SURİYE KRİZİ: TESPİTLER, NOTLAR VE UYARILAR

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

Putin, G-20 Zirvesine katılmak üzere Çin’e hareketinden önce basın mensuplarına yaptığı açıklamada, Suriye krizinin ele alınması için, G-20 Zirvesinden ziyade BM’nin daha uygun bir zemin olacağını açıklamıştı. Benzeri bir yaklaşım Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşmede Obama’dan da gelmiş; Obama da, Suriye krizinin münhasıran sığınmacılar boyutu ile BM’de ele alınacağına işaret etmişti. Putin ile Obama’nın Suriye krizi konusunda benzer hususlara işaret etmesinin önceden koordine edilmiş olup olmadığı bilinmemekle beraber; görünen o ki, Suriye krizi yakın zamanda BM’de gündeme gelecektir.

Eğer öyle ise, Türkiye’ye düşen, BM’deki bu toplantıya hazırlanmak, iyi bir çalışma ile bu toplantıya katılmaktır. Bu çalışma, münhasıran bu bağlamda kaleme alınmıştır.

Suriye krizinin BM’de gündeme gelişi, kuvvetle muhtemel, Türkiye’nin 24 Ağustos 2016 tarihinde resmen ve açıkça karadan Suriye’nin ülkesine girmesi ve bu girişi 03 Eylül 2016 tarihinde farklı bir noktadan yaptığı ikinci bir giriş ile takviye etmesi etrafında olacaktır.

Fırat Kalkanı Operasyonu bağlamında Türkiye’nin karadan Suriye’ye yaptığı girişler, politik ve askeri açılardan son derece anlamlıdır, önemlidir.

Politik açıdan anlamlıdır, önemlidir; çünkü Gaziantep’in Karkamış ilçesinden Cerablus’a yapılan ilk giriş, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in Ankara ziyaretine; daha batıda, Kilis’in Elbeyli ilçesinden Çobanbey’e yapılan ikinci giriş de, ABD Başkanı Obama’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Çin’deki G-20 Zirvesinde yapacağı görüşmeye denk gelmiştir. Eğer bu tesadüfler(!) diplomasinin incelikleri ile birlikte mütalaa edilir ve buna Erdoğan-Obama görüşmesinde, Erdoğan’ın ABD’nin bölgede müttefikimiz (hatta kara gücümüz) dediği YPG’yi (PYD’yi) Türkiye’yi hedef alan PKK terör örgütünün bir uzantısı (kolu) olarak kabul ettiğini açık ve net bir şekilde Obama’nın yüzüne karşı söylediği çıkış noktası alınır ise; bunlardan, Ankara-Washington ilişkilerinin bozulma yönünde ciddi bir değişimi yaşamakta olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Eğer Türkiye’nin “15 Temmuz” olayını yaşadığı ve içeride bununla meşgul olduğu günlerde YPG unsurlarının Fırat Nehrinin batısında kalan Menbiç’e yoğunlaştığı ve buradaki varlığını takviye ettiği, ABD’nin de bu konuda YPG’ye destek verdiği hatırlanır ise, Ankara-Washington ilişkilerinin içinde bulunduğu durum daha anlaşılır olacaktır. Ancak değinilen politik anlam ve önem, sadece Ankara-Washington ilişkilerindeki değişim ile ilgili değildir; aynı zamanda, Suriye krizinin bölgedeki Kürt hareketi ile ilgili bir mecrada öne çıkması ve bu öne çıkışın da münhasıran Türkiye’yi ve İran’ı tehdit eden bir mahiyette olması ile ilgilidir. Türk-Amerikan ilişkilerindeki değişimin Suriye krizindeki söz konusu değişime bağlı olması, değinilen politik anlamı ve önemi daha da belirginleştirmektedir.

Askeri açıdan anlamlıdır, önemlidir; çünkü Türkiye, Azez-Cerablus hattına ilişkin söyleminin arkasına askeri gücünü koymuştur. Bu da, Türkiye’nin Azez-Cerablus hattı konusundaki kararlılığına ve (bana göre) bölgeden kısa sürede çekilmeyeceğine işaret eder. Eğer haritaya bakılır ise, Azez-Cerablus hattının hem doğusunun, hem de batısının PYD/YPG unsurlarının kontrolünde olduğu, buralarda Suriye Kürtleri tarafından ilan edilmiş özerk kantonal yönetimlerin olduğu görülür. 24 Ağustos 2016’da Karkamış’tan Cerablus’a yapılan ilk giriş, öncelikle ve doğrudan YPG’nin Fırat Nehrinin batısına geçişini önleme amaçlıdır. Ancak önleme amaçlı olarak bölgede bulunan küçük ölçekli TSK görev gücü, bu girişi ile, doğudan ve güneyde YPG unsurları ile karşı karşıya kalmıştır. Bu da, iki yönlü tehdidin dengelenmesi ihtiyacını doğurmuştur. Ayrıca Fırat Nehrinin batısında kalan ve YPG unsurlarının kontrolünde bulunan Menbiç’in YPG’den temizlenmesine ve son tahlilde Fırat Nehri’nin batısına geçilmemesi konusunda bir caydırıcılığa da ihtiyaç vardır. 03 Eylül 2016’da Elbeyli’den Çobanbey’e yapılan ikinci giriş, bana göre, bu ihtiyaçların ürünüdür. Yani söz konusu tehdidi dengeleme, YPG’yi Menbiç’ten Fırat Nehrinin doğusuna atma ve esasta Fırat Nehrinin batısına geçmeme konusunda caydırıcılığı sağlama amacına yöneliktir. Ancak bu ikinci giriş, aynı zamanda, Azez-Cerablus hattının batısında kalan ve YPG kontrolünde bulunan Afrin Kantonunun, Hatay ve bu ikinci giriş ile çifte kıskaç altına alınarak kontrol altında tutulması açısından da son derece önemlidir. Başka bir ifade ile, ikinci giriş, Azez-Cerablus hattının askeri açıdan tam ve güvenilir bir şekilde kontrolünü sağlama amacına yönelik olmuştur.

Belirtilen bu politik ve askeri tablo ışığında, BM’de Suriye krizinin ele alınacağı toplantıda Türkiye üzerinde “bir şekilde” ABD merkezli ciddi bir baskının oluşacağı şimdiden belli gibidir. Eğer Ankara’nın Azez-Cerablus hattına ilişkin bu duruşu nedeniyle Türkiye’nin güneyine bitişik “Kürt koridorunun” tamamlanamayacağı ve bunun da bu koridorun oluşumunda “bir şekilde” çıkarları (ve beklentileri) olan ülkeleri Ankara ile karşı karşıya getireceği düşünülür ise; ABD dışında, Koalisyon Güçlerine dâhil Batılı ülkeler ile bir kısım Orta Doğu ülkelerinin de (bu meyanda İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın da), Ankara’ya uygulanacak baskı politikasına dâhil olmaları zayıf bir ihtimal olmayacaktır.

Bu noktada, bir konuya dikkat çekmek gerekir. Bu konu, Türkiye ile ilgili olarak iç ve dış kamuoyunda iyice belirginleşmiş olduğu düşünülen güven sorunudur. Dış politikada içinde bulunduğu ve geldiği nokta nedeniyle, Türkiye’nin bu sorunu geride bırakmaya “acil” ihtiyacı olduğu değerlendirilmektedir. Dışarıda, birlikte hareket edilen aktörlerin, kiminle oldukları konusunda ve içeride de, halkın, kime destek verdiği konusunda, bir şüpheye sahip olmaması gerekir. Çünkü bu, doğrudan ulusal güç ile ilgilidir. Böyle bir şüphenin aşılamaması, ulusal gücü zayıflatır; aşılması ise, ulusal gücü besler, ulusal güce güç katar. Dikkat çekilen bu konu, kuvvetle muhtemel görülen durumun sadece yukarıda belirtilen durum ile sınırlı olmaması, müteakip paragrafta ele alınan başka bir durumun daha söz konusu olması ile de ilgilidir.

Karadan Suriye’ye girdiği için üzerinde baskı oluşacak Türkiye’nin şunu da görmesi ve bu şeye de hazırlıklı olması gerekir. Eğer Azez-Cerablus hattına ilişkin duruşunu bozmaz (ki artık bu noktadan sonra bozamayacağı beklenmektedir), yani güven sorununu besleyici beklenmedik bir adım atmaz ise; Türkiye’nin karşısındaki aktörler için gündeme gelebilecek hareket tarzı, kuvvetle muhtemel Azez-Cerablus hattının birlikte kontrol edilmesi olacaktır. Türkiye’nin bölgeden algıladığı tehdit ve bu tür bir talepte bulunacak ülkelerin Türkiye’nin algıladığı tehdit ile olan bağları nedeniyle, Ankara’nın böyle bir hareket tarzını kabul etmesi düşünülemez; kabul etmesi, Türkiye’nin endişesindeki samimiyetinin sorgulanmasına yol açacaktır, ciddiyetine halel getirecektir ve güven sorununun sürmesine hizmet edecektir.

Peki, Türkiye ne yapmalıdır?

Türkiye, öncelikle Mart 2011’den başlayarak Suriye krizinin kendisine olan toplam maliyetini çıkarmalıdır. Bunu yaparken sadece doğrudan maliyetini değil, dolaylı maliyetini de yapacağı hesaba dâhil etmelidir. Maliyetin yüksekliği, hem Türkiye’ye ilave söz hakkı doğuracaktır, hem de küresel ekonominin kriz sinyalleri verdiği mevcut konjonktürde ülkelerin Suriye krizine angaje olma isteklerini zayıflatacaktır. Konuya ilişkin rapor, BM’de geçerli dillerin her birinde hazırlanmalı, BM üyesi ülkelere gönderilmeli, uluslararası medya ve ilgili uluslararası sivil toplum kuruluşları ile paylaşılmalı ve periyodik olarak yenilenmelidir. Büyük bir ciddiyet içinde hazırlanmış böyle bir rapor, Türkiye’nin anlaşılmasına, oluşabilecek baskıların hafifletilmesine ve savuşturulmasına hizmet edebilecektir.

Bir başka husus; Türkiye, gelinen noktada, artık, Şam Yönetimi ile, “bir şekilde”, süreklilik arz edecek bir diyalog zemini oluşturmak durumundadır. Suriye krizinin kendisine olan maliyetine ilişkin olarak hazırlayacağı raporu Şam ile de paylaşmalıdır. Azez-Cerablus hattına ilişkin duruşunun ve bu bağlamda icra etmekte olduğu Fırat Kalkanı Operasyonunun Suriye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef almadığını, ülkesindeki Suriyeli sığınmacılara Türkiye’ye mücavir Suriye topraklarında konuşlanma imkânı sağlamayı amaçladığını Şam’a anlatmalıdır. Bu vesileyle; Şam ile bir diyalog zemini aranırken, bu bağlamda, 1998’de PKK terör örgütü konusunda Ankara ile Şam arasında imzalanan “Adana Protokolü”nün uygun şekilde işlenebileceği de düşünülmektedir. Tarafların yaşananlardan ve yaşanmakta olanlardan ders aldığına işaret edecek ve sürdürülebilir bir diyaloga imkân verecek bir zeminin oluşturulmasının, Türkiye üzerindeki baskının hafifletilmesinde ve savuşturulmasında özellikle işe yarayacağı değerlendirilmektedir.

Diğer bir husus; Türkiye, eğer Azez-Cerablus hattının uygun yerlerinde hayata geçirilebilecek Suriyeli sığınmacılara yönelik iskân projeleri üretip bunları hayata geçirme yönünde adımlar atabilirse, bunun da yine Türk askerinin Suriye’deki varlığını açıklamakta kullanılabileceği değerlendirilmektedir. Eğer Şam söz konusu iskân projelerine dâhil edilebilirse, bu, Ankara’yı daha çok rahatlatacaktır. Bu noktada Türkiye’deki Suriyeliler için Azez-Cerablus bölgesinde başlatılacak iskân projelerine Suriye’nin dâhil olması; Şam’ın vatandaşlarını kucaklaması, bölgeyi sahiplenmesi ve ülke bütünlüğünü koruması anlamlarına geleceği için, kuvvetle muhtemel Şam’a çekici gelecektir. Türkiye, bundan yararlanmayı, bu hususu Şam’ın dikkatine sunmayı düşünmelidir. Sözü edilen iskan projeleri, hele Şam Yönetiminin bu projelere dâhil olması, Türkiye’nin Suriye’deki varlığını bir sorun olmaktan büyük ölçüde çıkaracak ve Türkiye’nin rahatlamasına hizmet edebilecektir. Bu vesileyle Şubat 2011’de Asi Nehri üzerinde inşasına başlanan ve Mart 2011’de başlayan kriz nedeniyle öylece kalan Dostluk Barajının finansmanının Türkiye tarafından karşılanmasının öngörüldüğü hatırlandığında, söz konusu iskân projelerinin finansmanın yine Türkiye tarafından karşılanmasının sorun olmayacağı değerlendirilmektedir.

Son bir husus; Türkiye’nin Azez-Cerablus hattında, sadece YPG’yi değil, en az YPG kadar IŞİD’ı da hedef alması gerektiğidir. Eğer Türkiye’nin Suriye’ye karadan girişinin tepkiye yol açmasının IŞİD’ı hedef almasından değil PYD’yi/YPG’yi hedef almasından ileri geldiği dikkate alınırsa, IŞİD’ı hedef alması Türkiye üzerindeki baskıyı hafifletecektir. Ancak IŞİD’ın hem bölgedeki Kürt hareketinin güçlendirilmesine aracılık etmesi hem de Suriye krizinde Türkiye’nin karşısındaki ülkelerin etkilerine (kullanımlarına) açık olması nedeniyle, IŞİD’ın hedef alınması, Türkiye üzerindeki baskının savuşturulmasının ilerisinde, Türkiye için çok daha önemli bir husustur. Suriye krizinde gelinen nokta, Türkiye’yi Rusya ve İran ile birlikte hareket etmeye zorlamakta ve bu iki ülke, Suriye’de (ve Irak’ta) IŞİD ile mücadele etmektedirler. YPG/PYD kadar IŞİD ile de mücadele etmesi, Ankara’nın; Suriye krizindeki yalnızlığından kurtulmasına, ABD (ve diğerleri) karşısında en azından Moskova ile Tahran’ın (Bağdat’ın) desteğini almasına ve Şam ile yeni koşullarda sürdürülebilir bir yeni bir diyalog zemini oluşturmasına hizmet edebilecektir.

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 04 Eylül 2016.


ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

ORTADOĞU’DA ÇİN’İN GÖRÜNÜRLÜĞÜ ARTIYOR

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk İran ve Suudi Arabistan yetkilileri Çin’de bir araya gelmiş… Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaid el Aiban ve İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani, 6-10 Mart tarihlerinde Pekin’de bir araya gelmiş… Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkez Komitesi Dış İlişkiler Komisyonu Ofisi Direktörü (yakın zamana kadar Çin’in Dışişleri Bakanı)

TÜRK SİYASETİNDE İYİ PARTİ’NİN SON HAMLESİ VE YAKLAŞAN SEÇİMLER

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Belli ki, İyi Parti (İP)/Sayın Meral Akşener, Türk siyasal hayatında uzun süre hatırlanacak… Tıpkı “mevcut MHP”/Sayın Devlet Bahçeli gibi. “Mevcut MHP”/Sayın Bahçeli, ne oldu-ne bitti hala bilinmiyor, birden bire hem izlediği politika kendisi ile örtüşmeyen, hem de demediğini bırakmadığı AKP/ Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile yakınlaştı, Cumhur İttifakı üzerinden AKP

“NATO ÜYELİĞİ ONAY SÜRECİ KOLAY DEĞİLDİR”

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yukarıdaki başlık bana ait değil. Başlık, Sayın Konur Alp Koçak’ın, 11 Kasım 2022 tarihli Türkgün Gazetesi’nin 11. sayfasında yer alan köşe yazısının başlığıdır. Sayın Koçak’ın köşe yazısında yer alan bazı hususlar, işbu çalışmayı kaleme alma ihtiyacını doğurmuştur. Sayın Koçak, köşe yazısında, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyareti

ABD’NİN GİRİT’TE VE BATI TRAKYA’DA ARTAN ASKERİ VARLIĞI ÜZERİNE…

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yunanistan’ın, NATO üyesi olarak ülkesini zaten ABD’ye açmış iken, son dönemde bu işi daha da ileriye taşımasını, ABD’ye Girit’te ve Batı Trakya’da daha ileri konuşlanma imkânı tanımasını, burada biraz farklı ele almaya çalışacağım. Elbette ki, Yunanistan’ın bu yaptıkları, Yunan emeli ve ABD’nin güncel Türkiye yaklaşımı ile birlikte mütalaa edildiğinde, Türkiye

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.