”nin önerisi üzerine, Kral Abdullah bin Abdülaziz tarafından “Veliaht Prens” olarak atanan ve 1975 yılından vefat ettiği tarihe kadar İçişleri Bakanı olarak görev yapan Nayef bin Abdülaziz’in Ocak 2012’de vefat etmesi; Nisan 2015’de Muhammed bin Nayef’in “Veliaht Prens” olarak atanması; yine Nisan 2015’de Adil el Cubeyr’in Dışişleri Bakanı olarak atanması, Kral Selman’ı rahatlatan ve her iki açıdan da anlamlı bulunan gelişmelerdir. Kral Selman, bir taraftan Kraliyet ailesi içinde dengeleri gözetmiş, iktidarını sağlamlaştırmış; diğer taraftan da, Yemen, İran, İsrail, ABD ve petrol konularında görüleceği üzere önceki dönemlerden oldukça farklı, daha aktif, risk almayı öngören bir dış politika izlemeye başlamıştır. Mısır’a yaptığı söz konusu ziyaret sırasında iki adanın geri alınmasını öngören anlaşmayı imzalaması, Kral Selman’ın konumunun ve izlediği dış politikanın kendi toplumunda destek bulmasına hizmet edecektir ki, bunu da yine Kral Selman’ın iktidarını sağlamlaştırması bağlamında ayrıca görmek gerekir.

Riyad Yönetimine böyle bakınca; bir taraftan Başkan Obama’nın Riyad ziyaretinin zamanlamasının iyi seçilmediği, Amerikan diplomasisinin zayıflık işaretleri verdiği ve karşılamada uygulanan protokolün bunu teyit ettiği; diğer taraftan da Suudi Arabistan’ın dış politika anlayışındaki ve uygulamasındaki değişimin -fevkalade bir gelişme olmaz ise- süreceği daha netlik kazanmaktadır.

Eğer Suudi Arabistan merkezli olarak ortaya çıkan ve yukarıda değinilen tablonun Filistin sorununu çözme potansiyelini içerdiği kabul edilirse, bunun adeta kaçınılmaz olarak bölgedeki Kürt hareketine yansımaları olacağı değerlendirilmektedir ki, buna eğilmek gerekir. Çünkü Filistin sorunu, bugüne kadar, hem bölgeye dışarıdan müdahale edilmesine imkân ve fırsat vermiştir, hem de bölge içi dengeleri (ilişkileri) etkilemiştir. Filistin sorununun çözülmesi demek, bu imkân ve fırsatın, etkileme aracının ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bunun bir diğer anlamı da, bölge içi ve bölge dışı ülkeler bakımından “boşluk” demektir ve bu boşluğun doldurulması gerekecektir. Filistin sorununun çözümü ile ortaya çıkacak boşluğun “mezhep çatışması” ile doldurulacağı düşünülemez. Çünkü Filistin sorununun çözümü, yukarıda belirtilenlerden de çıkarılabileceği üzere zaten mezhep çatışmasının bir ürünü olarak kendisini belli etmiştir. Yani mezhep çatışması bölgede zaten vardır ve tavan yapmış gözükmektedir. Bu durumda, geriye bölgedeki Kürt hareketi kalmaktadır.

Bölgede Kürt nüfusa sahip ülkeler, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’dir. İran’da merkezi idare güçlüdür ve bu güç, Kürt nüfusun hareket alanını daraltmakta ve Kürt nüfusu adeta “nötrleştirici” bir etkiye yol açmaktadır. Irak’ta, Kürtler 2005 Anayasası üzerinden federal bir yapı içinde kendi “bölgesel” örgütlenmelerine kavuşmuşlardır. Suriye’de ise, devam eden iç savaş ortamı, Kürtlerin demokratik federalizm çağrısında bulunmalarına ve ülkenin kuzeyinde “Kürt Federasyonu”nu ilan etmelerine yol açmıştır. Türkiye ise, bölücü ve ayrılıkçı ciddi bir Kürt hareketi ile karşı karşıyadır. Eğer Şam-Tahran ilişkileri ve Suriye’deki İran varlığı ile, Bağdat Yönetiminin İran’ın nüfuz alanına dâhil olduğu dikkate alınırsa, Filistin sorununun çözülmesi ile bunun yerini alacak Kürt sorununun, münhasıran İran ve Türkiye ile ilgili olacağı sonucuna ulaşılacaktır.

Filistin Yönetiminin ve Filistin halkının, Filistin sorununun yukarıda belirtildiği şekilde çözümüne nasıl yaklaşacakları; İran’ın ve Türkiye’nin Filistin ile olan bağlantılarını nasıl değerlendirecekleri, bugün itibarıyla belirsizliğini koruyan hususlardır. Belli olan bir şey var ise, eğer Filistin sorunu çözülürse, bunun Kürt sorununu öne çıkaracağı ve bu öne çıkışın da İran’ı ve Türkiye’yi hedef alacağıdır. İran’ın güçlenmekte olduğu, dolayısıyla bununla baş edebileceği düşünülürse de, Irak’a ve Suriye’ye ilişkin mevcut angajmanının bu avantajını anlamlı olmaktan çıkaracağı değerlendirilmektedir. Türkiye’nin ise; içeride ve dışarıda sorunlu bir süreçten geçmesi, iktidarın yorgun ve yıpranmış olması, ülkede birlik ve beraberliğin ciddi şekilde zedelenmiş olması nedenleriyle, Kürt sorununun bugün düne göre daha güçlü olarak öne çıkmasının, Türkiye’yi ülke ve ulus bütünlüğünü kaybetme riski (tehlikesi) ile karşı karşıya bırakabileceği düşünülmektedir.

Türkiye, son yıllarda, Sünni İslam kimliğini öne çıkaran bir dış politika anlayışını sergilemekte, dış politika uygulamalarında bu görülmektedir. Suriye krizi üzerinden görüldüğü gibi, bu süreç içerisinde, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte hareket etmektedir. İsrail ve Mısır ile ilişkileri iyi değildir. ABD ile olan ilişkilerinde bir soğuma ve gerileme söz konusudur. Suriye krizine, Şam Yönetiminin ve PYD/YPG’nin karşısında taraftır. Bağdat ve Tahran ile olan ilişkileri, oldukça mesafelidir. Erbil’deki Kürt Yönetimi üzerinden bölgedeki Kürt hareketini kontrol etme düşüncesine dayalı politikası, Irak’ı özellikle ciddi şekilde rahatsız etmektedir. Uçak düşürme olayı ile birlikte Ankara-Moskova ilişkileri bozulmuş; bu bozulma, hem giderek artmaya, hem de kalıcı olma sinyalleri vermeye başlamıştır. Bu tabloda, eğer Filistin sorununun çözülmesi ile birlikte Kürt sorunu öne çıkacak ise; hele bu öne çıkış, Filistinlilerin kendi devletlerine kavuşmasından sonra, Kürtlerin de kendi devletlerine kavuşması şeklinde kendisini gösterecek ise, Türkiye için risk (tehdit) çok ciddi demektir.

Onun içindir ki, Türkiye’nin, dış politikaya ilişkin olarak içinde bulunduğu tabloyu çok iyi okuması, bu tablonun geleceği (gelebileceği) anlamlara ciddi şekilde eğilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda akla gelen bazı hususlar şunlardır: (i) Bugün Suriye krizinde birlikte hareket ettiği Suudi Arabistan ve Katar, Filistin sorununu çözmekle, Türkiye’yi Kürt sorunu ile karşı karşıya bırakan ülkeler olacaklardır. (ii) Ne Mısır, ne de Suudi Arabistan, Türkiye’nin Sünni İslam Dünyasında öne çıkmasını isterler. Tam tersine, bunu, kendilerinden rol çalmak olarak görürler. Özellikle Mısır, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır halkı nezdindeki popülaritesinden ciddi şekilde rahatsızdır. Bu belirtilenler nedeniyle, Türkiye’nin ciddi bir Kürt sorunu ile karşı karşıya kalmasını Suudi Arabistan ve Mısır kendileri için olumlu bulacaklardır. (iii) İsrail-Türkiye ilişkilerinin içinde bulunduğu “kötü” durum ve Yahudilerin “Büyük İsrail” idealinin kapsamına dahil topraklar, İsrail’in Kürtler ile olan ilişkileri ve bağımsız bir Kürt Devletinden yana olduklarını açıkça ifade etmeleri ile birlikte mütalaa edildiğinde, Filistin sorununun çözülmesinin Kürt sorununu öne çıkaracağı ve Türkiye’yi tehdit edeceği yönündeki görüşü beslemektedir. (iv) Eğer Mısır’ın ve Suudi Arabistan’ın Kürt sorununun öne çıkmasına yukarıda belirtilen nedenle müzahir olabilecekleri hatırlanırsa; bu, İsrail ile Suudi Arabistan ve Mısır arasındaki ortak paydanın sadece Filistin sorununu değil,  Kürt sorununu da içereceği anlamına gelecektir. (v) Riyad, Tel Aviv ve Kahire, sadece Ankara’yı ciddi bir Kürt sorunu ile karşı karşıya bırakmakla kalmayıp, aynı zamanda Ankara’nın Filistin konusundaki avantajlarını elinden almak suretiyle, Ankara’nın iki “kere” kaybeden olmasına yol açabileceklerdir. (vi) Aynı şekilde, Rusya-Türkiye ilişkilerinin içinde bulunduğu “kötü” durum ve Rusya’nın tarihten gelen Kürtlere olan ilgisi ile, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz kıyılarına kadar uzanacak bir “koridor” üzerinde kendisini gösterecek müstakil Kürt Devleti ve Suriye krizine müdahil olduktan sonra bu ülkede elde ettiği yeni imkan ve kolaylıklar üzerinden Rusya’nın kurulacak Kürt Devletine daha etkin olarak nüfuz etme imkanına kavuşacağı dikkate alındığında; Rusya’nın,  müstakil bir Kürt Devletinin kurulmasından ve buna imkan vereceği için de Filistin sorununun çözülmesinden yana olması beklenecektir. Eğer Filistin sorununun çözülmesi Türkiye’nin bu konudaki avantajını kaybetmesine ve ciddi “Kürt tehdidi” ile karşı karşıya kalmasına hizmet edecek ise, bunun Kafkasya’da ve Karadeniz’de Rusya’nın ayrıca işine geleceğini söylemeye gerek yoktur. (vii) Ve ABD… Ankara-Washington ilişkilerindeki soğuma ve gerileme, çok belirgindir. Mayıs 1999’da Filistin halkının müstakil bir devlete kavuşmasını öngören süreci başlatan ABD, hala bu süreci tamamlama peşindedir. Sina Yarımadası’ndaki toprağın ABD üzerinden alındığının ileri sürülmesi buna işaret eder, yani ABD de Filistin sorununun çözümünden yanadır. ABD’nin (Ruslar kadar eskiye gitmese de) uzunca bir süredir Orta Doğu’da bir “Kürt Kartı”na sahip olmak istediği ve bunun önündeki en büyük engellerden birinin Türkiye olduğu herkesin bildiği bir husustur. Böyle bakınca, Filistin sorununun çözülmesi, ABD’nin verdiği sözün arkasında duracak güce sahip olduğuna işaret etmek suretiyle, hem ABD lehine bir caydırıcılığa yol açacak, hem de ABD’nin ülkeleri etkisine açmasına ve nüfuz alanını genişletmesine hizmet edecektir. Filistin sorununun çözümünün münhasıran Türkiye’yi hedef alacak Kürt hareketini öne çıkarması ise, ABD’nin Kürt kartına sahip olmada Türkiye engelini aşmasını kolaylaştıracaktır. Yani ABD, bir taşla iki kuş vurmuş olacaktır. (viii) Bu tabloda, son günlerde sınırın Suriye tarafından atılan, Kilis’te can ve mal kayıplarına yol açan havan/füze atışlarının Türkiye’yi Suriye’ye askeri müdahalede bulunmaya itme (Suriye’ye çekme) amacını taşıyor olabileceğini de görmek gerekir. Suriye’ye askeri müdahale, Türkiye’nin, önce Filistin sorununda, sonra da karşısında bulacağı Kürt sorununda hareket serbestisini kısıtlayabileceği için, temelde her iki sorunla da ilişkilendirilmiş olarak görülmesi (değerlendirilmesi) gereken bir konudur.

Türkiye, Filistinlilere “yurt” arayanların, bunu bulduktan sonra Kürtlere “yurt” arayacaklarının farkında olarak hareket etmek durumundadır.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleşen 13. İİT Zirvesi’nin kapanışına ilişkin olarak, İİT Genel Sekreteri ile birlikte yaptığı basın toplantısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İslam Dünyasında sıkıntı çekilen konulardan birinin “mezhepçilik” olduğuna işaret etmesi, (mezhepçiliğin geldiği noktada Türkiye’nin payının olup olmadığına ilişkin olarak söylenebileceklerden bağımsız olarak), Ankara’nın bu çalışmaya konu gelişmelerin (özellikle Suudi Arabistan mahreçli gelişmelerin) farkında olabileceği algısına yol açmıştır. İçinde bulunduğumuz günlerde, Golan Tepelerinin gündeme gelmesi, İsrail’in Golan Tepelerinden çekilmesinin konuşulması ve IŞİD’a bağlı unsurların Golan Tepelerine doğru ilerleyişinden söz edilmesi, Türkiye’nin yanısıra, Filistin sorununun bu çalışmaya konu yapıldığı şekilde çözüme kavuşturulmasından rahatsız olan başka aktörlerin de bulunduğu algısına yol açmıştır. Çünkü eğer Gazze ve Sina Yarımadası Filistinlilere ülke olarak “tahsis” edilecekse, İsrail’in ülkesindeki Filistinliler “bir şekilde” buralara  “göçürülecekse”,  İsrail’in Golan Tepelerini elinde tutmasına gerek kalmayacaktır. Golan Tepelerinin su kaynakları yönünden arz ettiği önem, İsrail’in burayı elinde tutmasının haklı ve kabul edilebilir gerekçesi sayılamayacaktır. Nedeni de, hem bu toprakların Suriye’ye iadesini öngören BM kararları vardır, hem de su konusunda yapılacak özel düzenlemeler üzerinden İsrail’in suya ilişkin çıkarlarının korunması mümkündür. İsrail’in, hem Filistinlilere “yurt” bulunmak suretiyle Orta Doğu Barış Süreci bağlamında Filistinlilere bırakılması öngörülen topraklarda yeni yerleşim yerleri açabilmesi, hem de Golan Tepelerini elinde tutmaya devam etmesi, anlaşılır bulunmayacaktır. Golan Tepelerinden çekilmeme gerekçesi olarak ileri sürülebilecek su konusunda, taraflar arasında bir düzenlemeye gidilmesi mümkündür.

Görünen, Filistin sorununun çözümünün İsrail lehine bir mecrada geliştiği, İsrail’in genelde “alan” olduğudur. Oysa uluslararası ilişkiler, bir “al-ver” ilişkisidir, karşılıklı ve dengeli çıkarlar üzerinden işler. İlişkilerin böyle işlemediği durumların ürünü olan “kurumlar”, kalıcı olmazlar, koşullardaki değişimin yol açacağı uygun ilk fırsatta geçerliliklerini yitirirler. Onun içindir ki, eğer İsrail Filistin sorununun çözülmesini samimi olarak istiyorsa, kendisi de su konusunda yapılacak özel düzenlemeler sonrasında Golan Tepelerini Suriye’ye iade etmelidir.

Mevcut koşullarda ve yukarıda belirtildiği şekilde, Golan Tepeleri, sadece Filistin sorunu ile ilgili değil, dolaylı olarak Kürt sorunu ile ilişkilendirilme potansiyelini de içeren bir konudur.

Filistin sorununun çözümü konusuna bakarken, ayrıca şunları da görmek gerekir. (i) Filistin sorununun münhasıran Suudi Arabistan merkezli olarak çözülmesi, Kral Selman’a ve Suudi Arabistan’a, Arap ve İslam Dünyaları ile Dünyanın genelinde, itibar sağlayacaktır. Bunu iki açıdan görmek gerekir. Birincisi, bugüne kadar Filistin sorununda hiç kendisini belli etmemiş Suudi Arabistan’ın birden bire ortaya çıkarak bu sorunu çözmesinin bugüne kadar Filistin sorunu ile iç içe olmuş Arap ve İslam ülkeleri tarafından nasıl karşılanacağıdır. Arap ve İslam Dünyasında yeni bir bölünme kendisini gösterebilir mi? İkincisi de, Suudi Arabistan’ın Filistin sorunu üzerinden itibar kazanmasının mezhep çatışmasını körükleme ihtimalidir ki, bu, İslam’ın ve Müslümanların zarar görmesine yol açabilecek bir durumdur. (ii) Filistin sorununun Suudi Arabistan merkezli olarak ve İsrail lehine çözülmesi ve, bu çözümün Kürt hareketini öne çıkarması; bir taraftan Ankara’nın Riyad ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine neden olacaktır, diğer taraftan da İran’ı ve Türkiye’yi biri birine itecektir. Bu itiş, Ankara-Bağdat ve Ankara-Şam ilişkilerini de olumlu yönde etkileyecektir. Bunlar, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin aynı paydada yer aldığı bir görüntüye yol açabilecektir ki, eğer “Kürt kartına” sahip olma politikasını biraz daha zamana yayabilirse ABD’nin de bu paydada yer alması söz konusu olabilecektir. Suudi Arabistan’ın izlemekte olduğu dış politika, ABD’yi böyle bir görüntü vermeye itebilir. Bu durumda, Rusya’nın hava unsurları üzerinden angaje olması ile birlikte Suriye krizinde görülen mecra değişikliğinden sonra,  yeniden bir mecra değişikliğinin yaşanma ihtimali de öne çıkmaktadır. Ancak Suudi Arabistan’a rağmen ABD’nin, İsrail’e yakın durması ve birlikte Kürt Kartını hayata geçirmek istemesi ihtimali de mevcuttur. (iii) Rusya açısından bakıldığında, Filistin sorununun çözümü sonrasında Kürt sorununun öne çıkması ve bunun Türkiye’yi hedef alması Moskova’nın işine gelir gözükse de; Golan tepeleri nedeniyle, Filistin sorununun çözümünün Rusya’nın Suriye’deki kazanımlarını riske etme ihtimali söz konusudur. Eğer İsrail lehine ve Suudi Arabistan merkezli bir çözüm, Arap ve İslam Dünyalarında bölünmeye yol açar ise, bu durumda da Rusya’nın Suriye’deki varlığı için risk söz konusu olacaktır. Rusya, bunu dikkate alacak; muhtemelen önde olmak yerine dolaylı bir “tutum” içinde olmayı tercih edecektir. Ancak Kürt sorununun Türkiye’yi hedef alır bir mecrada gündeme gelmesinin Kafkasya’da ve Karadeniz’de kendisinin işine geleceğinin de farkında olarak hareket edecektir. (iv) Filistin sorununun çözülmesi, ABD ile olan ilişkileri yıpranmış ve ABD karşıtlığının artık adeta “kemikleşmiş” olmasına rağmen, Orta Doğu’da Çin’e olan aşağıya çekecek, Pekin karşısında Riyad’ın elini (pazarlık gücünü) besleyecektir. Düşük petrol fiyatları üzerinden adeta Çin’i sübvanse etmesinin içerdiği “veren el” pozisyonun da etkisinde, Riyad’ın Pekin’e karşı “buyurgan” bir tavır takınabileceği; Başkan Obama’ya Riyad’da uygulanan karşılama protokolünün bu ihtimalin varlığına işaret ettiği; Pekin’in bütün bunların farkında olduğu hatırlanır ve/veya varsayılır ise, Pekin’in kendisine “muhtaç” bir Suudi Arabistan’ı tercih edilebilir bulacağı ileri sürülebilir. Filistin sorununu Suudi Arabistan merkezli olarak çözülmesi, Pekin’in bu tercihi ile bağdaşmayacaktır. Bu noktada, ayrıca eğer Filistin sorununun bu şekilde çözülmesi Kürt sorununun da çözülmesini gündeme taşıyacaksa ve çözümler müdahil olanların işine yarayacaksa, Çin’in söz konusu süreçlere dahil olmadığını da görmek gerekir. (v) Eğer IŞİD’a Kürt hareketinin güçlenmesini “maskelemek” işlevinin yüklendiği kabul edilir ise, Filistin sorununun çözümü bu maskeyi düşürecek; IŞİD’ın ortaya çıkmasından bugüne kadar geçen süre içersinde Kürt hareketinin ne kadar güçlenmiş olduğu çok net olarak anlaşılmış olacaktır. Bu, Kürt sorununun Türkiye için ne denli ciddi bir tehdide dönüşmüş olduğunun ve bunda IŞİD’ın payının ne kadar büyük olduğunun anlaşılması bakımından oldukça anlamlı bulunmaktadır.

Sonuç olarak, Mısır’ın Sina Yarımadası’ndaki topraklarından vazgeçmek suretiyle Filistinlilere yurt bulunması, İsrail’in topraklarını Arapların aleyhine olarak genişletmesi anlamına gelecektir. Eğer 1917’deki Balfour Deklarasyonu, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması, 1948-1967-1973 Arap-İsrail Savaşları hatırlanırsa, İsrail’in sürekli genişlediği görülecektir. Bu da bize, Filistin sorununun çözülmesinin, İsrail’in genişleme stratejisindeki aşamalardan yalnızca biri olacağını söylemektedir. İsrail’in genişlemesi durmayacaktır, bir sonraki adım Akabe Körfezi’nin tam kontrolü olacaktır.

Eğer bağımsız Kürt Devletinin İsrail’in ileriden savunulmasına imkân ve fırsat vereceği görüşüne iştirak edilir ise, Filistin sorununun çözümünden sonra sırasının Kürt sorununun çözümüne geleceğinden şüphe duyulmayacaktır.

Düne kadar, Filistin nedeniyle İsrail’i karşısına alan Arap ve İslam ülkeleri, bugün İsrail’e hizmet yarışına girmiş gibiler. Peki niçin? Arap ve Müslüman halk “gün yüzü görmesin”, Arap ve Müslüman ülkelerin yöneticileri iktidarda kalsınlar diye mi?

Son bir husus; acaba Türkiye ya da İran, Mısır’ın yaptığını yaparak, Kürtler için kendi topraklarından vazgeçerler mi?

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 25 Nisan 2016.


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.