Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
I. Türkiye’nin bir beka sorunu ile karşı karşıya bulunduğu doğrudur. Bu sorun, ayrılıkçı Kürtler ile ilgilidir. Ve sorunun arkasında, “şimdilik” Irak Kürtlerinin geldiği nokta ve Suriye Kürtleri ile ilgili mevcut gelişmeler vardır.
Türkiye’nin beka sorunu ya da milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik yakın ve ciddi tehdit niçin ayrılıkçı Kürtler ile ilgilidir diye sorulabilir. Türkiye açısından, bu sorunun cevabı şu tablodadır: (i) Irak’ın kuzeyindeki “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi”, “ileri” özerkliğin ötesine geçip bağımsızlığa çok yaklaşmıştır. (ii) Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler, kantonal yönetimler kurmuş ve bunu ileriye taşıyıp Şam ile “konfederal” bir yapıya gitme peşindedirler. (iii) Bu suretle Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz kıyılarına açılan bir “Kürt Koridoru” gündeme gelmiştir. (iv) Bu koridor üzerinde müstakil bir Kürt devletinin ortaya çıkması artık sıkça konuşulur hale gelmiştir.
İşte Irak’taki, Suriye’deki ve bölgedeki mevcut bu tablo, doğrudan Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğü ile ilgili potansiyel tehdidi beslemekte ve güçlendirmektedir. Çünkü (i) Türkiye, bölgede en çok Kürt nüfusa sahip olan ülkedir. (ii) “Kuzey Kürdistan” söylemi, Türkiye’nin güneydoğusu için kullanılan bir söylemdir. (iii) Türkiye, bölge Kürtlerinin konfederal yapılanması olan KCK’ye dâhildir ve KCK, “Büyük Kürdistan” emeline işaret eder. (iv) En önemlisi, Türkiye’nin 40 yıla yakındır mücadele ettiği PKK terör örgütünün, Kürt ayrılıkçı hareketinin silahlı kanadını teşkil etmesidir. Yani Türkiye, gerçekte, 40 yıldır ayrılıkçı Kürt hareketi ile mücadele etmektedir.
Irak’ta, Suriye’de ve bölgede Kürtler ile bu gelişmeler olurken, Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtlerin, dolayısıyla Türkiye’nin bundan etkilenmemesi ya da bu gelişmelerin er ya da geç Türkiye’ye yansımayacağı düşünülebilir mi?
Irak Kürtlerinden sonra Suriye Kürtlerinin de ileri özerk bir yapıya kavuşması, hele Kürt Koridoru üzerinden müstakil bir Kürt devletinin ortaya çıkması, kaçınılmaz olarak Türkiye’ye de yansıyacak ve Türkiye’deki Kürtler de benzeri talepler ile Ankara’nın karşısına çıkacaklardır.
Bu belirtilenler nedeniyle, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünün artık daha yakın ve daha ciddi bir tehdit altında olduğu ve bu tehdidin (resmi olarak dillendirilen beka sorununun) ayrılıkçı Kürtler ile ilgili olduğu çok açıktır.
Beka sorununun (yakın ve ciddi tehdidin) ayrılıkçı Kürtler ile ilgili olduğu doğru ancak, bu, eksik bir tespittir. Ayrılıkçı Kürtlerin Irak’ta ve Suriye’de bugünkü noktaya nasıl geldiklerine de bakmak gerekir. Bakıldığında, çok açık ve net olarak ABD görülür. Bu takdirde, buradan da, Türkiye’nin mevcut beka sorununun sadece ayrılıkçı Kürtler ile ilgili olmadığı, bunlardan çok, ABD ile ilgili oluğu sonucu çıkmaktadır.
ABD, Türkiye’nin 40 yıldır ayrılıkçı Kürt hareketi ile mücadele ettiğini bilmiyor olabilir mi? ABD, bölgede Kürtleri ayağa kaldırıp harekete geçirmesinin, onlara güç ve destek vermesinin, onları himaye etmesinin, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdidin büyümesine neden olduğunu görmüyor olabilir mi?
Türkiye’nin mevcut beka sorununun, ayrılıkçı Kürtler ile ilgili olduğu kadar, ABD ile de ilgili olduğu artık çok açıktır.
II. “Ulus inşası”, özellikle 1980’li yılların sonuna doğru öne çıkmış, 1990’lı yıllar boyunca oldukça popüler olmuş ve daha çok Balkanlar, Afganistan ve Irak ile ilgili olarak kullanılmış bir olgudur.
Ulus inşası; çok genel olarak, kurulu düzenin çökmesi, toplumların ciddi bir parçalanmayı/ayrışmayı yaşaması, bunun ülkede aşırı kaotik ve şiddet içeren bir ortama yol açması, bu durumun bir ülke ile sınırlı kalmayıp komşu ülkelere sirayet etmesi ve böylece o bölgenin aşırı kaotik/şiddet içeren bir bölge haline gelmesi gibi durumlarda, gündeme gelmiş bir olgudur. Dışarıdan bir çözüm yöntemi olarak görülen, gösterilen ve dayatılan, yerli işbirlikçileri üzerinden işleyen bir olgudur.
Dikkat çekici olanı, son dönem ulus inşası çabalarının daha çok ABD ile anılmasıdır. ABD, ulus inşası üzerinden, sorunlu ülkelerde/bölgelerde düzenin ve istikrarın yeni koşullarda yeniden sağlanması için çaba harcayan; bu suretle, küresel sorumluluklarının gereklerini yerine getiren bir süper güç görüntüsü içinde olmuştur.
Bir çözüm yöntemi olarak ulus inşası; bazen politik bir seçenek, bazen mevcut silahlı çatışmaya alternatif bir seçenek, bazen doğrudan ve başlangıçtan itibaren silahlı çatışmanın bir parçası olan bir seçenek, bazen de silahlı çatışma sonrasında gündeme gelen bir seçenek, olarak görülmüştür.
Ancak ulus inşası olgusuna bakarken, özellikle şunları da görmek gerekir: (i) Bu olgu, genellikle, etnik/dinsel çeşitlilik gösteren, iflas etmiş ve/veya askeri çatışma sonrası dönemini yaşayan ülkeler bağlamında öne çıkmıştır. (ii) Ulus inşasına konu ülkeler, ya jeopolitikleri çok değerli ya da zengin enerji kaynaklarına (kıymetli madenlere) sahip ülkelerdir. (iii) Ulus inşası olgusu, genellikle göç hareketlerinin manipülasyonunu içeren bir olgudur. (iv) Ulus inşasına konu ülkeler, genellikle, bölgesel ve küresel güvenliğe tehdit olarak görülmüş/gösterilmiş, yönetimleri “yasadışı” ilan edilmiş ülkelerdir. (v) BM, ulus inşasında, bunun önünü açma (kolaylaştırma) işlevini yerine getirmiş; ulus inşasında BM’nin barışı oluşturma-koruma-sürdürme misyonundan yararlanılmıştır. (vi) Son 30 yıl içinde ulus inşasına konu olmuş uluslararası anlaşmazlıklardan ya da gelişmelerden, ABD’nin, ulus inşası olgusuna, kendisinin küresel hegemonyasını sürdürme ve Amerikan çıkarlarını koruma işlevlerini yüklemiş olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür.
Ulus inşasına ilişkin bu belirtilenler ışığında bakıldığında; Kürtlerin, ulus inşasına konu olduğu; bazı Avrupa ülkeleri ile birlikte ABD’nin bu konu üzerinde çalıştığı açıkça görülebilmektedir. Bu çabanın Osmanlı’nın son dönemine kadar uzanan bir geçmişi olmakla beraber, burada bunlara değinilmeyecektir.
İran’ın 1979’da Humeyni ile birlikte İslam Cumhuriyeti’ne geçmesi ve bunun üzerine ABD’nin, İran’ı terk etmek zorunda kalması, Washington’un bugünkü şekliyle “Kürtler için ulus inşasına” yönelmesinde çıkış noktası alınabilir. Hatırlanacağı üzere, Humeyni ile bölgeden ayrılan ABD, Saddam Hüseyin (Irak) üzerine oynan bir oyunla bölgeye geri dönebilmiştir.
Saddam, İran ile sekiz yıl süren bir savaştan çıkmıştı ve Irak ekonomik açıdan çok kötü bir durumdaydı. Bağdat, ekonomik duruma çözüm arayışı içindeydi. Irak bu durumda iken; ABD, önce Saddam’ı Kuveyt’i işgale isteklendirmiş, sonra da Saddam’ı (Irak’ı) bölgesel ve küresel güvenlik için tehdit olarak gösterip BM Güvenlik Konseyi’ni devreye sokarak “Çöl Fırtınası” harekâtı ile 1990’da Körfez Savaşını başlatmıştı. Körfez Savaşının devamında da Türkiye’nin ev sahipliğinde, Irak Kürtlerini “Saddam’ın zulmünden” korumak için Çekiç Güç uygulamasını başlatmıştı. Irak’ın kuzeyinde, güvenli bölge oluşturulmuş, uçuşa yasak bölge ilan edilmiş, Saddam güçlerinin bu bölgeye girişleri yasaklanmış, Irak Kürtleri bu suretle koruma altına alınmıştı. Bu bağlamda, Saddam’ı caydırmak ve güvenli bölge uygulamasını sorunsuz sürdürülebilmek için de çok uluslu bir güç (Çekiç Güç) oluşturulmuş; bütün bunlar için de, BM Güvenlik Konseyi’nden bunlara cevaz veren kararlar istihsal edilmişti. Irak’ta, Irak Kürtlerini konu alan “ulus inşası” böyle başlamıştı…
Ne yazık ki, Türkiye, bugünleri görmemiş, ABD’nin Irak’ta Irak Kürtleri için başlattığı “ulus inşa” sürecinin bir parçası olmuştur. (Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay bunu görmüş, siyasal iktidarı ikna edemeyince, tepkisini demokratik bir yolla, istifa etmek suretiyle, göstermiştir. Rahmetle anıyorum.)
Türkiye, 10 yıldan fazla bir sürre (1991-20103), Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri Saddam’ın zulmünden korumak için oluşturulmuş, gerçekte ise Irak Kürtleri için ulus inşasına elverişli ortamı sağlama işlevini yerine getiren Çekiç Güç’e ev sahipliği yapmıştır. “Çekiç Güç” uygulaması, adı daha sonra birkaç kez değişse de, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılına kadar devam etmiş; bu süre içerisinde, ABD, Türkiye’yi Irak’ta sahada dışlamak suretiyle, değişik yüzlerce sivil toplum kuruluşu üzerinden, kendi yönetimlerini kurmaları için Irak Kürtlerini her açıdan eğitmiş, yetiştirmiş, bağımsızlığa hazırlamıştır. Her biri ulus inşasının farklı boyutlarında kendilerine yüklenen işlevi yerine getiren ve sayıları zaman zaman 200’ün üzerine çıkan sivil toplum kuruluşlarının Irak Kürtlerinin bulunduğu uçuşa yasak (güvenli) bölgeye gidişleri-gelişleri 1991-2003 döneminde Türkiye üzerinden olmuştur.
Irak ABD’nin işgali altında iken, halen yürürlükte bulunan 2005 Irak Anayasası ile, ABD’nin Irak Kürtlerini kendi yönetimlerine kavuşturma (yani ulus inşa) çabası, hem fiili olmaktan çıkmış resmiyet kazanmış, hem de adeta “zirve” yapmıştır. ABD’nin gözetiminde yapılmış bu anaysa ile; Irak, federal bir sisteme geçmiş, Irak Kürtleri de ülkenin kuzeyinde, sınırları belli bir coğrafyada, “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi-IKBY” adıyla bu federal sistemin tek federe unsuru olarak anayasada yerini almıştır. Irak Kürtleri, ABD sayesinde ve bu suretle, hem Bağdat’tan ayrı kendi yasama, yürütme ve yargı organlarına kavuşmuş, hem de Bağdat Yönetiminde söz/pay sahibi olmuştur.
ABD’nin Irak’ta ulus inşa çabası bununla bitmiyor, devamı var…
Devamını biliyoruz. Ancak Suriye ile ilgili gelişmelerin daha iyi anlaşılabilmesi için, devamını, bir de aşağıda ifade edileceği gibi görmek gerekir.
2011’de başlayan Suriye krizi ve sonrasında bölgede ortaya çıkan IŞİD, ABD’nin Irak’ta Irak Kürtleri ile ilgili ulus inşa çabasını daha ileriye taşımasına hizmet etmiştir. ABD; IŞİD ile mücadele ediyor gerekçesini kullanarak, Irak Kürtlerini, bir taraftan askeri açıdan eğitmiş ve donatmış, onları kendilerini savunacak düzenli bir askeri güce kavuşturmuş, bu suretle bugünkü Peşmerge gücünü ortaya çıkarmış; diğer taraftan da Peşmergenin Irak’ta IŞİD’dan temizlediği yerlerin IKBY coğrafyasına dâhil edilmesine, yani IKBY’nin coğrafya olarak genişlemesine, sınırlarının dışına taşmasına yol vermiştir. Bütün bunlar, ABD sayesinde olmuştur. Irak Kürtleri, IKBY üzerinden ve ABD sayesinde, hem güçlenmiş, hem de coğrafya olarak yayılmışlardır.
Irak Kürtleri, ABD’den aldıkları bu hızla, durmamış; sahip oldukları “ileri” özerkliğin ötesine geçmeye de yönelmiştir. IKBY’de, Eylül 2017’de, “bağımsızlık (Irak’tan ayrılma) referandumu” yapılmış, referandumdan ezici bir çoğunlukla (%90’nın üzerinde) bağımsızlığa “evet” sonucu çıkmış ancak, bu sonuç IKBY Yönetimi (Barzani) tarafından “dondurulmuş” yani askıya alınmıştır. Kararın askıya alınmasında, Washington’un etkili olduğu belirtilse de, asıl etkenin Bağdat’ın, Ankara’nın ve Tahran’ın konuya ilişkin duruşları olduğunu belirtmek mümkündür. Bağımsızlık referandumu, ulus inşasının bir parçasıdır ve bu referandumu ile nabız ölçülmüş ve öyle anlaşılıyor ki, zamanı uygun görülmemiş, ABD’ye “paye” verilmek suretiyle “bağımsızlık kararı” askıya alınmıştır. Lütfen dikkat ediniz; Irak Kürtlerinin bağımsızlık kararı iptal edilmiş değildir. Bu karar, buzdolabında tutulmaktadır ve buzdolabından çıkarılması için “uygun zamanı” beklenmektedir.
ABD’nin Irak’ta Irak Kürtleri ile ilgili ulus inşa çabasında geldiği nokta budur.
III. ABD’nin Irak Kürtleri ile ilgili ulus inşa çabasında yukarıda değinilen gelişmeler olurken; 2011 yılında, “beklenmedik bir şekilde” Suriye krizi ortaya çıkmıştır.
Suriye, Kürtlerin yaşadığı bir başka bölge ülkesi… Etnik ve dinsel çeşitlilik gösteriyor. Jeopolitiği, -özellikle enerji trafiği açısından- son derece değerli bir ülke. Ülke ekonomisi iyi bir durumda değil. Şam’ın İran ve Rusya ile olan ilişkileri, ABD tarafından, bölgesel ve küresel güvenliğe yönelik tehdit olarak alınıyor ve Dünya kamuoyuna bu şekilde takdim ediliyor.
2011’de, kriz ile birlikte, bir iç çatışma başlamış; halen devam eden çatışma ortamında, Şam, Suriye’nin ülkesini kontrol edemez bir hale düşmüş; kurulu düzen zaafa uğramış; toplumda ciddi bir ayrışma/parçalanma ortaya çıkmış; parçalanma senaryoları sıkça konuşulmaya başlanmıştır. Suriye’de bugün, aşırı kaotik ve şiddet içeren bir ortam vardır. Bu durum, Suriye ile sınırlı kalmamış; Suriye’nin komşularına da sirayet etmiş, Suriye ile birlikte bölge aşırı kaotik/şiddet içeren bir bölge haline gelmiştir. Bu ortam, ABD desteğinde/himayesinde, Suriye Kürtlerine hareket alanı açmış, ülkenin kuzeyinde biri birinden kopuk Kürt kantonal yönetimleri ortaya çıkmış; Suriye Kürtleri, bununla kalmamış, ileri özerklik üzerinden Şam ile konfederal bir çatı altında bir araya gelme peşine düşmüştür.
Suriye bu ortamda iken, ABD Başkanı Trump’tan, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye bitişik bölgede, 20 mil (32 km.) derinliğinde bir “güvenli bölge” oluşturulması önerisi gelmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki; ABD, aradan geçen süre içerisinde değişen koşulları da dikkate alarak, 2011’de, Irak’ın yerini Suriye’yi, Saddam’ın yerini Beşar Esad’ı, Irak Kürtlerinin yerine de Suriye Kürtlerini koyarak, bu kez Suriye’de Suriye Kürtleri ile ilgili olarak bir ulus inşa etmeye girişmiştir. Başkan Trump’ın Suriye için “güvenli bölge” önerisi, bunları çağrıştırmaktadır. Dün Irak Kürtleri için izlenen yol, bugün Suriye Kürtleri için izlenecek algısı ortaya çıkıyor. Ancak dün (Irak Kürtleri) ve bugün (Suriye Kürtleri) arasında, şimdiden belli, bazı farklar vardır. (i) Her şeyden önce ABD’nin Suriye Kürtleri için ulus inşa çabasının önünü açacak bir kararın BM Güvenlik Konseyi’nden istihsal edilmesi kolay olmayacaktır. (ii) ABD, eski gücünde değildir ve Trump Yönetiminin uluslararası desteği eskisi gibi olmayacaktır. (iii) En önemlisi ABD’nin, insani değerler peşinde koşmadığı, “Büyük Kürdistan”ı çağrıştıran, bölgedeki bütün Kürtleri konu edinen “bütüncül” bir ulus inşa emeline sahip olduğu iyice belirgin hale gelmiştir.
ABD’nin neyin peşinde olduğu çok açıktır. Küresel düzene ve istikrara karşı sorumluluk duyan, diğer ülkelere ve onların hukukuna saygılı olan, vicdan sahibi her ülke, isterse, bunu görebilecektir. Her şey ortadadır. Ve ABD’nin eski caydırıcılığından uzak olması bunu kolaylaştırmaktadır.
Türkiye açısından bakıldığında, ABD’nin Türkiye için vahim sonuçları şimdiden görülebilen bir çaba içinde olduğu anlaşılabilmektedir. Niye? Çünkü Türkiye’nin cari beka sorunu (milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik yakın ve ciddi tehdit), Suriye’nin kuzeyindeki “ayrılıkçı” Kürt yapılanması ilgilidir. ABD, ayrılıkçı Suriye Kürtlerini açıkça desteklemekte, daha acısı NATO müttefik olmalarına ve NATO şapkası altında ülkesini ABD’ye açmış olmasına rağmen ayrılıkçı Suriye Kürtlerini Türkiye’ye karşı açıkça ve ısrarla himaye etmektedir. Bu, Türkiye’nin mevcut beka sorununun gerçekte ABD ile ilgili anlamına gelmektedir.
ABD, Suriye sınırında oluşturulacak güvenli bölgenin Türkiye’nin güvenlik endişelerini karşılayacağını ifade ediyor. Bu ifade bile, ABD’nin Türkiye’ye nasıl baktığı ve Suriye’de neyin peşinde olduğu açısından yalnız başına anlamlı bir işarettir. ABD, Türkiye’yi aşağılamakta, “aptal” yerine koymakta, bunu yaparken de aynı zamanda, hem uluslararası ilişkilerdeki yerleşik kuralları, hem de uluslararası hukuku açıkça ihlali etmektedir. Niye? Çünkü söz konusu ifadeden, ABD’nin Türkiye’yi YPG terör örgütünden (ayrılıkçı Suriye Kürtlerinden) koruduğu anlamı çıkar. Terörizmle mücadeleye dair ABD’nin de taraf olduğu onlarca uluslararası düzenleme var ve bunlar yürürlükte, yani bağlayıcı iken, ABD terör örgütüne kol-kanat germekle kalmıyor, Türkiye’yi terör örgütü karşısında acze düşmüş bir ülke konumuna itiyor. Türkiye, güvenlik endişelerini kendisi karşılayacak ve savuşturacak güçte bir ülkedir.
ABD’nin Suriye’de güvenli bölgeyi Türkiye’nin savunma/güvenlik endişeleri için önermesi, Türkiye’nin kendini savunma hakkını kullanamadığı, kendisini savunamadığı ve/veya kendisini savunma hakkını başkalarına kullandırttığı anlamına gelmez mi? Daha açık bir ifade ile, bu, ülke savunmansının başkalarına “ihale edilmesi” demek olmaz mı? Bu düşünülebilir mi? Bu sorulara neden olan ABD’nin söz konusu ifadesinde saklı olan yaklaşımı, üçüncü ülkeler nezdinde nasıl bir Türkiye’ye işaret eder?
Sıkıntı büyük…
Türkiye’nin Çekiç Güç üzerinden edindiği Irak Kürtleri ile ilgili deneyimi ortada durmaktadır.
ABD’nin, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu beka sorununun (milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik yakın ve ciddi tehdidin) arkasında olduğu çok açıktır.
“Kuzey Kürdistan” söylemi hatırlandığında, ABD’nin Kürtlere ilişkin ulus inşa çabasının er veya geç gelip Türkiye’nin “kapısını çalacağı” şimdiden görülebilmektedir.
Türkiye, Irak Kürtleri ile ilgili deneyimlerinden hareketle, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye bitişik, 20 mil (32 km.) derinlikte bir bölgede (batıda Yayladağı civarında Doğu Akdeniz kıyılarından başlayıp doğuda Şırnak’ın Cizre ilçesine kadar uzanan bir koridor üzerinde) ihdas edilecek güvenli bölgenin Suriye Kürtleri için ulus inşasında kullanılacağını, buna hizmet edeceğini görmek durumundadır. Nitekim Türkiye daha önce bunu görmüş olacak ki; ABD’nin önceki Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın, bundan bir yıl önce, Ocak 2018’de, yaptığı bir öneri o zaman ret edilmiştir. Rex Tillerson’ın Paris’te yapılan “Kimyasal Silah Kullanımının Cezasız Kalmaması İçin Uluslararası Ortaklık” konulu Dışişleri Bakanları Toplantısında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na yaptığı öneri, Türkiye-Suriye kara sınırın tamamında, sınırın Suriye kesiminde 20 mil (32 km.) derinliğinde güvenli bir “hat” oluşturulması önerisi idi.
Bu bölümde değinilmesinde yarar görülen son bir husus daha var. O da; dün, “bir konulup üç alınacağı” söylemi ile, Körfez Harekatına katılınmış ve Çekiç Güç uygulamasına dâhil olunmuş; ancak, bildiğim kadar ile, konulan “bir” dahi alınamamıştı. Fakat o zaman Türkiye’den “gidenler” ve Türkiye’ye verilen sözlerin tutulmaması, Türkiye’ye fazla dokunmamıştı. Fakat bugünkü durum dünden çok farklı; Türkiye, (i) yakın ve ciddi bir tehdit ile karşı karşıya ve bu çok belirgin, (ii) ekonomisi iyi durumda değil, (iii) ciddi kurumları güç kaybetmiştir ve (iv) toplumda ciddi bir kutuplaşma/ayrışma ortaya çıkmıştır.
IV. Suriye’de güvenli bölge uygulamasına geçilmesinin Türkiye için geleceği anlam ve Türkiye’nin güncel durumu yukarıda belirtildiği şekilde olmasına rağmen, Türkiye’nin güvenli bölge uygulamasına sırtını dönmesi beklenemeyecektir. Çünkü bölgesel ve küresel koşullar, Türkiye’nin Suriye angajmanı ve Türkiye gerçekleri, güvenli bölge uygulamasının dışında kalmayı değil, içinde olmayı öngörmektedir. Bu, bir çelişki gibi görünse de, politik gerçekçiliğin ve “düşmanını yakın tutma” ilkesinin bir gereğidir ve Türkiye için bir başka sorun da buradadır. Dışarıda kalmak sorun olduğu gibi, içerinde nasıl yer alınacağı da sorundur.
Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yapmak istediği harekâta bazı başkentlerden tepki açıklamaları gelmiştir. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Ortadoğu turuna çıkmıştır. Güvenli bölge konusunda dış basında çıkan bazı açıklamalar vardır. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, BAE, şimdiden Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna harekât yapmasına karşı olduklarını açıkça ifade etmişledir ki; açıklamaları, bu ülkelerin, güvenli bölge uygulamasının muhtemel paydaşları (katılımcıları) olacağı anlamına gelmektedir. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Ortadoğu’da dokuz ülkeyi (Ürdün, Irak, Mısır, Bahreyn, BAE, Katar, Suudi Arabistan, Umman ve Kuveyt) ziyaret etmiştir ki; bu ziyaretlerin de güvenli bölge uygulamasına hazırlık niteliği taşıdığı değerlendirilmektedir. Dış basında çıkan açıklamalarda ve yorumlarda ise; güvenli bölgede Peşmergenin ve Arap aşiretlerinin görev yapacağı ve bölgenin uçuşa yasak bölge ilan edileceği yer almaktadır ki; bunlar da, belirtilen tahmini ve değerlendirmeyi besleyen işaretlerdir. Bunlar, tarafımdan, Türkiye’nin güvenli bölge uygulamasına sırtını dönmesini güçleştiren, içinde yer almasını gerektirten hususlar olarak görülmektedir.
Ve belirtilen mülahazalar çerçevesinde olmak kaydıyla, güvenli bölge uygulamasının içinde yer alması, Türkiye’nin, terörle mücadelesini ve beka sorununun üstesinden gelmeyi çok uluslu bir yapıya havale etmiş olacağı anlamına gelmeyecektir. Onun içindir ki; Türkiye’nin konuyu ABD ile müzakere etmesi ve güvenli bölgenin kontrolüne talip olması -belirtilen mülahazalar ile- önemlidir.
Ancak güvenli bölge uygulamasına Türkiye’nin dâhil olmasının münhasıran Ankara’ya bağlı bir husus olmadığını da görmek gerekir. Ankara istemesine rağmen, Türkiye Suriye’deki güvenli bölge uygulamasına dâhil edilmeyebilir, dışında bırakılabilir. Bu, hiç şüphesiz hem Türkiye için beka sorununu daha ağırlaştırıcı bir etkiye neden olacaktır, hem de beka sorunun arkasında ABD’nin olduğunu daha belirgin hale getirecektir. ABD’nin içinde bulunduğu durum nedeniyle, bu ihtimal zayıf görülmekle beraber, tamamen de dışlanamamaktadır. Çünkü hem Türkiye’nin kendi bölgesinde yalnız bırakıldığı günler çok geride değildir, hem de Mart 2018’de Menbiç konusunda ABD ile varılan mutabakatın durumu ortadadır.
Gelinen bu noktada ve bu çalışmada belirtilen hususlar ışığında; Türkiye’nin, kendisi için koşulların daha da ağırlaşmasını önlemek, mümkün ise koşulları hafifletmek için, Suriye’de oluşturulması gündemde olan güvenli bölge konusunda, iç içe geçmiş şu iki stratejiyi/taktiği izleyebileceği değerlendirilmektedir.
Birinci strateji, Türkiye’nin Suriye’de güvenli bölge uygulamasına dahil olmasını öngörmekte ve bu bağlamında Türkiye’nin şunları yapması gerektiğini içermektedir. (i) Türkiye, öncelikle güvenli bölge uygulamasının katılımcıları konusunda inisiyatif kullanmalı; Rusya, Kazakistan, Azerbaycan gibi Türkiye’yi anlayan ve/veya Türkiye’ye müzahir olabilecek ülkelerin güvenli bölge uygulamasına dâhil olmasını sağlamalıdır. (ii) Henüz ortada Suriye’de güvenli bölge oluşturmaya dair bir BM Güvenlik Konseyi kararı ve buna bağlı NATO tarafından alınmış bir müdahil olma kararı bulunmadığı cihetle, Türkiye, bu tür kararların ortaya çıkmaması yönünde de “örtülü” bir çaba içine girmelidir. (iii). Açıkça Suriye’de güvenli bölge uygulamasına dair bir BM Güvenlik Konseyi kararı olmadığı sürece, Türkiye, hem ülkesini bu uygulamanın lojistik desteği için açmamalı, hem de ABD’nin NATO şapkası altında müşterek savunma faaliyetlerinde bulunduğu TSK tesislerinin güvenli bölgenin lojistik desteği kapsamında kullanılmasına izin vermemelidir. (iv) NATO’da kararlar oy birliği ile alındığı ve Türkiye NATO’ya üye olduğu için, Ankara, Suriye konusunda kendisini sıkıntıya sokacak bir kararın NATO’dan çıkmaması için bir hazırlık ve çaba içinde olmalıdır. (v) Türkiye, ülkesinin güvenli bölgenin lojistik desteği kapsamında kullanılmasına izin vermek durumunda kalırsa, izin vereceği “geçiş noktalarını”, hem sınırlı tutmalı, hem de askeri, politik ve ekonomik açılardan -görünür geleceği de dikkate alarak- çok iyi tezekkür etmelidir. İzin verilecek geçiş noktaları, Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlamasında zafiyete yol açmamalıdır. (vi) Türkiye, güvenli bölge uygulamasında istihbarata ve istihbarat paylaşımına özel bir önem atfetmelidir.
İkinci strateji, birinci stratejinin alternatifi değil, onu tamamlayan, onunla birlikte (iç içe) yürütülmesi gereken ve uygulanması aciliyet arz eden bir stratejidir. Türkiye, süratle, bir-iki noktada, Fırat’ın doğusuna yönelik olarak, önceki operasyonlara benzer şekilde, operasyonlara girişmelidir. “Menbiç dışında”, Fırat’ın doğusundan başlayıp Suriye’nin Irak sınırına kadar olan koridor üzerinde, 20 millik (32 km.lik) derinliği geçmeyecek şekilde, “güvenli bölge uygulaması hayata geçmeden”, bir veya iki noktada, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarına benzer operasyonlar ile, “milli” olarak, güvenilir/sağlam kontrol noktaları oluşturmalıdır. Bu, Türkiye’nin güvenli bölge uygulamasının bir parçası olmasına mani bir durum olarak görülmediği gibi, güvenli bölge uygulamasına ilişkin müzakerelerde Türkiye’nin pazarlık gücünü artırma, dolayısıyla uygulamayı geciktirme işlevlerini de yerine getirebilecektir. Ayrıca Türkiye’nin güvenli bölgeye dâhil edilmemesi ihtimali dışlanamadığı ve güvenli bölgeye ilişkin müzakerelerin uzun zaman alabileceği ihtimali karşısında, zaman boşa harcanmamış da olacaktır. Belki en önemlisi, bu güvenli bölge uygulaması başladığı ve Türkiye dışarıda kaldığı bir durumda, önceden Fırat’ın doğusuna adım atmış olması, hem Türkiye’yi çok uluslu güç ile karşı karşıya gelmekten kurtaracaktır, hem de beka sorununu algılamaktaki ciddiyetine işaret etmek suretiyle Türkiye’nin caydırıcılığına güç katacaktır. Yani çok uluslu yapıda güvenli bölge uygulamasına dair süreç (Türkiye dahil olsun-olmasın) işlerken, Türkiye, bunun dışında, kendi “milli stratejisi” kapsamında bu adımları atmalıdır diye düşünülmektedir.
ABD’nin Kürtlere ilişkin olarak şimdi de Suriye’de ulus inşasına giriştiği çok açıktır. Suriye’den sonra, sıra Türkiye’ye ve İran’a gelecektir. Kürtlere ilişkin asıl ulus inşası, ABD açısından, bu suretle gerçeklik kazanmış ve tamamlanmış olacaktır. Ankara’nın bu tabloyu kullanarak, ikinci strateji bağlamında, güvenli bölge uygulamasına geçilmeden önce yapacağı operasyonlardan birinin yeri için Tahran’ın (ve Bağdat’ın) desteğini arayabileceği, en azından yer tespitini Tahran ile istişare edebileceği de değerlendirilmektedir.
Son söz: Belki unutulmuştur diye konu ile yakından ilgili olduğunu düşündüğüm daha önce yaşadığımız bazı olayları hatırlattım, sonra birikimim ile güncel gelişmelere bugün ve görünür gelecek itibarıyla ışık tutmaya çalıştım, son olarak da yine birikimimin ürünü olan önerilerimi bu yazıda sizlere sundum. Bu suretle, bir aydın olarak, görevimi yaptığımı düşünüyorum. Gerisi siyasal karar vericilerin, siyasetin işi… Ancak söylemeden geçemeyeceğim; siyasetin de, “sınırlı kaynaklarla ülke yönetimi” olduğunu unutmamak gerekir. Kaynaklar kıt olduğu için, ülke kaynaklarını iyi kullanmak gerekir. Bu da, olaylardan ders almayı, o dersler ile aynı hatalara bir daha düşmemeyi gerektirmektedir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 18 Ocak 2018