Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
I. Uluslararası politikadaki değişimin düne göre daha hızlı olduğu genel kabul gören bir husustur. Bu, gelişmenin ve ilerlemenin doğal bir sonucu olduğu kadar, her gün biraz daha artan ve büyüyen kaynak ihtiyacının da bir sonucu olarak görülür.
Trump’ın ABD Başkanı olması, uluslararası politikadaki değişim hızını daha artıracakmış gibi gözükmektedir. Seçim kampanyası sırasındaki söylemleri ile ABD’nin küresel rolünün azalabileceği algısına yol açan Trump, görevi devraldığından bu yana geçen bir ayı aşkın süre içerisindeki icraatları üzerinden bu algıyı boşa çıkaracak işaretler vermiştir. Amerikan kamuoyunun bir kısmı, Trump ile birlikte, ABD’nin savunma politikasının geleceğinin belirsiz olduğu endişesine de kapılmıştır ki; bu endişe de yine gerçekçi gelmemektedir.
Çünkü gerek seçim kampanyası sırasındaki askeri personel sayısının artırılması, donanmanın güçlendirilmesi, F-35 gibi kilit programlara destek verilmesi ve IŞİD’a karşı daha etkili bir kampanya yürütülmesi söylemleri, gerekse geçen bir aylık süre içerisindeki dış politika tasarrufları, sözü edilen algıyı ve endişeyi beslememektedir. Trump’ın söylemleri ve ilk icraatları, ABD’nin küresel rolünü güçlendirme amacına işaret etmektedir. Bu, kendisinin (ve ekibinin) ABD’nin küresel rolünün ABD savunma stratejisinin kritik bir parçası olduğunun farkında olduğu anlamına gelmektedir. Yani Trump dönemi ile ilgili endişe şimdilik yersiz gözükmekte, gerçekçi gelmemektedir. Çünkü Trump’ın söylem ve tasarrufları, ABD’nin küresel rolünü azaltma değil, bu rolünü pekiştirme sonucunu doğurabilecek söylem ve tasarruflar olarak değerlendirilmektedir.
Orta Doğu’ya bakarken önce ABD’deki bu değişimi görmek gerekir. Orta Doğu’da dün Obama’nın yol açtığı boşluğu Rusya doldurmuş olduğu için, ABD’deki bu değişimin bölgede Rusya ile Trump Yönetimini karşı karşıya getirme ihtimali vardır. Ancak ABD’nin Orta Doğu’daki kayıplarını geri almak için doğrudan sahaya inmesi oldukça zayıf bir ihtimal olarak düşünülmektedir. Çin ile bağlantılı Asya’daki mevcut askeri angajmanları bunun önünde ciddi bir engeldir. Ayrıca, ABD’nin kendi üzerindeki mali yükünü hafifletmek istediği NATO’nun Avrupa’da Rusya ile karşı karşıya gelmiş olduğu Kırım ve Doğu Ukrayna konuları da vardır. Bu ve benzeri diğer nedenlerden dolayı, ABD’nin Orta Doğu’daki muhtemel “geri kazanım” hamlesinin ağırlıklı bir şekilde proxy unsurlar üzerinden olması beklenmektedir. Bu proxy unsurlar da, yine kuvvetle muhtemel, göz önündeki Kürt Hareketi ve IŞİD ile, bölge ülkeleri olacaktır.
II. Suriye krizi, Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin kendi kantonal yönetimlerini kurmalarına ve Şam’dan kopma sürecine girmelerine yol açmıştır. Suriye Kürtlerinin bu durumu, Irak Kürtlerinin Bağdat’tan kopuş sürecini ve Irak’ın kuzeyinde Kürt Özel Yönetimini çağrıştırmaktadır, aralarında benzerlik vardır. Bu benzerliğin bir diğer boyutu da, coğrafya olarak Irak’ın kuzeyi ile Suriye’nin kuzeyinin biri birilerini tamamlamaları ve Suriye krizi ile birlikte Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşan bir Kürt Koridorunun gündeme gelmesidir. Türkiye’nin Irak ile olan sınırı 367 km. ve Suriye ile olan sınırı da 899 km. uzunluğundadır. Bunların anlamı, güneyinden ve 1266 km. uzunluğundaki bir hat üzerinden, Türkiye’nin Kürt Koridoruna komşu olma ile karşı karşıya geldiğidir. Türkiye’nin bu koridora bitişik bölgelerindeki nüfusu içerisinde Kürtlerin öne çıkmış olması, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin maksatlı olarak “Kuzey Kürdistan” olarak nitelenmesi ve 40 yıla yakın bir süredir bölücü/ayrılıkçı Kürt terör hareketi ile mücadele etmesi nedeniyle, bu komşuluk, doğrudan Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğünü tehdit etmektedir. Ankara, Suriye krizinin ilerleyen aşamalarında, bu tehdidi görmüş; Azez-Cerablus hattına ilişkin duruşu ve sonrasında başlattığı Fırat Kalkanı Operasyonu ile, Kürt Koridorunun tamamlanmasını ve dolayısıyla tehdidin daha da büyümesini “şimdilik” önlemiştir.
Bu noktada, Türkiye’nin Kürt Koridorundan algıladığı ülke ve ulus bütünlüğüne yönelik tehdidin sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ile sınırlı olmadığını; bu koridorun Doğu Akdeniz’e açılma yolu üzerinde yer alan Hatay’ı ve İskenderun Körfezi’ni içerdiğini de ifade etmek gerekir.
Ayrıca, Türkiye’nin bölücü/ayrılıkçı Kürt hareketinden algıladığı tehdidin bir başka boyutu daha vardır. O da İran boyutudur ve bu boyutun arkasında da yine ağırlıklı olarak ABD vardır. ABD, hem İran ile nükleer anlaşmanın imzalanmasına ve İran’a uygulanan yaptırımların kaldırılmasına müzahir olmuş, adeta bunların önünü açmıştır, hem de Irak’ta (ve Suriye’de) İran ile birlikte çalışmaktadır ve bu birlikteliğin sadece IŞİD ile mücadele konusuna indirgenemeyeceği (bu konu ile sınırlı görülemeyeceği) değerlendirilmektedir. ABD’nin böyle bir ilişki içinde olduğu İran, Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de de vardır. Yani (İran ile 534 km, Irak ile 367 km ve Suriye ile 899 km. sınıra sahip) Türkiye; doğusundan başlayıp güneyinden devam eden toplam 1800 km. uzunluğundaki bir sınır hattı üzerinden İran ile de karşı karşıyadır. Bölgede İslam içi çatışmanın (mezhep çatışmasının) geldiği nokta ve Türkiye’nin Sünni, İran’ın Şii İslam kimlikleri ile dış politikalarında öne çıktığı hatırlandığında, bu karşı karşıya gelişin, Türkiye için bir başka ciddi tehdit olduğu izahtan varestedir. Eğer İran’ın, (i) Kürt nüfusa sahip olduğu, (ii) Kürtleri Irak’a karşı etkin şekilde kullandığı, (iii) bir dönem PKK terör örgütüne destek verdiği, (iv) ABD’ye yakın ve güçlü bir ülke olma yolunda ilerlediği hatırlanır ise; Türkiye’nin İran’dan algıladığı tehdidin mezhepsel boyuta ilave olarak Kürtler ile ilgili bir boyuta da sahip olduğunu görmek gerekir. Dün Saddam’a karşı Kürtleri etkin şekilde kullanmış İran’ın, bugün Kürtleri Türkiye’ye karşı kullanma ihtimali hiç de zayıf bir ihtimal olarak görülmemektedir. İran’ın güçlenmekte oluşu ile gücün sindirici ve çekici özellikleri, (tıpkı ABD gibi) İran’ın Kürtleri kullanma ihtimalinin hiç de zayıf olmadığına işaret etmektedir ki; Irak Kürt Özel Yönetimi’nin siyasal sürecindeki İran etkisi/bağlantısı bu işareti besleyen bir başka husustur.
III. Türkiye’nin Suriye krizine ABD marifetiyle müdahil olduğu kabul edilmektedir ya da varsayılmaktadır. Çünkü Türkiye, Suriye krizinin başlamasından bir ay önce, Şubat 2011’de, Suriye ile birlikte, Asi Nehri üzerindeki “Dostluk Barajı”nın temelini atmıştır. Suriye Krizinin patlak vermesinden sadece bir ay önce, yıllara sari böyle bir projeye başlanmış iken Türkiye’nin Suriye Krizine kendiliğinden müdahil olabileceği anlaşılabilir gelmemektedir.
Türkiye, ABD’nin yanında Suriye krizine müdahil olmasına rağmen; ABD’nin Kürt hareketine müzahir yaklaşımının ve bu yaklaşım bağlamında Türkiye’ye verilen “rollerin” icrasının Türkiye için neden olduğu olumsuzluklar ortaya çıktıkça, Ankara ile Washington’un yolları ayrılmaya, buna bağlı olarak ikili ilişkiler aynı oranda bozulmaya ve gerilmeye başlamıştır. Ancak bu gelişme, Ankara-Washington ilişkilerindeki bozulma ile sınırlı tutulabilecek bir gelişme olmanın ilerisinde, Türkiye için çok daha ciddi bir mahiyet arz etmektedir. Çünkü ABD sadece Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğüne yönelik artan tehdit ile ilişkilendirilmemektedir. Türkiye, aynı zamanda, ABD’nin dolaylı/doğrudan engellemeleri ya da gerekli desteği vermemesi nedeniyle, bu tehdidi bertaraf etmek için ihtiyaç duyduğu adımları da atamamıştır.
Türkiye, böyle bir süreç içinde, Rusya ile yakınlaşmış ve ancak bundan sonra Azez-Cerablus arasında kalan, güneyde el Bab’a kadar uzanan, “güvenli bölge”yi oluşturmak için Fırat Kalkanı Operasyonunu başlatabilmiştir.
Türkiye, ABD’den uzaklaşmaya başladığı ancak henüz Rusya ile yakınlaşmadığı o dönemde, IŞİD ile ilişkilendirilen ve münhasıran PYD’yi/YPG’yi hedef alan bir ülke görüntüsü vermiştir. Bu görüntü, Rusya ile yakınlaşmaya başlamasından sonra bir süre daha devam etmiş, ancak günümüze doğru giderek değişmiştir. Türkiye, bugün, IŞİD ile mücadeleye ağırlık veren görüntüsü ile kendisini belli etmeye başlamıştır. Türkiye için belirtilen bu dönemde, Moskova’nın Kürt hareketi ile olan ilişkileri de, başlangıçta fazla dikkat çekmemiş, düşük profilli olmuştur. Ancak Trump’ın seçimi kazanıp Başkanlık koltuğuna oturması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesi sonrasında, bir taraftan Türkiye’nin Suriye krizine ilişkin duruşunda değişiklik olabileceği algısı ortaya çıkmış, diğer taraftan da Rusya’nın Kürt hareketine ilişkin görüntüsü somut değişiklik işaretleri vermeye başlamıştır. Daha önce El Bab’a odaklanmış gözüken Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmalarında sıkça Rakka konusunu işlemeye ve Fırat Kalkanı Operasyonundan sonra Rakka’ya yönelineceğinden söz etmeye başlamıştır. Moskova’nın Kürt hareketi ile olan ilişkileri ise, bir ivme ve canlılık kazanmıştır. Rusya, Kürt toplantısına ev sahipliği yapmış, Suriye krizi ile ilgili görüşmelerde Kürtlerin de masada olmasını beyan etmiştir.
Türkiye’nin ve Rusya’nın sözü edilen duruşlarındaki (görüntülerindeki) bu değişim işaretlerinin aynı zaman dilimi içinde olması, aralarında “tepkisel” bir ilişki olabileceği değerlendirmesine neden olmaktadır. Rusya’ya ait bir savaş uçağının, aynı zaman dilimi içinde, Fırat Kalkanı Operasyonu bölgesinde “kazaen” Türk askerlerini vurması, üç Türk askerinin hayatını kaybetmesi ve 11 Türk askerinin yaralanması, bu değerlendirme bağlamında anlamlı bulunan bir başka husustur. Bu olay, taraflar arasında bu tür “kazaların” ya da istenmeyen olayların önlenmesine ilişkin bir düzenlemenin (anlaşmanın) varlığına rağmen gerçekleşmiştir.
IV. Etnik/dinsel temelli bölücü ve ayrılıkçı hareketler, genelde terörizm ile yola çıkar ve kendilerini belli ederler. Terör eylemleri, zamanla siyasal kazanımlara aracılık eder (imkân verir); arkasından sınırlı özerklik, tam ve ileri özerklik ve nihayet, bağımsızlık gelir. Etnik/dinsel temelli bölücü ve ayrılıkçı hareketler, genelde böyle bir sürece yol açar. Terörizm, bu tür süreçlerin ayrılması (kopması) çok zor bir parçasıdır. Sözü edilen süreç, en az yüz yılı içeren bir süreçtir. İngiltere’nin yaşadığı (merkezinde IRA’nın yer aldığı, bugün Kuzey İrlanda sorunu olarak anılan) bölücü/ayrılıkçı hareket, bu sürecin anlaşılması bağlamında örnek olarak gösterilebilir. İngiltere’nin batısında yer alan İrlanda Adasındaki siyasal tablonun yüz yıl önceki durumu ile bugünkü durumu, bu süreci bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Keza kendi vatanlarında “vatansız” bırakılan Filistinlilerin yeniden vatanlarına kavuşmak için vermiş oldukları mücadele de, belirtilen süreci anlamada bir örnek olarak görülebilir. Dün terör örgütü/terörist kabul edilen Filistinliler için, 1990’lı yılların ilk yarısında (Gazze-Eriha Anlaşması ve diğer anlaşmalar ile) “iki devletli” bir çözüm kabul edilmiş; 1999 yılında hayata geçmesi öngörülmesine rağmen bugün hala “tam olarak” hayata geçmemiş olsa da, Dünya kamuoyu “iki devletli çözüm” konusunda Filistinlilerden yanadır. Bu da yine yaklaşık yüz yılı kapsayan bir süreçtir.
İngiltere ve Filistin örnekleri, genel olarak, Irak’taki Kürt ayrılıkçı hareketi ile de örtüşmektedir. 1979 öncesinde (İran’da Şah’ın iktidarda olduğu yıllarda), Irak’ta ortaya çıkan Kürt isyan ve ayaklanmaları, İran ile bağlantılıdır. Şah, Irak Kürtlerini kullanarak, Irak’a Cezayir Anlaşması’nı kabul ettirmiş (bu anlaşma, daha sonra 1980-1988 İran-Irak Savaşının gerekçelerinden biri olmuştur) ve bu süreçte Bağdat Yönetimi, Irak’ın kuzeyinde sınırlı bir özerklik vermiştir ki; bu özerklik sonradan kaldırılmıştır. Sovyetlerin dağılma sürecine girdiği dönemde, Irak Kürtleri, ABD’nin İran İslam Devrimi ile birlikte ayrılmak zorunda kaldığı Orta Doğu’ya geri dönmesine aracılık etmiştir. ABD, Irak Kürtlerini Saddam’ın zulmünden koruma mülahazası, 1991’de, “Çekiç Güç” olarak bilinen çok uluslu güç üzerinden Orta Doğu’ya dönmüştür. Söz konusu çok uluslu güç ilerleyen yıllarda “tavsayınca” ya da ABD için artık “işlevsel” olmayınca, geçen süre içinde koşulları hazırlamış olduğu için, ABD 2003 yılında Irak’ı işgal etmiş ve Saddam’ı devirmiştir. Ve Irak’ın ABD işgali altında olduğu 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası ile, bugün Irak’ın kuzeyinde yer alan ve Bağdat’tan kopması konuşulan, ileri özerkliğe sahip, Erbil merkezli, Kürt Özel Yönetimi doğmuştur. Bugün, Erbil, kendi yasama, yürütme ve yargı organlarına, kendi silahlı kuvvetlerine sahiptir. Silahlı kuvvetleri için, Bağdat’tan bağımsız olarak ve Bağdat’ın itirazlarına rağmen, dışarıdan her türlü yardımı ve desteği (eğitim, silah ve teçhizat) alabilmekte; müstakilen uluslararası anlaşmalar imzalayabilmektedir.İngiltere, Filistin ve özellikle Irak örnekleri, etnik/dinsel temelli bölücü ve ayrılıkçı hareketler ve bu bağlamda kendisini gösteren terörizm olgusunu anlamak açısından oldukça önemlidir. Etnik ya da dinsel temelli olarak ortaya çıkan bölücü/ayrılıkçı hareketler, bu amaçlarına ulaşmak için dış destek arayışına yönelirler. Bu yöneliş, mantıken, mücadele ettikleri devletle sorunu/sorunları olan devletlere yönelik olmaktadır ki; bu, o devletlerin de işine gelmektedir. Taraflar, “ortak düşman”larının aleyhine olarak işbirliğine gitmekte, karşılıklı yardımlaşmaktadırlar. Terörizmin aynı zamanda kolay ve ucuz bir dış politika aracı olarak görülmesinin arkasında bu gerçek vardır.
V. Orta Doğu’da Kürt kökenli nüfusa sahip dört ülke vardır. Bunlar, Irak, Suriye, İran ve Türkiye’dir. Bu ülkelerin dördünde de, bölücü/ayrılıkçı Kürt hareketi mevcuttur ve bu hareketlerin ortak çıkış noktası müstakil/bağımsız “Büyük Kürdistan” devletini kurmaktır. Bu ülkelerden Irak Kürtlerinin durumuna yukarıda değinilmişti. Irak Kürtleri, Erbil merkezli olarak, bugün Bağdat’tan kopmaya çok yaklaşmışlardır. Suriye Kürtleri, Suriye krizinin başladığından bu yana geçen yaklaşık beş yıl içinde, kendi kantonal yönetimlerini kurmuş ve Suriye’yi “federal” bir yönetime geçiş konusunda zorlar hale gelmişlerdir. Devamı, önce Şam ile “gevşek” bağlar, sonra da Şam’dan kopuş olacaktır. Bu noktada Suriye Kürtleri ile ilgili olarak, bu çalışmanın konusu itibarıyla, bu aşamada, şu tespitlerde bulunmak mümkündür. Birincisi, Suriye Kürtlerinin Irak Kürtlerinden esinlendiği; ikincisi, Suriye Kürtleri ile ilgili sürecin, Irak Kürtlerinin izlediği sürecin “kısaltılmış” (adeta ‘hap’ yapılmış) bir versiyonu olduğu; üçüncüsü de, bu durumun, Kürt hareketinin liderliği ya da yönetimi konusunda bir tartışmayı beraberinde getirdiği, getireceğidir. Buna rağmen, Kürtler ve onlara destek veren bölge dışı aktörler bakımından, Orta Doğu’daki Kürt hareketinin Irak ve Suriye bağlamında “rayına” girmiş olduğunu söylemek mümkündür.
İran’daki bölücü/ayrılıkçı Kürt hareketi, bir suskunluk ya da hareketsizlik içindedir. Bu durumun arkasındaki en temel neden, İran’daki “baskıcı” rejim ve günümüzde Tahran’ın güçlenmekte olmasıdır. Ayrıca İran’ın Irak Kürtleri nezdinde sahip olduğu nüfuzu da görmek gerekir. Bu noktada, bir taraftan ABD’nin Irak’ta İran ile “yan yana” olduğunu, diğer taraftan da İran nedeniyle Kürt nüfusu içindeki Sünni Kürt-Şii Kürt ayrışmasının Kürt hareketini sekteye uğratmasından duyulan iç/dış “korkuyu” da görmek gerekir. Bu durumda, geriye Türkiye kalmakta ve Kürt hareketinin önümüzdeki dönemde daha çok Türkiye ile bağlantılı olarak gündeme geleceği değerlendirmesi ortaya çıkmaktadır.
Bölücü/ayrılıkçı hareketler, genelde demokrasi ve özgürlük ortamlarından beslenir. Türkiye, bugün hakkında ileri sürülenlere rağmen, demokratik ve özgür bir ülkedir. Ve 40 yıla yakın bir süredir yaşamakta olduğu bölücü/ayrılıkçı Kürt hareketi, bunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Türkiye, yaklaşık 40 yıldır, Kürt bölücü/ayrılıkçı hareketinin ürünü olan, bu hareketi besleyen ve bu hareketten beslenen PKK terör örgütü ile uğraşmaktadır. Bugün Anadolu’da mevcut olan Kürt bölücü/ayrılıkçı hareketinin geçmişi, Osmanlının son dönemine kadar götürülebilir; Milli Mücadele yıllarındaki ve Cumhuriyet’in kurulmasından hemen sonraki yıllarda yaşanan bazı isyan ve ayaklanmalar bu bağlamda görülebilir. İster 40 yıl, ister Osmanlının son dönemi çıkış noktası alınsın, yukarıdaki değinilen hususlarda ifadesini bulan mantık değişmemektedir, aynıdır. Yani Türkiye’deki bölücü/ayrılıkçı Kürt hareketi de, dış bağlantılıdır ve gücünü asıl olarak dışarıdan almaktadır. Dolayısıyla PKK terör örgütü, hem Kürt bölücü/ayrılıkçı hareketinin bir parçasıdır, hem de Türkiye’yi hedef alan “dış politikaların” bir aracıdır. Farklı bakanlar ya da farklı yere koyanlar olsa da, somut olaylar ve belgeler, PKK’nın bölücü/ayrılıkçı Kürt terör hareketinin bir parçası, “eli kanlı” bir terör örgütü olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
VI. Uluslararası ilişkilerinde Türkiye’nin gerçekten başı belada gibidir. Ve bu bela da, münhasıran Kürt hareketi ile ilgili olacak gibi gözükmektedir.
Çünkü (i) Türkiye, Kürt kökenli ciddi bir nüfusa sahiptir. (ii) Irak ve Suriye Kürtlerinin eriştiği nokta, Türkiye’deki Kürtleri tahrik ve teşvik edici bir etkiye yol açmaktadır. (iii) Bugüne kadar hep Kürt hareketinin hamisi pozisyonunda gözükmüş ABD ve Avrupa ülkeleri, hem bugün de bu pozisyonlarını korumaktadırlar, hem de doğrudan Türkiye’yi karşılarına almış gözükmektedirler, Türkiye ile olan ilişkileri ciddi şekilde gerilemiştir. (iv) Türkiye’nin, Kürt hareketinden kendisi gibi rahatsızlık duyabilecek, Kürt nüfusa sahip Irak’tan, Suriye’den ve İran’dan destek alma ihtimali oldukça zayıf gözükmektedir. Çünkü bu üç ülke ile olan ilişkileri, ya güven vermekten uzak, ya bozuk ya da kopuktur. (v) Türkiye, sadece söz konusu üç ülke ile bağlantılı olmanın ötesinde, uluslararası ilişkilerinin genelinde ciddi bir yalnızlık içindedir. (vi) Dün Yunanistan, Suriye ve PKK terör örgütü kastedilerek ifade edilen “iki buçuk savaş stratejisi”; bugün adeta yerini “beşli savaş stratejisi”ne bırakmış gibidir. Yani Türkiye’ye yönelik tehdit ve riskler, o zamandan bu yana iki kat artmıştır. PKK terör örgütünün yeni uzantıları (PYD/YPG) ortaya çıkmış ve Kürt bölücü/ayrılıkçı hareketi ciddi şekilde güç kazanmıştır. İslam içi çatışmanın maksatlı olarak öne çıkarıldığı son dönemde, bizce, Türkiye bir oyuna gelerek (getirilerek) Sünni İslam kimliği ile öne çıkarılmıştır. İran, güçlenmiş ve oldukça uzun (1800 km.) bir sınır hattı üzerinden Türkiye’ye “nüfuz” edebilir hale gelmiştir. Karadeniz’deki istikrar bozulmuştur. Artan tehdit ve riskler ile eş zamanlı olarak; ülkede birlik ve beraberlik ciddi şekilde zayıflamış, dışa bağımlılık artmış, Türk Silahlı Kuvvetleri bazı istenmeyen olaylar üzerinden ciddi şekilde zarar görmüş, Türkiye çok ciddi sayıda sığınmacıya ev sahipliği yapar hale gelmiş, algılanan istikrarsızlık işaretleri sermaye çıkışı eğilimini doğurmuştur. Bunların bize göre anlamı; Türkiye için, sadece dışarıdan eş zamanlı olarak birçok cephede “düşman” ile karşı karşıya kalma değil, içeriden de “düşman” ile karşı karşıya kalma ihtimalinin belirmiş olduğudur.
Bu tablo ışığında ve bu çalışmanın konusu itibarıyla, bize göre, iki husus özellikle kendisini belli etmektedir. Birincisi, Türkiye’nin, 1923’ten bu yana, ülke savunması bağlamında, bugün en zayıf dönemini yaşadığıdır. İkincisi de, dış bağlantılarının da etkisinde Kürt hareketinin, Türkiye için, “bardağı taşıran damla” işlevini yerine getirebileceğidir. Eğer bu görüşe iştirak edilir ise; Türkiye’nin, ABD Savunma Bakanı James Mattis’den gelen Irak’ta petrol için bulunmadıklarına dair açıklamayı ve Rusya’nın Kürtlere yönelik artan ilgisini, en kötüsünü de içerecek, şekilde sorgulaması gerekecektir. Ancak hiç şüphesiz, bu da yeterli olmayacaktır. Türkiye’nin bir öz eleştiri yapması, yanlışlarını görmesi, aynı yanlışlara yeniden düşmemesi, muhataplarına güven vermesi, başkalarının taahhütleri ve çıkarları ile değil kendi ülkesinin gücü ve çıkarları ile yola çıkması gerekecektir.
VII. Türkiye, bu hassas dönemi, süratle geride bırakmak durumundadır. Bu bağlamda, yukarıda belirtilenlere ilave olarak akla gelen somut bazı hususlar müteakip paragraflarda sunulmuştur.
Türkiye için en öncelikli konu, ekonomik, politik ve askeri durumların birlikte ele alınarak değerlendirileceği, izleneceği ve yönlendirileceği “geçici” ve “dinamik” bir kurumsallaşmaya gidilmesidir. Bu yapılırken, tarafsızlıklarını yitirmiş uzmanlardan değil, makam/mevki peşinde koşmayan güvenilir uzman ve bürokratlardan yararlanılmalıdır.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, IŞİD ile mücadele eden (bir kısmı Dünyanın en güçlüsü) 65 ülkenin bu örgütle baş edememesi yönündeki açıklaması son derece önemlidir. Önemi, isabetli bir tespit olması ile ilgili değildir; yol açtığı çağrışım ile ilgilidir. Acaba karşısında bu kadar büyük bir güç olmasına rağmen, IŞİD niye yok edilememektedir? IŞİD’ın bir şeyler için kullanılmak üzere “saklandığı” düşünülebilir mi? Eğer öyle ise, bu bir şeyler ne/neler olabilir? Kürt hareketinde sona gelindiği, Erbil merkezli müstakil/bağımsız bir Kürt Devletinin ortaya çıkması ile diğer ülkelerdeki Kürt hareketinin de hal yoluna gireceği ve bölgede Kürt hareketinin yerini IŞİD’ın alacağı mı düşünülüyor? Kürt hareketine müzahir olanlar, önümüzdeki dönemde IŞİD’a mı müzahir olacaklar? Bu müzahir oluşun, önceki müzahir oluş ile bir farkı ya da ilişkisi olacak mıdır? Örneğin, IŞİD’a, müstakil/bağımsız Kürt devletinin kurulmasını (ve Irak’ın parçalanmasını) perdeleme işlevini mi yükleyecekler? Bu takdirde, dün IŞİD ile ilişkilendirilen Türkiye, yeni dönemde IŞİD ile ilişkilendirilerek hedef alınabilir mi? Bu sorular ışığında ve Kral’ın Başkan ile yaptığı görüşme sonrasında, Suudi Arabistan’dan gelen, IŞİD için Suriye’ye asker gönderebileceği açıklamasını nasıl anlamak gerekecektir? Bu soruların cevabı üzerinde çalışılırken, bazı hususları göz önünde bulundurulması yararlı olacaktır diye düşünülmektedir. IŞİD, Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in P5+1-İran görüşmelerinden kaygı duyduğu bir sırada ortaya çıkmıştır. Zamanlaması, IŞİD’ın, ABD’nin bu iki ülkenin kaygılarını (tepkilerini) hafifletmek ve İran’a nüfuz edebilmek amaçlarını karşılamak için ortaya çıkarıldığına işaret etmektedir. Ve ortaya çıkışının arkasında Afganistan deneyimi vardır. Afganistan’da Sovyet işgaline karşı İslami direnişi örgütleyen ABD, bu örgütlenme ile koruduğu bağı ve birikimi üzerinden IŞİD’ı ortaya çıkarmıştır. Ve ABD, PKK terör örgütünü kendi terör örgütleri listesine almış olmasına rağmen bu örgütle bugün nasıl mücadele ediyorsa (!), IŞİD ile de aynı şekilde mücadele etmektedir, edecektir.
Acaba, Erbil merkezli müstakil/bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkışı ve Irak’ın parçalara ayrılması, nasıl bir ortamda fazla tepki çekmeden hayata geçirilebilir? Bunun koşulları neler olabilir? IŞİD’a bu bağlamda nasıl bir işlev yüklenebilir? Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin Sünni İslam kimliğini öne çıkarması, Sünni İslam Dünyası’nda Riyad’tan rol çalması ve yakın zamana kadar Türkiye’yi IŞİD ile ilişkilendiren iddialar ile yukarıda değinilen diğer bazı hususlar hatırlandığında, ister istemez insanın aklına IŞİD ile mücadelenin mecrasının Türkiye’ye kayma ihtimali gelmektedir. Konjonktür çok ciddi riskleri içermektedir ve bu da Türkiye’nin adımlarını çok dikkatli ve uzağı görerek atmasını gerektirmektedir.
ÖSO’na bel bağlaması ve ÖSO’nu çağrıştırması, Türkiye için çok ciddi bir risktir. Çünkü ÖSO, çok farklı grupları bünyesinde barındırmaktadır. Türkiye, bu grupların hepsini kontrol edememektedir. Ve bu grupların bazıları Sünni İslam temelli “şeriat devleti” peşindedir ve istenildiğinde, bunların IŞİD ile aynı paydada kolayca bir araya gelme potansiyeli mevcuttur. Böyle bir tabloda, Türkiye’nin ÖSO’nun tamamen kendi kontrolü altında olduğu algısını doğuracak davranış ve söylemlerden kaçınması uygun olacaktır. Çünkü bağlılık çoğunlukla mali desteğe bağlı olduğu için, Suriye’deki iç çatışma ortamı, hem her türlü senaryonun hayata geçirilmesine elverişlidir, hem de her türlü sürprize açıktır. Bize göre, belirsizlik ve risk oldukça yüksektir. Türkiye, “parayı verenin düdüğü çaldığı” böyle bir ortamdan “korkmak” durumundadır.
Türkiye için İran’ın durumu ve duruşu son derece önemlidir. Bir taraftan İran’ın ABD ile yakınlığı konuşulmaktadır ve buna işaret eden somut gelişmeler vardır. Diğer taraftan İran Rusya ile son derece yakındır. Türkiye ise, hem ABD ve Rusya ile sorunlu ilişkilere sahiptir, hem ABD’nin ve Rusya’nın Türkiye ile ilgili güven sorunları vardır, hem de İran ile birçok konuda anlaşamamaktadır, karşı karşıyadır. Şii milislerin Irak’taki ve Suriye’deki eylemleri ile, PKK terör örgütünün Şii Haşdi Şabi örgütü ile ilişkilendirilmesi gibi bazı gelişmeler, İslam içi çatışmanın boyutunun Türkiye ve/veya İran üzerinden genişletilmesi amacına hizmet edecek senaryoların varlığının işareti gibi algılanmaktadır. Türkiye’den ve İran’dan gelen bazı açıklamalar, eğer varsa böyle bir senaryonun amacına hizmet eden açıklamalardır. Türkiye’nin bundan uzak durması, söyleyecek bir şeyi varsa muhataplarının bunu yaptıklarından (eylemlerinden) çıkarması daha uygun bir yol olacaktır. Çünkü aksi, Türkiye için, kamuoyu desteğinden yoksun kalma riskini içermektedir.
Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasından Batının kaygı duymasını, Rusya ile ilişkilere mesafe koymak olarak algılamak ciddi bir hata olacaktır. Bu yönüyle, Batının bu kaygısını fazla önemsememek gerekir. Çünkü Batı; Rusya, Çin, Kuzey Kore ve Suriye ile çok yakın ilişkiler içinde olmuş/olan İran ile yakınlaşmıştır. Batının rahatsız olduğu Rusya, oy kullanma hakkı hariç NATO içinde hemen her yerde varlık göstermektedir. Mayıs 1997’de NATO ile Rusya arasında imzalanmış bir “Kurucu Senet” ve bu belge ile ortaya çıkmış “NATO-Rusya Daimi Ortak Komisyonu” vardır. Belki daha önemlisi, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’nun eski ve yeni bütün üyeleri ile NATO üyelerinin birlikte yer aldığı “Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi” mevcuttur. Rusya, NATO’da diplomatik temsilciliğe sahip olduğu gibi, önemli NATO askeri karargâhlarının bazılarında da büroya sahiptir. Ayrıca Soğuk Savaş yıllarında dahi Moskova’ya yakın durmuş, halen duran Yunanistan akla gelmektedir. Hal böyle iken, Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasından Batının rahatsızlık duymasını daha başka türlü anlamak gerekir. Türkiye’nin içinde bulunduğu iç ve dış koşullar ortadadır. Türkiye’yi hedef alabilecek senaryolardan söz edilebilmektedir. NATO, bunlardan dolayı sıkıntı içindedir diye düşünülmektedir. Bir varsayım olarak, NATO’nun; Türkiye’nin NATO’yu istemediği durumlara düşürebileceği ve buna NATO’nun kendi üyelerinden birini hedef almasının da dâhil olabileceği ihtimallerini konu edinen bir değerlendirmeye sahip olabileceği akla gelmektedir. Türkiye, konjonktürel olmamak kaydıyla, NATO’yu da dikkate alarak, Almanya ile olan ilişkilerini geliştirmeyi ve özel ilişkiler tesis etmeyi değerlendirebilir.
Türkiye’nin El Bab’ı ele geçirdikten sonra Rakka’ya yönelmesi, politik, ekonomik ve askeri açılardan Türkiye için oldukça riskli bir durum olacaktır. Medyada Rakka için iki güzergâh gündeme gelmiştir. Biri kuzeyde Akçakale’den başlayıp güneye inen “kısa” güzergâhtır. Diğeri de El Bab’tan başlayıp doğuya doğru Menbiç üzerinden olan “uzun” güzergâhtır. Her iki güzergâh da, PYD bölgesinden geçmektedir. Türkiye ile Rakka arasında, PYD’nin kontrolündeki bölgeler vardır. Başka bir ifade ile, Türkiye’nin Rakka ile coğrafya olarak fiziki teması yoktur ve bu anlamda Rakka’nın operasyonel bir derinliği vardır. Bu durum, Rakka’ya gönderilecek Türk birliklerinin lojistik desteğinin sağlanmasını, takviyesini ya da tahliyesini zora sokan hususlardır. Türkiye’nin Rakka’ya yönelik operasyona katılması, Fırat Kalkanı Operasyonu ile oluşturulan doğu-batı istikametinde Azez-Cerablus hattı arasında kalan ve güneyde El Bab’a kadar uzanan güvenli bölgenin elde tutulmasını zora sokma riskini de içermektedir. Yukarıda ÖSO’na güvenmenin, ona bel bağlamanın oldukça riskli olduğuna da işaret edilmişti. Ayrıca dün Körfez Krizinde “bir koyup üç alacağız” diye işin içine çekilen Türkiye’nin koyduğu “biri” dahi alamadığı, bugün de Türkiye’yi Suriye krizine iten Batının bu krizde ortada bıraktığı da akla gelmektedir. Türkiye; savunma harcamaları giderek arttığı, yabancı sermaye girişinin durduğu, sermayenin yurt dışına kaçış eğiliminin baş gösterdiği, sığınmacıların mali yükünün taşınması zor bir mahiyet arz eder hale geldiği, istihdam sorununun ağırlaştığı bir ekonomik süreci yaşamaktadır. Ülke ekonomisi bu durumda iken, Türkiye’nin Rakka operasyonunda sahada olması Türkiye için çok ciddi bir risk olacak, belki ileride Türkiye’nin bir “oyuna” getirilmiş olduğu konuşulabilecektir.
VIII. Sonuç yerine şunları söylemek uygun olacaktır diye değerlendirilmektedir.
Türkiye, bölücü/ayrılıkçı Kürt hareketini ve bunun bir parçası olan terör sorununu çözmeye değil, yönetmeye odaklanmalıdır. Çünkü çözmek gerçekçi gelmemektedir. Çözmek demek, bir ülkede hiç işsiz bırakmamak gibi bir şey demektir ki; bu, olacak bir iş gibi gözükmemektedir. Yukarıda değinilen ülke örmekleri, bizi, bu sorunları yönetmenin, daha gerçekçi ve akılcı bir yaklaşım olacağını söylemektedir.
Türkiye, ulusal güvenlik stratejisini güncellemeli ve gelişmelerdeki hız nedeniyle, bu işi kısa aralıklarla sürekli yapmalıdır. Bu bağlamda, kendi öz kaynakları ile sonunu getirebileceği adımları atmalı, başkalarına bel bağlayarak adımlar atmamalıdır. Petrol fiyatlarındaki artma eğiliminin, Orta Doğu’daki çatışma ortamını besleyeceğini dikkate almalıdır.
Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonunun tamamlanmasından sonra, münhasıran güvenli bölgeye, buradaki imar/inşaat faaliyetlerine odaklanmalı, bu suretle samimiyetini göstermeye ağırlık vermelidir. Eş zamanlı iç ve dış tehditler/riskler nedeniyle, gücünün ve ilgisinin parçalanması ve ufalanması sonucunu doğuracak adımları atmaktan uzak durmalıdır.
Türkiye, ABD ile olan ilişkilerini artık yeni ve farklı bir konsept içinde görmelidir. Koşullar çok değişmiştir, hızla değişmektedir. İlişkileri geçmiş konsept ya da düşünce kalıpları içerisinde görmeye devam etmek, hele bunda ısrarcı olmak, her iki tarafa da zarar verme potansiyelini içermektedir. İlişkilerde bir yorgunluk ve yıpranma söz konusudur. Türk kamuoyundaki ABD algısı/imajı ciddi şekilde bozulmuştur. Bunu görmezden gelen tasarruflar, işlevsel olamayacaktır. Türkiye; koşullardaki değişimi, bugünkü (mevcut) durumu ve geleceğe yönelik beklentilerini dikkate alarak, ABD ile daha sağlam ve güvenilir bir ilişki tesis etmeyi düşünmelidir. Türkiye, Rusya’yı ve ABD’yi biri birlerinin alternatifi gibi görmemeli; aynı zamanda, her iki aktörle de yakın ilişki içinde olabilmeyi düşünmeli ve Türk kamuoyunu da buna hazırlamalıdır.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 25 Şubat 2017.