Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Bugünlerde, Dünyada da, Türkiye’de de, ağırlıklı olarak, ABD’nin 20 yıl kaldığı Afganistan’dan çekilmesi ve Afganistan’ın Taliban’ın kontrolüne girmesi (“Talibanlı Afganistan”)konuşuluyor.
Bu bağlamda, değinme ihtiyacını duyduğum hususlar-çağrışımlar var.
“Talibanlı Afganistan”, bana, ilk olarak, 2003’teki “1 Mart Tezkeresi”ni çağrıştırıyor.
ABD’nin, 2001’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a müdahale gerekçeleri… Ve ABD’nin 20 yıl kaldığı Afganistan ile 18 yıldır bulunduğu ve çekildi-çekiliyor denildiği Irak’ın bugün içinde bulunduğu durum… Müteakip paragraftaki bu çağrışıma dair hususları okumadan önce bunları bir düşünmeli.
Hatırlanacaktır; 2003’teki “1 Mart Tezkeresi” ile, o zaman yeni kurulmuş AKP Hükümetine, TBMM tarafından “yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin vermesi için” yetki verilmesi öngörülüyordu. Tezkere geçse idi, ABD, Irak’a yönelik askeri harekâtı için Türkiye’nin ülkesinde ihtiyaç duyacağı yerlere askeri birlik konuşlandırabilecek (askeri varlık bulundurabilecek) ve Türkiye’nin birçok sivil-askeri tesisinden (imkânlarından) yararlanabilecekti.
Bu tezkerenin gündeme geldiği 2003 yılında, NATO kapsamında ABD ile yapılmış “ikili” anlaşmalar uyarıca, Türkiye’de zaten ciddi bir ABD askeri varlığı bulunuyordu. Sözde ve “kağıtta”, ABD, Türkiye’deki bu askeri varlığını sadece NATO’nun “resmi” olarak reaksiyon gösterdiği olaylar/durumlar için kullanacaktı ama, öyle olmadığı, ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığını bölgeye ilişkin kendi hedef ve çıkarları için kullandığı (istismar ettiği) hemen herkesçe biliniyordu, konuşuluyordu. Bu duruma rağmen, ABD, 2003’te Türkiye’deki askeri varlığını daha da artırmak, güçlendirmek istiyordu!… Tezkere geçmiş olsaydı, ABD’nin “olan” askeri varlığı, daha “yaygın” ve “yoğun” olacaktı. ABD, yeni yerleri kullanma ve Türkiye’deki askeri varlığını (birlik, silah-teçhizat ve mühimmat olarak) iki-üç katına çıkarma imkânına kavuşacaktı.
Afganistan’da 20 yılda, Irak’ta 18 yılda, ABD’nin ne yaptığı, bu ülkelerin bugünkü hallerinden çıkarılabiliyor ve unutmayalım ki, ABD, 2001’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a müdahale ederken, bu iki ülkede önceden bir askeri varlığa sahip değildi.
“Şekli” olarak ve “olan” açısından bakıldığında, ABD’nin, hem “1 Mart Tezkeresi” öncesinde NATO kapsamındaki ikili anlaşmalar uyarınca Türkiye’de bulundurduğu askeri varlık, hem de tezkere geçseydi Türkiye’de ayrıca (ilave olarak) bulundurma imkânına kavuşacağı askeri varlık, ABD’nin Afganistan’da 20 yıl ve Irak’ta 18 yıldır askeri varlık bulundurmasından farklı gözükebilir. Ancak eğer “1 Mart tezkeresi” TBMM’de kabul edilmiş ve Türkiye’deki ABD askeri varlığının boyutu birkaç katına çıkmış olsaydı, kuvvetle muhtemel, bugün Türkiye de, Afganistan’ın ve Irak’ın bugün içine düşmüş oldukları bir durumda olacaktı. Çünkü ABD ile ilgili deneyimler ve o günkü koşullar bunu söylüyordu.
ABD, 2000’li yılların başlarında tek süper güç konumundaydı, tartışmasız küresel hegemondu. O yıllarda, önleyici savunma/saldırı söylemini ve sözde insan hakları ihlallerini gerekçe göstererek, olan hukuk ve genel kabul görmüş evrensel değerler himaye etmemesine rağmen, ülkelere kolayca müdahale edebiliyordu.
İran’da 1979’da İslami bir devrim olmuş, İran İslam Devleti ortaya çıkmıştı ve ABD İran’ı kaybetmekle kalmamış, ABD’nin bölgedeki varlığı ve nüfuzu da tehdit ve tehlike altına girmişti. ABD, önce “doğrudan” sekiz yıl süren (1980-1988) İran-Irak Savaşı ile ve “dolaylı” olarak da bu savaş üzerinden bölgede durumu yeniden kontrolü altına almış, arkasından da İran’ı (yaptırımlar uygulayarak) izole etmeye ve rejimini değiştirmeye yönelmişti. ABD’nin bu yönelişi, bugün hala sürüyor gözükmektedir. Onun içindir ki, hem ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerini, hem de TBMM’de kabul edilmeyen “1 Mart Tezkeresi”ni gerçekte ABD’nin İran’a yönelik bu yaklaşımı bağlamında görmek gerekir. Çünkü (i) ABD’nin “İran İslam Cumhuriyeti”ne bakışı bellidir. (ii) Afganistan, Irak ve Türkiye İran’a komşudur. (iii) İran’ın bir diğer komşusu Pakistan da, o yıllarda ABD ile oldukça yakındır. (iv) Sovyetler dağılmıştı. (v) Çin, küresel politikada henüz bugünkü gibi varlığını hissettirmemişti. Tabiatıyla, ABD’nin Afganistan, Pakistan, Irak ve Türkiye üzerinden İran’ı kuşattığı böyle bir tabloda ve konjonktürde, İran’ı rejim değişikliğine zorlaması sonuç verici olabilirdi.
Eğer o zaman ABD üzerinden İran’da bir rejim değişikliği mümkün olsaydı, belki bugün birçok şey farklı olacaktı. Türkiye için, ABD’nin bölgedeki yeni “küçük Amerikası” olmasından ya da tam aksi Afganistan’ın ve Irak’ın bugün içine düşmüş oldukları durumdan daha berbat bir duruma düşmesinden söz edilebilecekti. Şunu hatırdan çıkarmamak gerekir diye düşünüyorum: 1979 öncesinde, İran, bölgede “küçük Amerika” olarak anılıyordu ve 1979’daki İslam Devrimi ile birlikte içine düştüğü durum ve bugün geldiği nokta ortada: 40 yıldan fazla bir süredir, huzura, güvene, refaha ve mutluluğa muhtaç bir İran.
Ve 2003’te TBMM’de “1 Mart Tezkeresi” ret edildi ama, o tarihten bu yana geçen 18 yıl içinde “perdenin önünde” oynanan oyuna (yaşanan onca ağır şeye) rağmen, Türkiye’nin AKP iktidarı üzerinden bölgede “küçük Amerika” olma peşinde koşmaktan vazgeçmediği ve ABD’nin de bölgede bundan geniş ölçüde yararlandığı olaylardan-gelişmelerden çıkarılabiliyor. Ve bugün içeride ve dışarıda içine düşmüş olduğu duruma bakarak, ne yazık ki Türkiye’nin İran’ın 1979’un hemen öncesindeki durumunu çağrıştırır bir görünüm arz eder hale geldiğini ileri sürmek de mümkün. En azından ben böyle düşünüyorum.
“Talibanlı Afganistan”a dair ikinci bir çağrışım için önce şunları bir hatırlamalı: ABD, Sovyetlerin dağılması (1991) sonrasında yeni “düşman arayışına” ve bu bağlamda bir “şeytanlaştırma” çabası içine girmiş, o yıllarda “asi/serseri/haydut devletler” olgusunu ortaya atmış, böyle bir kategori ihdas etmiş, İran’ı ve Irak’ı da bu kategoriye dâhil etmişti. Hegemon güçtü ve sadece dost ve müttefik ülkeler ile bir bütün olarak Batı değil, Soğuk Savaş yıllarındaki “muarızları” bile adeta ABD’nin gözünün içine bakıyordu. ABD, böyle bir tabloda, o yıllarda yeni strateji(ler) geliştirme ve buna dayalı propaganda çalışması ile İran’ı hedef almıştı. Ancak İran, bugün hala ayakta ve üstelik nükleer güç sahibi olarak…
Bugün Afganistan’da ve Irak’ta başarısız olduğu konuşulan ABD’nin, sekiz yıl süren (1980-1988) İran-Irak Savaşı bir kenara bırakılırsa, bu savaşın sona erdiği tarihten bugüne geçen yaklaşık 35 yıl içinde İran karşısında başarısız olduğu çok açık değil mi?
Bakıldığında, 1979’da İran’da gerçekleşen “Molla Devrimine” hemen herkes karşıydı!… “Molla rejimi”, asiydi, vahşiydi, terörizmi içeride de dışarıda da bir araç olarak kullanıyordu. Peki, ne oldu? Bu karşı oluş sonuç verdi mi? Vermediği, İran’ın varlığını güçlenmiş olarak korumasından çıkarılabiliyor.
1979’da, “medeniyetler çatışması”ndan, “militan İslami aşırıcılık”tan, “küresel cihatçılık”tan kimse söz etmiyordu, söz edilse bile bunlar bugünkü kadar yaygınlık ve yoğunluk kazanmamıştı. Bunları niçin ifade ettim? Bugün Afganistan’da Taliban’ın kontrolü ele geçirmesine yönelik “tepkileri” fazla anlamlı bulmadığıma işaret etmek için… Tepki aynı, benzerlik arz ediyor. Ancak Dünya, dün İran’daki “Molla Devrimi”ne nasıl alıştıysa ve İran bugünlere nasıl geldiyse, bugün Afganistan’da kontrolü ele geçiren Taliban’a da alışacak ve “Talibanlı Afganistan” da bazı sıkıntılardan geçerek varlığını sürdürecektir. Dün İran İslam Cumhuriyeti ile ilgili olarak yaşananlar, bugün “Talibanlı Afganistan” için bize bunu söylüyor.
Bir de şunlar var: Dünyadaki gelişmenin hızı, bunun gerektirdiği kaynak ihtiyacının kartopu misali geçen her gün büyümesi, artan ve zorlaşan küresel rekabet, Dünyadaki kaynak daralması… Bunlar ve benzerleri, ülkeleri karşı karşıya getirdiği kadar, her zamankinden daha çok biri birine iten etkenler. İran İslam Cumhuriyeti nasıl birlikte çalışacağı ülkeler buldu ve kendisini izole çabalarını boşa çıkardıysa, kuvvetle muhtemel “Talibanlı Afganistan” da birlikte çalışacağı ülkeler bulacak ve kendisini izole etmeye yönelik çabaları boşa çıkaracaktır. Afganistan’ın güncel jeopolitiğinin oldukça değerli olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.
“Talibanlı Afganistan” ile ilgili üçüncü bir çağrışım da şu: Çin, Afganistan ve İran… Taliban, Çin ile de, İran ile de, yakın gözüküyor ve bu “üçlü”nün, bu üçlü ile bir şekilde bağlantılı güncel gelişmelerin neden olduğu çağrışımlar var, bu çağrışımlara yol açan “sinyal algılamaları” var.
“Talibanlı Afganistan” konusu, jeopolitiğe ilişkin bilinen “hâkimiyet teorileri” ışığında, (“medeniyetler çatışması tezi” bağlamında veya değil) küresel ölçekte yeni bir gruplaşma (kutuplaşma) sinyalleri veriyor. Dünya “Talibanlı Afganistan”ı konuşurken, daha yeni çok ciddi ve anlamlı iki gelişme yaşandı. Birincisi, Çin’in nüfuzuna oldukça açık Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), Tacikistan’da yapılan Zirve Toplantısında, İran’ın örgüt nezdindeki “gözlemci” statüsünün “tam üyeliğe” dönüştürüldüğünü açıkladı. Yani İran da artık ŞİÖ üyesi, Çin ve Rusya ile birlikte… İkincisi de, ABD-İngiltere-Avustralya üçlüsünün, Çin’e yönelik olarak, nükleer denizaltı yapımını da içeren bir savunma anlaşması yapmasına dair güncel gelişme. Bu anlaşma nedeniyle Avustralya’nın 2016 yılında Fransa ile imzaladığı toplam değeri 90 milyar dolar seviyesinde olduğu ileri sürülen ve toplamda 12 denizaltının tedarikini içeren anlaşmanın geleceğinin sorunlu hale gelmesi üzerine, Fransa’nın buna ABD nezdinde verdiği tepki var. Belki çok ciddi ve anlamlı bulunması gereken üçüncü bir gelişme de, ABD’nin Afganistan çekilmesi bağlamında, AB’den, Almanya’dan, İngiltere’den ve Hollanda’dan gelen açıklamalar, bazı Avrupa ülkelerinin hükümetlerinde yaşanan istifalar/değişiklikler…
İran’ın ŞİÖ üyesi olması Çin-Afganistan-İran hattındaki güçlenmeyi çağrıştırıyor, diğer iki güncel gelişmeden de Batı içinde Anglosakson-Kara Avrupası ayrışmasına dair sinyaller algılanıyor. Batı içindeki Anglosakson-Kara Avrupası ayrışmasının NATO’ya yansıma potansiyeli zayıf görülmemektedir. ŞİÖ örgütünün güçlendiği, NATO’nun Afganistan’da başarısız olmakla kalmayıp geleceği ile ilgili ciddi soru işaretlerinin bir kere daha doğduğu bir süreç yaşanıyor.
“Talibanlı Afganistan” ile, özellikle Rusya ve Kara Avrupası için, zor bir konjonktür uç vermiş gözüküyor. Küresel ısınmanın etkisinde Kuzey Deniz Yolu’nun daha çok kullanılmaya başlaması, orta vadede, Rusya’nın bu muhtemel gruplaşmada (kutuplaşmada) Anglosakson ülkelerine kaymasına neden olabilir. Böyle bir ihtimali yok varsayamıyorum. Kara Avrupası da, Batı medeniyet grubu içinde ABD’den uzaklaşıp farklı bir yaklaşım sergileyebilir. Talibanlı Afganistan” olgusundan sonra, son günlerde, AB’den ve bazı AB üyesi ülkelerden gelen “AB’nin kendi savunma ve güvenlik yapılanmasına sahip olması gerektiğine dair açıklamalar, buna işaret etmektedir.
Sanırım, “Talibanlı Afganistan”ın küresel ölçekte yeni bir gruplaşmaya (kutuplaşmaya) yol açıp açmayacağı konusundaki en belirleyici etken, Çin’in duruşu/pozisyonu olacak; bunun belirleyici olacağını düşünüyorum. Yani Çin’in duruşunu/pozisyonunu ortaya koyacak sinyaller önemli, buna dikkat kesilmeli. ABD, İngiltere ve Rusya arasında imzalanan, Avustralya’nın nükleer imkân ve kabiliyete sahip denizaltılara sahip olmasını da öngören savunma anlaşmasına Çin’in verdiği tepki, bu türden bir sinyal olarak alınabilir. Keza Çin’in etkisine oldukça açık ŞİÖ’nde İran’ın tam üyeliğe kabul edilmesinin zamanlaması da, böyle bir sinyal olarak görülebilir. Çin’den gelen bu tür sinyaller arttıkça, küresel ölçekteki yeni gruplaşma (kutuplaşma) da belirginleşecektir diye tahmin ediyorum.
“Talibanlı Afganistan”a dair dördüncü bir çağrışım da, İsrail-Filistin anlaşmazlığı ile ilgili. Önce şunu ortaya koymak gerekir: İsrail-Filistin anlaşmazlığı, artık eskiden olduğu “İsrail-Arap anlaşmazlığı” olarak görülmüyor, anılmıyor; bugün daha çok İslam Dünyası ile ilişkilendirilmiş (Müslümanlar ile ilgili) bir anlaşmazlık olarak öne çıkıyor, gündeme geliyor.
İran’daki “Molla Devrimi”, “Talibanlı Afganistan”, “militan İslami aşırıcılık”, “küresel cihatçılık” olguları ve söylemleri, yani “siyasal İslam”ın yoğunluğu ve coğrafyasal genişlemesi, İsrail-Filistin anlaşmazlığında iki farklı düşünceyi akla getiriyor. Bir taraftan, Ortadoğu’daki “İslami sıkışmanın” ve bölgedeki İslam-Müslümanlar ile ilişkilendirilmiş küresel güç mücadelesinin hafifleyebileceği, yoğunluk kaybedebileceği ve bunun bölgedeki Müslüman ülkelerde halkların yıllarca bastırılmış taleplerine dayalı siyasal çıkışlara yol açabileceği akla geliyor ki; bu, aynı zamanda İsrail üzerindeki bölgesel baskıyı azaltan ve dolaylı olarak İsrail’in dış politikasını gözden geçirmesine neden olabilecek bir durum olarak da görülebilir. Diğer taraftan ise, Ortadoğu’da radikal İslami hareketlerin öne çıkabileceği, bölgedeki kontrolün kaybolabileceği, daha kaotik bir bölge ile karşılaşılabileceği, kaosun da daha çok Batı (özellikle ABD) ile iyi ilişkiler içinde olan bölge ülkelerinde yaşanabileceği akla geliyor ki; bu da, İsrail açısından ilk bakışta oldukça riskli gözükse de bir o kadar İsrail’in işine gelecek, İsrail’e avantaj sağlayacak bir durum olarak görülebilir.
Her iki durum da, Filistin’in, iyi bir diplomasi ile, “Talibanlı Afganistan”a odaklı mevcut konjonktürü değerlendirmesi mümkün. Filistin’in BM nezdinde kazanmış olduğu mevcut statü, Dünya kamuoyu nezdinde genelde kabul görmüş haklılığı, Dünya ile uyumlu ve açık toplumsal bir yapıya sahip oluşu ile, İsrail’in artık Ortadoğu ile ve savunma/güvenlik konuları ile yatıp kalkmaktan bıkmış-usanmış görüntüsü, İsrail halkının refah ve mutluluğu için kullanılması gereken kaynakların bölgede askeri harcamalara akmasının rasyonel olmayan-toplumsal rahatsızlığa yol açan belirgin görüntüsü, taraflara ilişkin bu hususlar birlikte mütalaa edildiğinde, Filistin ve İsrail taraflarının, “Talibanlı Afganistan” ile ortaya çıkan konjonktürü “anlaşma” için değerlendirebileceklerini düşünüyorum. Filistin tarafı, İsrail’in de tanıdığı egemen bir devlet haline gelebilir; İsrail tarafı da, başını rahat bir şekilde Ortadoğu’dan kaldırıp “doğrudan” Dünyaya daha çok açılma imkânına kavuşabilir.
“Talibanlı Afganistan” olgusunun, İsrail ve Filistin taraflarını, anlaşma konusunda, her zamankinden daha çok biri birine ittiğini özellikle değerlendiriyorum.
18 Eylül 2021