Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Bugün itibarıyla, ülkelerin yönetimi konusunda, Dünyanın eş zamanlı iki farklı eğilimin etkisinde olduğu gözüküyor. Birincisi evrensel hale gelmiş Batılı değerlerin bayraktarlığını yapan ABD’de, Başkan Trump ile görülmeye başlanan, evrensel demokrasiden ve hukuktan uzaklaşma eğilimi (uluslararası hukuku açıkça yok varsayma ve uluslararası kurumlara sırtını dönme eğilimi); aynı şekilde küresel hegemonik güç olma yolunda istikrarlı bir şekilde ilerliyor gözüken Çin’de görülen, içeride muhalif görüşlere hoşgörüsüzlük, sadakatin ve uyumun ödüllendirildiği merkezi liderliğe doğru bir gidiş ve bu gidişin geçen her gün biraz daha güçlenmekte olmasıdır. İkinci eğilim de, son birkaç ay için, gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkelerde görülen, uzun yıllar ülkelerini yönetmiş isimlerin değişmiş olmasıdır. Uluslararası politikaya ilişkin gelişmelerden, gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkelerde görülen yönetim değişikliğine, aynı durumdaki başka ülkelerin de dahil olabileceği çıkarılmaktadır.
İkinci eğilime ilişkin en son haber, “Sudan’daki askeri darbenin ardından tutuklanarak ev hapsinde olduğu belirtilen devrik lider Ömer el-Beşir, başkent Hartum’daki Kuber Hapishanesi’ne nakledildi” haberidir[i]. Bu haber ile birlikte akla gelen, eş zamanlı sayılabilecek, iki somut gelişme daha var. Birincisi, Cezayir’de, 1999’dan bu yana ülkeyi yöneten Abdülaziz Buteflika’nın; Şubat 2019’da, yeniden Cumhurbaşkanlığı seçimine adaylığını koyması, halkın sokağa inerek buna tepki vermesi, tepkiler üzerine adaylıktan vazgeçmesi ve sonrasında (Mart 2019 sonunda) Ordunun görevi bırakma çağrısı üzerine de görevini bırakmasıdır. İkincisi de, Kazakistan’da 2001’den bu yana ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in, görev süresi henüz dolmamasına rağmen, 20 Mart’ta, beklenmedik bir şekilde görevinden ayrılmasıdır. Gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkeler açısından, Suriye’de 2011 yılında kendisini göstermiş Arap Baharı benzeri yeni bir dalganın baş gösterebileceğinin işaretleri alınmaktadır.
Süper güçlerden ABD’de bir otoriterleşme eğilimi gözlemleniyor. Bir başka süper güç Çin’de ise, dış politika yumuşak güç üzerinden işler ve ekonomide “devlet kapitalizmi” diye nitelenen bir orta yol izlenir iken, içeride otokratikleşme diye görülebilecek bir eğilim öne çıkmış gözüküyor. Yani süper güçler otoriterleşme ya da otokratikleşme eğilimi yansıtırken, gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkeler de otoriter ya da otokratik yönetimlerden uzaklaşma eğilimlerini yansıtıyor.
Kritik soru şu: Küresel sorumlulukları olduğu kabul edilen ve küresel sistem içinde çekicilikleri olan süper güçler otoriterleşme ya da otokratikleşme eğilimi gösterir ve normalde ülkelerin bundan etkilenmesi beklenir iken, nasıl oluyor da gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkelerde bunun tam tersi gelişmeler yaşanabiliyor? Süper güçlerin; o eğilimleri yansıtmalarına rağmen, doğrudan veya dolaylı yollardan, gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkeleri tam tersi bir eğilim içine girmeye zorlamaları elbette ki mümkündür. Gücün böyle bir etkisinden söz edilebilir. Bu bağlamda, süper güçlerin kaostan “beslendikleri”, bunun için de “kaos üreticisi” oldukları da düşünülebilir. Ancak bilişim ve iletişim alanında gelinen noktanın etkisinde, gelişmemiş ya da gelişme yolundaki ülkelerin halklarının kendiliğinden harekete geçmiş olduğu da düşünülemez mi? Hatta süper güçlerdeki otoriterleşme ya da otokratikleşme eğiliminin, bu halklar nezdinde, bir fırsat olarak görülüp görülmediği sorgulanabileceği gibi, bu halklarda gelecekleri konusunda daha ileri bir endişeye yol açarak onları harekete geçmeye itmiş olabileceği de düşünülebilir.
Sudan, Cezayir ve Kazakistan, evrensel anlamda demokrasiden ve hukuktan yeterli kadar “nasiplenmemiş” ülkelerdir. Bu ülkelerde ortaya çıkan, eş zamanlı sayılabilecek gelişmeler, yukarıda da değinildiği üzere, Dünyada yeni bir demokrasi (!) ve özgürlük (!) rüzgârının eseceğini de akla getiriyor. Bu da, doğal olarak, Arap Baharını, Beşar Esad’ı, Suriye krizinde yaşananları ve bu krizde gelinen noktayı çağrıştırıyor, Akla, otoriterleşme ya da otokratikleşme eğilimini yansıtan süper güçler, özellikle ABD, geliyor.
Süper güçlerin otoriterleşme ya da otokratikleşme eğilimleri, geçen her gün biraz daha büyüyen kaynak ihtiyaçları ile açıklanabilir. Bir taraftan mevcut kaynakların en isabetli şekilde kullanılması, diğer taraftan yeni kaynaklara ulaşılması baskısı söz konusudur. Uluslararası politikada, artık çok hassas dengeler vardır. Kitle imha silahları üzerindeki kontrol eskidi gibi değildir, zayıflamıştır. Bu tablo, süper güçlerdeki otoriterleşme ya da otokratikleşme eğilimlerinin arka planı olarak görülebilir. Böyle görülünce, gelecek endişesi belirginleşiyor.
Gelişmemiş ya da gelişmekte yolunda olan ülkeler açısından, sorun yaşamsaldır, beka derecesindedir. Çünkü süper güçlerin gözü, onların zaten sınırlı olan kaynakları üzerindedir. Suriye’de, Sudan’da ve Cezayir’de görülen gelişmeler, böyle görülebilir. Demokrasinin derecesi ile, Suriye, Sudan ve Cezayir’de cereyan eden söz konusu gelişmeler arasında bir illiyet bağı kurulabilir. Buradan hareketle de, demokrasi ve hukuk konusundaki evrensel değerlerden uzaklaşmanın, bu tür gelişmelere kapı araladığı ileri sürülebilir. Kazakistan’da ise, “bilge” Nursultan Nazarbayev, bunu görmüş, ev sahipliği yaptığı “Astana Süreci” üzerinden Suriye krizinde gelinen noktaya yakından muttali olmuş, diğer üç ülkedeki gelişmelerin bir benzerinin kendi ülkesinde yaşanmasına imkân ve fırsat vermemiştir diye düşünüyorum.
Peki, yukarıda belirtilen hususlar, Türkiye için ne anlama geliyor; bu hususlar ışığında Türkiye için ne söylenebilir? Akla, ister istemez iki husus geliyor. Birincisi, “koltuğa yapışıp kalmış” diye nitelenen siyaset adamları; ikincisi de, demokrasi ve hukuk konusundaki evrensel değerler bağlamında Türkiye’de görülen net gerileme. Bu iki hususu, Türkiye’nin dış politikadaki durumu, özellikle ABD ve AB ile olan bozukmuş ilişkileri bağlamında görmek gerekir. Temennim, söz konusu eğilimlerin Türkiye’ye yansımaması (bir anlamda “tehlike çanlarının” Türkiye için çalmaması) , Türkiye’nin hukuk, demokrasi ve çağdaş yönetim konusunda kendisini bir öz eleştiriye tabi tutması, bu suretle Türk siyasetindeki seviye kaybının telafi edilmesi ve böylece Türkiye’nin bir kaos ortamına çekilmesine imkan ve fırsat verilmemesidir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 18.4 2019.
[i] (Türkgün, 18.4.2019, s.1-10)