Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesi, Orta Doğu’da Filistin’in aleyhine, İsrail’in lehine olmuş, Orta Doğu Barış Süreci (ODBS)’ni gündemin arka sıralarına itmiş ve bölgede Irak’ı öne çıkarmıştır. ABD’nin Irak’a girişi, önce Orta Doğu ile ilişkilendirilen, daha sonra Kuzey Afrika’yı içine alan “Büyük Orta Doğu Projesi” bağlamında görülmüştür. ABD, bu proje üzerinden, sözde Orta Doğu’yu ve Kuzey Afrika’yı özgürleştirmeyi, bu coğrafyalara demokrasiyi ve insan haklarını getirmeyi amaçlamıştır. Bu amaç, ileriki yıllarda, yine arkasında ABD’nin olduğu 2010 yılında ortaya çıkan Arap Baharı ve 2011 yılında baş gösteren Suriye’ye müdahale için de kullanılmıştır.
ABD’nin Saddam’ı iktidardan uzaklaştırmak ve Irak’ı özgürleştirmek için bu ülkeyi işgal etmesi, başlangıçta, çok farklı algılamalara yol açmıştır.
a. Irak nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden Şiiler ve Kürtler ile, bölgenin diğer ülkelerinde baskı altında yaşayan halklar, ABD’nin Irak ile ilgili bu söylemlerinden olumlu etkilenmişler ve ABD işgaline başlangıçta tepki vermemişlerdir.
b. İran, iki zıt algılama içinde olmuştur. Bir taraftan 1979 İslam devriminden bu yana “Büyük Şeytan” olarak nitelendirdiği ABD ile Irak üzerinden komşu olmuştur ve bu İran’ı tedirgin etmiştir. Diğer taraftan ise, (i) Irak ile sekiz yıl süren ağır bir savaşı yaşamış olması, (ii) savaşın anlaşma ile değil ateşkes ile sonuçlanmış olması, (iii) Irak’taki büyük Şii nüfusun baskıdan kurtulacak olması nedenleriyle olumlu bir algılama içinde olmuştur. İran, Irak’ta işgalle birlikte ortaya çıkan yönetim boşluğundan da yararlanarak, ABD’nin Irak’taki varlığından duyduğu endişeyi dengelemek ve Irak’ın geleceğinde Şiileri öne çıkarmak için, Irak Şiilerine daha çok eğilmiş ve desteğini artırmıştır.
c. Irak işgalinin acı hatıralarına sahip olan ve Saddam’ı tehdit olarak göremeye devam eden Kuveyt, ABD’nin Irak’ı işgali ile rahatlamıştır.
d. O yıllarda ABD ile yakın ilişki içinde olan Suudi Arabistan; hem Körfez Savaşından sonra Riyad’a yönelik olarak beliren Saddam tehdidinden kurtulduğu, hem de İran ile Suudi Arabistan arasına ABD girmiş olduğu için, ABD’nin Irak’ı işgalini olumlu karşılamıştır.
e. ABD’nin Türkiye üzeriden Irak’a girişine imkan verecek tezkerenin Ankara Hükümeti tarafından 25 Şubat 2003 tarihinde TBMM’ne sunulması ancak 01 Mart 2003 tarihinde TBMM’de ret edilmesi Türkiye-ABD ilişkilerine olumsuzluk olarak yansımış olsa da, Saddam’ın Türkiye için de bir risk/tehdit olduğu dikkate alınarak, NATO içinde birlikte olduğu ve ülkesinde bazı TSK tesislerinde NATO Antlaşması kapsamında müşterek savunma faaliyetlerine iştirak etmesine izin verdiği ABD’nin Irak’a askeri müdahalede bulunması ve güneyden (Irak üzerinden) ABD ile komşu olması, Türkiye tarafından da olumlu karşılanmıştır.
f. 11 Eylül (2001) hadisesinin üzerinden henüz iki yıla yakın bir süre geçmiş olduğu, 11 Eylül hadisesi hafızalarda hala canlı olduğu ve ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi Saddam’ın terör örgütleri ile olan bağını kesme ile de ilişkilendirildiği için, ABD’nin Irak işgaline uluslararası kamuoyundan da fazla bir tepki gelmemiştir. O yıllarda, Çin, ekonomik büyümeye odaklanmıştır; Rusya, ABD’ye yakın bir görüntü içindedir; Avrupa’nın önde gelen ülkeleri de, ABD liderliğinde Irak’a giren çok uluslu Koalisyon Gücünün içindedir. Yani ortada, ABD’nin Irak’ı işgaline ses çıkaracak bir büyük güç de bulunmamaktadır.
ABD ve İngiltere önderliğindeki çok uluslu Koalisyon Güçlerinin Irak’ı işgali;
a. İsrail’in bölgede rahatlamasına ve Filistin karşısında hareket serbestisinin artmasına,
b. Tıpkı Afganistan’da olduğu gibi, Irak’ta ABD’ye karşı bir İslami derinişin başlamasına,
c. Afganistan’dan farklı olarak, Irak’ta, İslami direnişçiler arasında giderek güçlenen Sünni-Şii ayrımının baş göstermesine ve bu ayrımın bölgeyi etkisi altına alan mezhep çatışmasına dönüşmesine,
d. Irak üzerinden “İslami terörizm” nitelemesinin pekişmesine ve “militan İslami aşırıcılık” olgusunun ortaya çıkmasına,
e. Irak’ta, hem işgale direnişin, hem de etnik/mezhepsel iç savaşın etkisinde giderek ciddi bir çatışma ortamının ve istikrarsızlığının doğmasına,
f. Irak’taki çatışmaların giderek komşu ülkelere sirayet etmesine yol açmıştır.
ABD, Bağdat ile anlaşmak suretiyle geride küçük bir askeri varlık bırakarak Aralık 2011’de Irak’tan çekildiğinde, geride; bir milyonun çok üzerinde sivil Iraklının yaşamını kaybettiği, tahrip olmuş bir Irak bırakmış; petrol üreticisi Irak’ta insanlar elektriksiz günler geçirmeye ve uzun benzin kuyrukları oluşturmaya başlamıştır. Yokluk ve sefalet, Saddam dönemini geride bırakmış, otorite boşluğu Irak’ın zenginliğinin kontrol dışına çıkmasına ve yağmalanmasına neden olmuştur.
ABD çekilirken, geride, “fiilen” parçalanmış, Bağdat’ın ülke genelinde kontrolü kaybettiği bir Irak bırakmıştır. Saddam’ın Kuveyt’ten çıkarılmasından hemen sonra, 1991’de, kuzeyde Kürtleri, güneyde Şiileri Saddam’a karşı koruma işlevine soyunan ABD liderliğindeki çok uluslu güç devreye girmiş; Saddam güçlerinin, kuzeyde 36. Paralelin üzerine çıkmasına ve güneyde de 32. Paralelin altına inmesine izin verilmemiştir. Bu uygulama, çapı ve adı değişse de, ABD’nin Irak’ı işgale başladığı 2003 yılında kadar sürmüştür. Yani ABD, 2003’te Irak’a girdiğinde, Irak zaten fiili olarak üç parçalı bir yapı görüntüsü veriyordu. ABD işgal yılları (2003-2011), bu fiili görüntüyü, kısmen hukukileştirmiş ve genelde -yine fiili olarak- ileriye taşımıştır. Irak’ın halen yürürlükte olan 2005 Anayasası ile, ülkenin kuzeyinde, federal bir unsur olarak Kürt Özel Yönetimi ortaya çıkmıştır. Irak Kürtleri, böylece ABD’nin himayesinden sonra, hukuki himayeye de kavuşmuştur.
Irak Kürtleri ile ilgili belirtilen bu sürece bir bütün olarak bakıldığında, Irak Kürtlerinin;
a. sadece ülkenin kuzeyinde ayrı bir yönetime kavuşmadıkları,
b. aynı zamanda Irak’ın yönetsel yapısı içinde yer almak suretiyle ülkenin bir bütün olarak yönetiminde de söz sahibi oldukları,
c. Bağdat’ı görmezden gelen bir iç ve dış politika anlayışını ve uygulamasını sergiledikleri ve,
d. Irak’tan ayrılma konusunu işlemeye başladıkları,
görülmektedir. Kuzey topraklarının Irak’tan kopma ihtimali ya da bu potansiyel, bugün çok üst seviyeye gelmiştir. Mart 2011’de başlayan Suriye krizi ile birlikte, Suriye Kürtlerinin de Şam’dan kopma sürecine girmesi, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz’e açılan bir “Kürt Koridoru”ndan söz edilmesine neden olmuştur. Bu da, Erbil merkezli olarak ortaya çıkabilecek bağımsız bir Kürt Devletinin; (i) sınırlarının Irak’ın kuzeyi ile sınırlı olmayacağı, (ii) söz konusu koridoru içereceği ve (iii) dolayısıyla Doğu Akdeniz’e açılacağı çağrışımına neden olmuştur.
Irak’ın (37 milyona yakın) nüfusunun % 60-65’i Şii’dir. Saddam dönemi de dahil Irak, genelde Sünni azınlık tarafından yönetilmiştir. Bu nüfus yapısından yola çıkıldığında, ABD’nin, önce 1991’de Saddam’ın 32. Paralelin güneyine inmesini engellemesi, sonra da 2003’te Irak’ı işgal etmesi, Irak Şiilerinin (ve dolayısıyla İran’ın) işine gelmiştir. ABD Aralık 2011’de Irak’tan çekildiğinde, geride Şii ağırlıklı bir Bağdat Yönetimi ve Tahran’ın etkisine açık bir Irak bırakmıştır.
2010’da başlayan ve yine arkasında ABD’nin yer aldığı “Arap Baharı” da yine İran’ın işine gelmiştir. Arap Baharı ile birlikte, Orta Doğu’nun Sünni Arap ülkelerinde, yönetime karşı silahlı ayaklanmalar baş göstermiş, çatışma/kaos ortamı doğmuştur. Bu ülkelerin bir kısmındaki ayaklanmalarda ülkenin Şii nüfusu öne çıkmış ve onların bu öne çıkışları İran tarafından desteklenmiştir.
Mart 2011’de ortaya çıkan, arkasında yine ABD’nin yer aldığı Suriye krizi de, aynı şekilde İran’ın işine gelmiştir. Suriye krizi, Tahran’ın desteklediği Şam Yönetimini hedef alsa da, son tahlilde İran askeri unsurlarının Suriye’de bulunmasına imkân ve fırsat verdiği için Tahran’a yaramıştır. Suriye krizinde Tahran’ın Şam’ın yanında yer alması ve bu yer almanın Devrim Muhafızlarına bağlı unsurların Suriye’de Esad güçleri ile aynı safta çatışması boyutunda olması, son derece önemlidir. Suriye krizinin çıkmasından sonra Tahran, Bağdat ve Şam arasındaki ilişkinin geldiği nokta; İran’dan başlayıp, Irak ve Suriye üzerinden Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşan bir “İran Koridoru”ndan söz edilmesine neden olmuştur.
Söz konusu “İran Koridoru”; politik, ekonomik ve askeri açılardan İran’a ciddi avantaj sağlama potansiyelini içermektedir. İran, petrol ve doğal gazını pazara ulaştırmada, hem Hürmüz Boğazı’na bağımlı olmaktan kurtulacak, hem de Irak ve Suriye üzerinden geçecek boru hatları ile Doğu Akdeniz kıyısına çıkma imkânına kavuşacaktır. Bu, İran’ın özellikle Avrupa ile olan ilişkileri bakımından son derece anlamlıdır. Ulaşım ve ulaşım güvenliği masrafları aşağıya ineceği için İran petrol ve doğal gazı Avrupa’ya daha çekici gelebilecektir. Yine bu koridor sayesinde, batıdan Türkiye’ye komşu olan İran, kuzeyden de Türkiye’ye komşu olacaktır ki, bu Türkiye ile İran arasındaki dengelerin İran lehine değişmesi anlamına gelecektir. Yine bu koridorun İran’ın, Lübnan’a, İsrail’e, Ürdün’e ve Suudi Arabistan’a daha yakın olma anlamına geleceğini, özellikle Suudi Arabistan’ın daha geniş bir cephede İran ile karşı karşıya gelmesine neden olacağını da görmek gerekir.
Son 15-20 yılda Orta Doğu’da cereyan eden bu gelişmeler, İran’ı “bölgesel güç” olma yolun itmiştir. Bunda hiç şüphesiz İran’ın sahip olduğu nükleer programın da payı vardır. Yukarıda belirtilen, arkasında ABD’nin yer aldığı gelişmeler, İran-ABD ilişkilerinde yaşanan yakınlaşma birlikte mütalaa edildiğinde, ABD’nin de İran’ın “bölgesel güç” olmasında pay/rol sahibi olduğunu, İran’ın önünü açtığını söylemek mümkündür.
P5+1 ülkelerinin Temmuz 2015’de İran ile yaptıkları, Ekim 2015’de yürürlüğe giren nükleer anlaşma, İran için bazı kısıtlamalar getirmiş olsa da, İran’ın nükleer varlığına meşruiyet kazandırmış ve rahatlamasına hizmet etmiştir. Bu anlaşma uyarınca İran’a bugüne kadar uygulanana ambargonun kalkacak olması, İran’ı ayrıca rahatlatacak ve enerji zenginliğini daha iyi değerlendirmesine imkan verecektir. Bu noktada, Suudi Arabistan’ın bir süredir petrol fiyatlarını aşağıda tutan bir politika izlemesinin arkasında, aralarındaki rekabet nedeniyle, İran’ın enerji zenginliğini değerlendirmesini engelleme düşüncesinin de olduğunu ileri sürmek mümkündür.
İran’ın, Arap Yarımadası’nın doğu kıyılarındaki (Suudi Arabistan’daki ve Bahreyn’deki) Şiiler ile güneyindeki Yemen Şiilerine verdiği açık destek, ABD-İran yakınlaşmasının da etkisinde, Suudi Arabistan’ı ciddi şekilde endişeye sevk etmiştir. Bu endişe, Suudi Arabistan’ı Çin itmiş; Suudi Arabistan’ın Çin, Pakistan ve Türkiye ile olan ilişkilerinde belirgin bir yakınlaşma görülmeye başlanmıştır. Çin’in sergilediği dış politika anlayış ve uygulaması ile sahip olduğu askeri güç nedeniyle, Suudi Arabistan’ın, ABD’nin neden olduğu boşluğu Çin ile doldurması bugün itibarıyla oldukça zor gözükmesi, Riyad’ın söz konusu endişesini beslemektedir.
İsrail’in P5+1 ülkelerinin İran ile yaptıkları nükleer görüşmeleri ve bu konuda varılan anlaşmayı şiddetle ve en üst seviyede eleştirdiği çok kısa süre öncesinde, Suudi Arabistan ile İsrail arasında İran’ı hedef alan “sıcak” mesajlar gidip gelirken, bugün, İsrail’in İran ile gizlice anlaştığı konuşulmaktadır. Bu, dikkat çekici olduğu kadar, önemsenmesi gereken bir husustur. Eğer İran-İsrail anlaşması doğru ise;
a. Türkiye-İsrail ilişkilerinin mevcut durumu,
b. Lübnan Hizbullah’ının İsrail karşısındaki konumu,
c. Golan Tepeleri nedeniyle Şam Yönetiminin İsrail karşısındaki durumu,
d. İsrail’e komşu Mısır’ın ve Ürdün’ün mevcut angajmanları
dikkate alındığında, İran’ın İsrail ile yaptığı bu anlaşma, Orta Doğu’daki mevcut durumu (dengeleri) derinden etkileyebilecek (değiştirebilecek) bir gelişmedir ve İran’ın “bölgesel güç” olma noktasında geldiği noktaya işaret eder. Her ikisi de nükleer güç sahibi İran’ın ve İsrail’in anlaşmalarının, iki açıdan daha görülmesi gerekir. Bunlardan birincisi Filistin konusudur, ikincisi de Orta Doğu’daki mezhep (Sünni-Şii) çatışmasıdır. İran ile İsrail’in anlaşması, Filistin’e olumsuz yansıyacak; Filistin, hem destekten yoksun kalacak, hem de karşısında hareket serbestisi artmış bir İsrail bulacaktır. Bugün 3. İntifadanın konuşulması ve Filistin-İsrail ilişkilerinde tansiyonun yeniden yükselmesi, hem dolaylı olarak İran-İsrail anlaşmasının olabilirliğine, hem de bu anlaşmanın beklenen sonucuna işaret etmektedir. Ancak BM üzerinden Filistin’in beklentileri (BM’de statü değişikliği ve BM önünde göndere bayrak çekme şeklinde) yavaş yavaş karşılandığı için, hem İsrail bağlamında 3. İntifada söyleminin fazla ileri gitmeyeceği, hem de İran üzerindeki Filistin baskısının fazla anlamlı olmayacağı değerlendirilmektedir. Filistin’e BM’de yol verilmiş olması önemlidir. Bugün İsrail-Filistin ilişkilerinde yükselen tansiyonu, (i) İran-İsrail anlaşmasının İsrail’in hareket serbestisinin artmış olması ile açıklamaktan çok, (ii) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın 2014 yılında BM Genel Kurulu’nun 69. Dönem açılışında yaptığı konuşmada Filistin’e bırakılmış yerlerdeki İsrail işgalinin 2016 yılı sonuna kadar kaldırılması çağrısı ile ilişkilendirmek daha isabetli olacaktır diye düşünülmektedir. Filistin-İsrail ilişkilerinde yükselen ve yeni bir kriz gibi gözüken tansiyonun, İsrail işgalinin 2016 yılı sonuna kadar kalkmasını sağlama amacına yönelik olarak şimdiden başlatılmış taktiksel bir adım olduğu düşünülmektedir.
İran-İsrail anlaşması, kuvvetle muhtemel, mezhepsel çatışmayı artıracak ve “İslam içi çatışmanın” çapını büyütecektir. Daha önce İran üzerinden Şii İslam dünyası için gündeme gelen “aşırıcılık” ve “militanlaşma” olguları, giderek daha çok Sünni İslam dünyası için gündeme gelebilecektir. İslam’ın Şii kanadından sonra Sünni kanadı için de benzer izlenimlerin ortaya çıkması, bir taraftan “İslami terörizm” nitelemesini besleyecek, diğer taraftan da “İslam” karşıtlarının kolayca “müttefik” bulmasına ve dolayısıyla “İslam” karşısındaki cephenin büyümesine hizmet edecektir.
Orta Doğu’da gelinen nokta budur ve gelinen noktada İran öne çıkmıştır. Orta Doğu’nun bugünün ve görünür geleceğinin her gün biraz daha ile İran ile ilişkili olacağını söylemek mümkündür.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 03 Kasım 2015