Prof. Dr. Osman Metin Öztürk, ASCMER Başkanı
Uluslararası ilişkilerde güç çok önemlidir. Niye önemlidir? Çünkü ülke içinden farklı olarak, uluslararası ilişkilerde bu ilişkiyi her yönüyle düzenleyen hukuk kurallar yoktur ya da eksiktir, olsa bile bu kurallara uyulmasına nezaret edecek yaptırım gücüne sahip ülkeler üstü bir güç yoktur. Bu, uluslararası ilişkilerde geniş bir boşluğa yol açmakta; bu boşluk ta, güçleri ile orantılı olarak ülkelerce doldurulmaktadır. Güçlü ülkeler, güçlerini öne çıkarmak suretiyle, istediklerini yapabilmektedirler. Güçleri sayesinde, muhataplarının normal koşullarda yapmak istemeyecekleri şeyleri onlara yaptırabilmekte, an azından belirgin bir caydırıcılığa sahip olabilmektedirler. Güçlü aktör lehine, “bunu yaparsam, bana bedel ödetir” şeklinde ifade edilebilecek yerleşik bir algıdan söz etmek mümkündür.
Gücün uluslararası ilişkilerdeki bu durumu, küresel bir düzenin ya da sistemin olmadığı anlamına gelmez. Büyük/güçlü ülkelerin, küresel düzene/sisteme ilişkin sorumlulukları vardır. Bunu sağlama ve sürdürülebilir kılma yükümlülüklerinin olduğu kabul edilir. Ancak onların bu sorumlulukları ya da yükümlülükleri, uluslararası ilişkilerdeki geniş “hukuksal boşluğu” doldurmaya bugüne kadar yetmemiştir. Üstelik ortaya çıkmış (mevcut) uluslararası hukukun yaptırım gücü de ya yoktur ya da oldukça zayıftır. Uluslararası hukuk, büyük/güçlü devletlerin yol göstericiliğinde ortaya çıkmış olsa da, hem onların bu konudaki sorumlulukları ve yükümlülükleri “resmi” bir nitelik taşımaz, hem de oluşumuna ön ayak oldukları uluslararası hukuk kuralları onların işine gelmiyorsa ya da çıkarlarına hizmet etmiyorsa kolayca ihlal edebilmekte, görmezden gelebilmektedirler.
Bunları niçin ifade ettim? Türkiye’nin uluslararası ilişkiler bağlamında “gerçekten” güçlü olması gereken bir dönemden geçtiğini değerlendirdiğim ve aşağıda ele alacağım, anlatacağım konuyu doğrudan Türkiye’nin gücü ile ilgili gördüğüm için…
Okuduklarım, gördüklerim, yaşadıklarım, akademik birikimim ve sezgilerim, bende “iki Türkiye” algısına yol açıyor. Birincisi “yapay” gündem ile meşgul Türkiye, ikincisi de “gerçek” durumu/gündemi ile Türkiye…
Kendi kendime soruyorum: Milli ve coğrafi (toprak) bütünlüğümüze yönelik her gün biraz daha güçlenen bir tehdit var mı? Var. Medyadan hiç eksik olmayan haberlerden, yürürlükteki anayasal sistemimizde geçen her gün biraz daha kendisini belli eden bir erozyon ya da tahribat olduğu çıkarılabiliyor mu? Evet. Anayasal kurumlar kağıt üzerinde var, işliyor gözüküyor ama, “içleri” boşalmış, “işlevleri” hem şekli olmanın ötesine geçemiyor hem de “noterleri” çağrıştırıyor, olması gereken “etkileri” kaybolmaya yüz tutmuş gibi gözüküyor mu? Gözüküyor. Ben böyle görüyorum.
Türkiye’nin jeopolitiği, münhasıran enerji ile bağlantılı olarak yeniden hızla değer kazanıyor. Bu coğrafyada varlığı koruma, sürdürme ve geliştirme giderek zorlaşıyor. Bu zorluğu aşmanın tek yolu, başlangıçta da ifade edildiği üzere, ülke olarak güçlü olmaktır. Bunun için de, bir taraftan devletin milli karakterini beslemeye ve öne çıkarmaya, diğer taraftan da gücünü içinden çıktığı ülkeden ve bu ülkenin insanlarından alan güçlü bir iktidara ihtiyaç vardır. Peki, Türkiye’nin güncel durumu bu belirttiklerim ile uyuşuyor mu, örtüşüyor mu, böyle görülebiliyor mu? Ben, bir uyuşma ve örtüşme göremiyorum.
Gördüğüm, Türkiye üzerindeki tehdit artarken (beka sorunu ağırlaşırken), içerideki tablo nedeniyle gücümüzün eridiğidir. Tehdit artarken, ne yapılması gerekir? Tehdidi savuşturmak, arkasındaki aktörü caydırmak için, ülkenin gücü beslenir, artırılmaya çalışılır, değil mi? Peki durum öyle mi? Bu da bana göre öyle değil. Çünkü uluslararası ilişkilerdeki güç olgusu açısından baktığımda, savunma gücümüzün erime içinde olduğu bir izlenime sahibim.
Ülkemizin çok ciddi sorunlar ile karşı karşıya bulunduğunu ve bu sorunların giderek daha büyük bir ciddiyet kazandığını düşünüyorum. Ülkenin durumunu böyle görürken, memleketi yönetenlerin bilinen siyaset anlayışlarında ve uygulamalarında bir değişme olmadığını görmem, beni derinden rahatsız ediyor, üzüyor. Bu nedenle sıkıntılıyım, kendimi sıkça yorgun hissetmeye başladım.
Hem biraz olsun ferahlamak, hem de ülkenin durumuna farklı yerlerden bakmak için, geçtiğimiz günlerde birkaç günlüğüne Ankara dışına-seyahate çıktım. Gittiğim yerlerde her fırsatta insanlarla konuştum. Konuştuklarım, genellikle hemen o yörenin gezilecek-görülecek yerlerini bana sayıyor, gidip o yerleri görmemi öneriyorlardı. Bunları istemediğimi, memleketin durumundan ve geleceğinden endişe duyduğumu, zaman zaman bu endişemin “temelsiz” olabileceğinin aklıma geldiğini, “temelsiz” olup olmadığını anlamak için, burada olduğumu, bu seyahate çıktığımı onlara söyledim. Kahvede, çay ocağında, benzinlikte, lokantada, fırında, sokakta, konakladığım yerlerde, balıkçı lokalinde, her yerde ve her fırsatta onları dinledim, bütün zamanımı onları dinleyebileceğim kamuya açık yerlerde geçirdim. Geçim derdi de, ülkenin geleceği de dâhil, ne anlattılarsa kulak verdim. Gördüm ki, rahatsız ve sıkıntılı olan sadece ben değilmişim, rahatsızlığım ve sıkıntılı oluşum bir “ehvam” ya da “kuruntu” değilmiş…
Bu seyahatimde bir çay ocağında konuştuğum kişinin bana söyledikleri, oldukça dikkat çekiciydi ve iş bu yazının kaleme alınma nedeni oldu. Konuştuğum kişi, “evet, geçinemiyorum, ülke iyiye gitmiyor ama, bu durum 2023’te sona erecek” demişti. Şaşırdım ve sordum: “Niye, nasıl bitecek? Şunun şurasında 2023’e kaç yıl kaldı, bu kadar kısa sürede nasıl biter?” Bana, “Lozan Antlaşması’nda yer altı kaynaklarımızı (madenlerimizi-petrolümüzü) kullanmamızı engelleyen bir madde varmış, bu madde 100 yıl geçerliymiş, 2023’te 100 yıl doluyor, 2023’te petrolümüz de dâhil, bütün yer altı kaynaklarımızı (madenlerimizi) kullanacağız ve bu kötü gidiş ortadan kalkacak” dedi. Şaşırdım, kaldım… Kendisine uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk konularında çalışmış-çalışan emekli bir profesör olduğumu, bunun doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Türkiye’nin her tarafında köylüleri ve çevrecileri ayağa kaldıran maden işletilmesi için verilmiş ruhsatları, işletmeleri, bu işletmelerin yol açtığı doğa/çevre tahribatını hatırlattım. Demek ki, madenlerimizi işletebiliyormuşuz dedim… Lozan Antlaşması’nda öyle bir hüküm olsaydı, bu madenler için ruhsatlar verilir miydi, bu işletmeler ortaya çıkar mıydı? Ayrıca Türkiye’nin miktarı az da olsa, ham petrol ve doğal gaz çıkardığını bildiğimi, Türkiye’den doğal taş ve mineral ihraç edildiğini de ekledim.
Akademik çalışma ve ilgi alanıma dâhil bir konu olduğu için, Lozan Antlaşması’nda öyle bir hüküm olmadığını bilmeme rağmen, seyahatimden dönünce kütüphanemde yer alan Lozan Barış Antlaşması’na dair metne bir kere daha baktım. Böyle bir hüküm yok. Acaba 24 Temmuz 1923 günü, Lozan Konferansı’na katılan bütün taraflar, madenler konusunda ayrı bir düzenleme yapmış olabilir mi diye, bu konferans sırasında imzalanan 17 kalem belgenin (bağıtın) tek tek sayılarak imza altına alındığı 18 numaralı ek’e de baktım. Bu ekte sayılan belgeler içinde de, madenlere dair ayrı bir düzenleme yer almıyordu, yoktu.
Yine döndükten sonra yaptığım kısa araştırmada, Türkiye’nin 2018 yılı verileri ile günde 55 bin varil ham petrol ve yılda 368 milyon m³ doğal gaz çıkardığını; İstanbul Maden İhracatçılar Birliği verilerine göre, doğal taşlar ve mineraller ihraç ettiğini, hatta bu ihracatın 2019 yılının ilk 10 ayına ilişkin toplam değerinin 3.5 milyar dolar olduğunu da gördüm.
Maalesef gittiğim yerlerde “2023” yılı kullanılarak yapılan böyle bir propaganda var.. Sorulmaz mı, bu nasıl bir “propaganda”, niye böyle bir “algı yönetimi” yapılıyor, amaç nedir, sonu görülebiliyor mu diye…
Ülkeyi yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkinin “samimi” olması, doğrular üzerine kurulu olması, bir ülkenin gücüne güç katar. Yönetenlerin siyaset yapma anlayışları ve uygulamaları ile, yönetilenlerin kendilerini yönetenlere duydukları güven, bir ülkenin gücü ile doğrudan ilgili hususlardır.
“2023” yılına ilişkin böyle bir propaganda, gerçekler üzerine kurulu olmadığı gibi, Lozan’ın bir “zafer mi, hezimet mi” olduğunun hala tartışıldığı günümüz ortamında bu tartışmayı besleyen, dolayısıyla ülkeye zarar veren bir mahiyet de arz etmektedir. Lozan Barış Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “tapusu”dur, böyle kabul edilmektedir. Hal böyle iken, “2023’te Lozan Barış Antlaşması’ndaki kısıtlayıcı hükümler ortadan kalkacak, madenlerimizi kullanabileceğiz ve ekonomik sıkıntılarımız bitecek, çok güçlü bir devlet olacağız” şeklindeki bir propaganda ya da böyle bir algı yönetimi, ülkenin gücünü mü besler, yoksa ülkenin gücünü mü aşındırır? “2023” yılına ilişkin böyle bir propaganda ve Devletin “milli” karakteri… Acaba bunlar arasında nasıl bir etkileşmeden söz edilebilir? Bir de, 2023’e gelindiğinde, memlekette ortaya çıkacak hayal kırıklığı, bunun ulusal güce ve ulusal duruşa olacak olumsuz yansıması var ki; bunun da ülkenin gücüne olacak yansımaları itibarıyla ayrıca tasavvur edilmesi gerekir… Devletine güveni kalmamış, memlekette olanlara/yaşananlara ilgisiz, geçim derdine düşmüş, yaşamını sürdürmeye ve ailesini ayakta tutmaya odaklanmış insanların öne çıktığı bir memleket tablosu, güncel bölgesel jeopolitik durum ışığında, milli ve coğrafi (toprak) bütünlüğümüz bağlamında, acaba bize ne söylüyor olabilir? Böyle bir tablo, tehdidin arkasındakiler için “tahrik/motive edici”, tehdidin önündeki Türkiye için de savunma imkân ve kabiliyetini aşağıya çekici bir memleket tablosu olmuyor mu? Onun içindir ki, tekrar ediyorum; 2023 yılı ile ilgili olarak bahsettiğim bu propaganda, nasıl bir propaganda ya da algı yönetimi diye sorgulanmaz mı?
Seyahatim sırasında karşılaştığım 2023 yılına dair bu propaganda olayı, geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleştirdiğim önceki seyahatimde, Elazığ/Harput’da yaşadığım, yine doğru ve rasyonel olmaktan uzak bir başka olayı çağrıştırdı. Harpu’ta, alış-veriş yaptığım bir esnafa memleketin durumu hakkında ne düşünüyorsun diye sormuştum. Aldığım cevap, “Çok iyi, Tayyip’ten önce, ne yol vardı, ne fabrika vardı, hiç bir şey yoktu, sayesinde memleket çok şeye kavuştu” demişti. Elazığ, benim doğduğum ve büyüdüğüm, yani bildiğim bir şehir… Şaşırmış, bir an için ne söyleyeceğimi bilememiştim. Bu arada, Elazığ’ın 2002 öncesi, bir film şeridi gibi, hızlı zihnimden gelip geçti… Elazığ şeker Fabrikasını, Elazığ Çimento Fabrikasını, Keban Barajını, Doğu Ekspresi ile Kurtalan Ekspresi’nin güzergahı üzerindeki hareketli Elazığ Tren Garını hatırladım… Bunları o esnafa hatırlattım… Cevabı, “fırın müsait iken ipe dizdiğin isotları fırına ver, sonra konuşuruz” deyip yüzünü başka yöne çevirdi, anlamı “güle güle” idi…
Yaşadığım bu olay da beni etkilemişti. İnsanlar, nasıl oluyor da, göz önündeki gerçeklere rağmen, bu tür propagandaların etkisinde kalabiliyor? Acaba böyle bir propagandanın ya da algı yönetiminin, geleceğe yönelik olarak, siyaset kurumlarına ve ülkeye faydası üzerinde hiç düşünülmüş müdür?
Türkiye üzerindeki tehdit artarken (beka sorunu ağırlaşırken), içerideki tablo nedeniyle gücümüz erirken, böyle bir propaganda ya da algı yönetimi nasıl yapılabiliyor, inanın anlayabilmiş değilim. Anladığım; doğru olmadığı, gücümüzü aşındırdığı, yönetenleri yönetilenlerden uzaklaştırma potansiyelini içerdiğidir. Böyle giderse, ülkeyi yönetenlerin dış politikadaki dip yapmış yalnızlığının iç politikaya yansıması kaçınılmaz olacaktır diye düşünüyorum.
Biliyorum ki, Türkiye üzerindeki tehdit artarken (beka sorunu ağırlaşırken), güçlü siyaset kurumları, tehdidin savuşturulması açısından son derece önemlidir. Siyaset kurumunun, gerçek manası ile güçlü olmasına ihtiyaç vardır. Siyaset kurumlarının güçlenmesi ise, doğru konuşmalarına ve doğru iş yapmalarına bağlıdır. Etkin, işlevsel ve caydırıcı güç, böyle kazanılan güçtür. Güçlü “görünme” ya da “gösterme”, mevcut koşullarda etkin, işlevsel ve caydırıcı olamaz, Türkiye için sadece mevcut koşuları daha da ağırlaştırır.
Söylemiş olayım…
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 30 Kasım 2019