Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
I. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE/Dubai merkezli Rotana Tv’ye verdiği mülakat ve bu mülakatta geçen Musul konusunda “Türkiye’nin Peşmerge ve Araplarla işbirliği yapmaya hazır olduğu” açıklaması, epeyidir konuşulan Musul operasyonu üzerinden bölgede tansiyonun yükselmesine neden olmuştur. Irak’tan Türkiye’yi hedef alan ciddi açıklamalar gelmiş[i]; Bağdat, bir taraftan uluslararası hukuka aykırı olduğu gerekçesi ile Türkiye’nin Musul yakınlarındaki Başika’da bulunan askeri varlığını geri çekmesini istemiş, diğer taraftan da konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne taşımıştır. Bu arada, Irak’taki Koalisyon Güçlerinin Amerikalı Basın Sözcüsünden de, Irak’a destek mahiyetinde, Başika’daki Türk askeri varlığının, Irak Hükümetinin iznine sahip olmadığı, yasadışı olduğu açıklaması gelmiştir.
Musul konusu, Ankara için yeni ortaya çıkmış bir konu değildir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Musul, Türklerin kontrolündedir. Sonradan, ordunun Suriye Cephesinde yenilmesi üzerine, önce Şam’dan, arkasından da Musul’dan çekilinmiş; buralar, İngilizlere bırakılmıştır. Lozan Barış Konferans’ında Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul’un yeni kurulmuş Türk Devleti’ne dâhil olması için çok çaba sarf etmiş, ancak istediğini elde edememiş ve Musul konusu, Türkiye ile İngiltere arasında ele alınmak üzere, Lozan sonrasına bırakılmıştır. Mustafa Kemal, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul’u Türkiye’nin ülkesine dâhil etmek için çalışmalara hemen başlamıştır. Mayıs 1924’de, İstanbul’da bir konferans düzenlenmiş ve İngilizler ile bir araya gelinmiştir. Fakat burada da anlaşma sağlanamadığı için, Musul konusu, o zamanki Milletler Cemiyeti’ne intikal ettirilmiş; buradan da bir sonuç çıkmamıştır. Nihayetinde, o günkü koşulların baskısı altında, Haziran 1926’da, Türkiye ile İngiltere arasında, Irak’ın bugünkü sınırlarını öngören Ankara Antlaşması imzalanmıştır.
Musul konusunun Mayıs 1924’de İstanbul’da İngilizler ile ele alınmaya başlanmasından hemen sonra, Türkiye’nin Musul’a mücavir-yakın bölgelerinde, önce Ağustos-Eylül 1924 aylarında Nasturi Ayaklanması, sonra da Şubat-Nisan 1925 aylarında Şeyh Said Ayaklanması baş göstermiştir. Ankara, bu isyanları kısa sürede bastırmakla beraber, bölgeyi bir süre yakın/sıkı denetim altında tutmak zorunda kalmıştır. Türkiye, Haziran 1926’da İngiltere ile Ankara Antlaşması’nı bu koşullarda imzalamıştır. 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlının Avrupa ülkeleri ya da Rusya ile yaptığı savaşlar ile eş zamanlı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ortaya çıkan ayaklanmaların benzerleri, genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Musul konusu üzerinden İngiltere ile karşı karşıya geldiği bir sırada da ortaya çıkmıştır. Bu, bugün konuşulan Musul operasyonu için de, hatırlanması ve dikkate alınması gereken bir husustur.[ii]
II. Bugün konuşulan Musul operasyonu ile ilgili olarak hatırlanması ve dikkate alınması gereken, önemli daha başka hususlar da vardır. Aşağıda sıralanan bu hususlar, aynı zamanda Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığı konusunda da anlamlı olan hususlardır.
a. Bu hususlardan bir tanesi, yukarıda belirtilenlerden de çıkarılabileceği üzere, Musul’un Misak Milli sınırları içinde kaldığıdır. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte, Irak’ın bu bölgesinde toprak-nüfus dengesi Türkmenlerin aleyhine Kürtlerin lehine olarak bilinçli ve sistemli bir şekilde değiştirilmiş olsa da, bugün Musul’da ciddi bir Türkmen nüfus olduğundan şüphe duyulmamaktadır. Lozan Barış Antlaşması sonrasında Türkiye ile İngiltere’nin anlaşamaması üzerine Musul sorununun aktarıldığı Milletler Cemiyeti’nde Türkiye’nin Musul’da plebisite gidilmesini istemesi ve bunda ısrarcı olması, bu gerçeğin kayıtlara geçmiş somut bir ifadesi olduğu kadar, Türkiye’nin bugün Musul’a gösterdiği hassasiyetin tarihsel boyutuna da işaret eder. Bugün Türkiye’nin Musul yakınlarında Başika’da bulunan Türk askeri varlığını sorgulayanlara bu gerçeği hatırlamak gerekir. Aradan yıllar geçmiş, bazı değişiklikler yaşanmış, Haziran 1926’da Ankara Antlaşması imzalanmış olsa da, bunlar, Türkiye’nin Musul ile ilgili hak ve menfaatini ortadan kaldırdığı anlamına gelmemektedir. Özellikle Musul konusunda bugün yaşananlar ile eş zamanlı olarak Irak’ın üniter yapısının bozulacağı ve parçalara ayrılacağı da konuşuluyorsa, Türkiye’nin Musul ile ilgili olarak geçmişten gelen hak ve menfaatinin evleviyetle söz konusu olacağı izahtan varestedir. Çünkü 1926 Ankara Antlaşması’nın Türkiye ile İngiltere arasında yapıldığı ve İngiltere’nin sonradan Irak Krallığı lehine aradan çekildiği dikkate alındığında, Irak’ın parçalanması ve 1926 Antlaşması’nın hükümsüz kalması, uluslararası hukuk açısından Türkiye’yi, sadece Musul ve Türkmenler konusunda değil, bir bütün olarak Türkiye-Irak sınırı konusunda da öne çıkaracaktır. Irak’ın içinde bulunduğu durum, Türkiye’yi Musul’a ve Türkmenlere eğilmeyi gerektirmektedir. Üstelik bu, sadece uluslararası hukuk ile ilişkilendirilebilecek bir konu da değildir, bunun tarihsel ve siyasal dayanakları da bulunmaktadır.
b. Bir diğer husus, Irak’ta IŞİD ile mücadelenin ve Peşmergenin (Kürtlerin) bu mücadeleye katılmasının, bir taraftan Kürt hareketinin güçlenmesine (güçlendirilmesine), diğer taraftan Erbil merkezli Kürt Özel Yönetiminin sınırlarını fiili olarak batıya ve güneye doğru genişletmesine yol açmış olması ile ilgilidir. Kürt hareketinin güçlenmesi, ülkesindeki Kürt nüfus ve “Büyük Kürdistan” ideali nedeniyle, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü koruma konusunda duyduğu endişeyi (algıladığı tehdidi) büyüten bir durumdur. Erbil merkezli Kürt Özel Yönetiminin genişlemesi ise, bir önceki paragraftan da çıkarılabileceği üzere, Türkiye’nin Musul ve Türkmenler konusundaki pozisyonunu zayıflatan bir mahiyet arz etmektedir. Ankara-Erbil ilişkilerinin “yakınlığı”, Türkiye’nin bu gerçeği görmezden geldiği/geleceği anlamına gelmez. Keza Erbil Yönetiminden gelen Başika’daki Türk askeri varlığı ile ilgili (Türkiye lehine) açıklama da, son tahlilde, bu gerçeği değiştirmemektedir. Irak’ın ve Musul’un içinde bulunduğu durum, bölge içi ve dışı her aktör için oldukça hassastır, ciddi riskleri içermektedir ki; bu noktada, hem uluslararası ilişkilerin seyrinin cari koşullara bağlı olduğunu, hem de çıkar tanımlamasının cari koşullardan etkilendiğini hatırlamak ayrıca uygun olacaktır.
c. Değinilebilecek bir diğer husus, Irak’ın halen yürürlükte olan 2005 Anayasasının 7/2 maddesinde Irak’ın terörün bütün çeşitlerine karşı mücadele edeceği ve bu meyanda topraklarının üs, geçiş noktası ve/veya konuşlanma alanı haline gelmemesi için çalışacağı öngörülmesine rağmen, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan PKK terör örgütüne Irak’ın yıllardır ev sahipliği yapması ile ilgilidir. Üstelik Irak’ın PKK terör örgütüne ev sahipliği yapması sadece Irak Anayasasına değil, uluslararası hukuka da aykırıdır. Uluslararası hukuk, terörizmi barışı ve insan haklarını hedef alan, bunları ihlal eden, bir saldırı eylemi olarak kabul etmiş ve saldırıya ev sahipliği yapanı saldırgan ile aynı kategoride mütalaa etmiştir. BM de, üye ülkeleri bu tür saldırıları önlemeye ve önleme konusunda işbirliği yapmaya çağırmıştır. Bunların hukuksal açıdan anlamı, terör saldırılarına maruz kalan ülkelerin kendilerini savunma hakkına sahip olduğudur. PKK, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan, eli kanlı bir terör örgütüdür. Bu, sadece Türkiye’nin yaptığı bir niteleme değildir. Başta ABD olmak üzere, birçok ülke/aktör PKK’yı terör örgütü kabul etmiş ve terör örgütleri listelerine almıştır. Suriye de, 1988 yılında Türkiye ile imzaladığı Adana Protokolü’nde, PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmiş ve protokolün imza tarihinden itibaren bu örgüte ev sahipliği yapmayacağını açıkça ve resmen taahhüt etmiştir. Buradan gelinmek istenen nokta, Irak’ın PKK terör örgütüne ev sahipliği yapmasının ve bu durumu ortadan kaldırmaya muktedir olamamasının, Türkiye’ye, milli ve coğrafi bütünlüğü endişesini izale etmeye yönelik adımlar atma hakkını verdiği ve Başika’daki Türk askeri varlığının bu hak bağlamında mütalaa edilebileceğidir. Kürt hareketinin IŞİD üzerinden güçlenmesi ve PKK terör örgütü, Türkiye için aynı şeyleri ifade etmektedir; ikisi de, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü tehdit etmektedir.
d. Bir başka husus, Bağdat’ın Erbil’i taşımakta zorlanmasının ve mevcut anayasanın konfederasyonu da çağrıştıran içeriğinin uygulamada Erbil’i geçen her gün biraz daha Bağdat’tan kopma noktasına taşıdığının görülmesi ile ilgilidir. Erbil’in Bağdat’tan kopması, müstakil bir Kürt Devletinin ortaya çıkması, Suriye, Türkiye ve İran’daki Kürtleri etkileyecek ve “Büyük Kürdistan” söylemini daha çok öne çıkacaktır ki, bu en çok Türkiye’yi etkileyecektir. Erbil, bunun farkındadır. Ancak farkında olduğu bir başka husus, Bağdat’taki Şii Yönetim ve Erbil’deki Tahran güdümlü Kürt siyasal hareketidir. Fazla konuşulmasa da; Kürt hareketi de, Orta Doğu’daki İslam içi (mezhepsel) rekabetin/çatışmanın bir parçası haline gelmiştir. Barzani Sünni ve laik Kürtlerin temsilcisi olarak görülmekte, Talabani ve Goran Hareketi de Şii Kürtlerin temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Bu bölünmüş tabloda Erbil’in Barzani yönetiminde bağımsızlığını ilan etmesi, Barzani’ye Suriye Kürtleri ve Şii Kürtler de dâhil Kürt hareketinin bütünü üzerinde söz söyleme hakkı doğuracaktır. Ancak buna karşı olan, bunu istemeyen Kürtler vardır. Böyle bakıldığında, (i) Şii Kürtler, (ii) Bağdat ve (iii) Tahran, Barzani’nin önünde birer engel olarak gözükmektedir ve Barzani’nin bu engelleri aşabilmesi için Türkiye’nin (ve Suudi Arabistan’ın) desteğine ihtiyacı vardır. Başika’daki Türk askeri varlığının Barzani Yönetimi ile ilişkilendirilmesinin ve Barzani Yönetiminden gelen Başika konusunda Türkiye lehine açıklamaların arkasında bunun olduğu değerlendirilmektedir. Barzani’nin Bağdat’tan kopmak için Türkiye’ye, Türkiye’nin de Kürt hareketini etkisinde (Türkiye’yi ilgilendiren boyutu ile kontrol altında) tutmak için Barzani’ye ihtiyacı olduğunu söylemek mümkündür. Gerçekte Ankara ile Erbil’in hedefleri “çatışmaktadır” ancak, koşullar nedeniyle, taraflar “şimdilik” birlikte olmayı tercih etmiş gözükmektedirler.
e. Bir diğer husus, Bağdat Yönetiminin IŞİD ile mücadelede başarılı olamaması, bunun üzerine yardım için BM’ye müracaat etmesi, BM Güvenlik Konseyi’nin de üye ülkeleri Irak’ta (ve Suriye’de) IŞİD ile mücadeleye davet etmesi ile ilgilidir. BM Şartı’na göre, BM Güvenlik Konseyi’nin kararları üye ülkeler için bağlayıcıdır.[iii] Bu bağlayıcılık nedeniyle, Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nden gelen davete uymuştur. Yani Türkiye’nin Başika’daki varlığı bu davete dayalıdır ve Türkiye, Başika’da, IŞİD’e karşı savaşacak Türkmenlere ve Peşmergeye eğitim vermektedir. Bu noktada görülmesi gereken bir diğer husus da, Türkiye’nin, Irak’ın lehine olarak, ülkesini Koalisyon Güçlerinin hava unsurlarının kullanımına açmış olmasıdır. Yani Türkiye, Irak’ta IŞİD ile mücadele eden Koalisyon Güçlerinin bir parçasıdır ve Başika’daki varlığı da Koalisyon Güçlerinin varlık amacı kapsamındadır.
f. Son bir husus, Türkiye’nin, Başka’daki askeri varlığı üzerinden, Türkmenlere destek olması ve onları eğitmesi ile ilgilidir. ABD’nin Irak’taki işgal yıllarında adeta yok varsayılan Türkmenler ile ilgili olarak, bu kez Musul operasyonu ile adeta “silinmek” isteniyor algısı mevcuttur. Oysa Türkmenler, 2005 Anayasasında geçmese de, Irak’ın üç kurucu unsurundan biridir ve Türkiye’nin Musul ile ilgili hak ve menfaatlerinin temelinde yer alırlar. Üstelik Türkmenlerle ilgili konunun bir de insani boyutu vardır. Şii milislerin Irak’taki şiddet dolu uygulamaları bir infial, şikâyet ve endişe konusu olmuş, hatta ABD’nin Musul konusunda şimdiye kadar bir operasyona girişmemiş olması bununla da ilişkilendirilmiştir. Hal böyle iken, yani Sünni Türkmenler Şii milislerin tehdidi altında iken, Türkiye’nin, yüzlerini kendisine dönmüş Türkmenlere bu noktada ilgisiz kalması beklenebilir mi? Dün bölgede Türkmenleri yok varsayanların, bugün Türkmenlerin tamamen “silinmesi” algısını/endişesini ortadan kaldırabilecekleri beklenebilir mi, Türkmenler bunların insafına terk edilebilir mi? ABD işgal yıllarında Ankara’nın Türkmenlere yaklaşımı ne olursa olsun[iv], Irak’ın bugün geldiği noktada, Türkiye’nin Türkmenlere sahip çıkması bir zorunluluk haline gelmiştir. Başika’daki Türk askeri varlığı, bu zorunluluğun bir tezahürü olarak da görülebilir.
Sonuçta, BM Şartı, üye ülkelere, ülkelerin siyasal bağımsızlıklarına ve toprak bütünlüklerine saygı yükümü getirse ve salt bu açıdan bakıldığında, Bağdat’ın açık muhalefetine rağmen Türkiye’nin Musul yakınlarındaki Başika’da askeri varlık bulundurması uluslararası hukuk ile bağdaşmıyor gözükse de; bir de yukarıda sıralanan hususlar vardır ve bu hususlar, bize göre, Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığını anlaşılır ve kabul edilebilir kılmaktadır.
Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığına bakarken, ayrıca ortada, yasama, yürütme ve yargı organlarının etnik ve dinsel temelli olarak gruplar arasında, hukuksal ve fiili olarak “pay edilmiş” olduğu bir Irak’ın bulunduğunu da görmek gerekir. Örneğin Irak’ın Cumhurbaşkanı Kürt, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni Arap, Başbakanı Şii, Genelkurmay Başkanı Kürt’tür. Bu “paylaşım”, yönetsel yapının üst düzey bütün makamları için söz konusudur. Yasamada (parlamentoda) toplam 328 sandalye bulunmaktadır ve sandalyelerin 111’i ülkenin kuzeydeki Kürt Özel Yönetim bölgesi temsilcilerine ayrılmıştır. Böyle bir yapının, ne içeriye ne de dışarıya güven vermeyeceği açıktır. Buradan hareketle, Bağdat’ın Musul konusundaki yaklaşımının Irak’ın bütün “kesimleri” ve “bileşenleri” tarafından paylaşılmadığı sonucuna ulaşmak mümkündür. Barzani Yönetiminden gelen, Başika konusundaki, Bağdat’tan farklı açıklama, bunu teyit etmektedir.
III. Yukarıda belirtilenlerden de çıkarılabileceği üzere, Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığı, sadece muhtemel Musul operasyonu ile değil, Kürt hareketi ve Irak’ın parçalanması ile de ilgili gözükmektedir. Gelişmelere bütüncül bir gözle bakıldığında ve bölge içi/dış aktörlerin duruşları değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığı ile ilgili olarak koparılan gürültünün, gelip-geçici bir gürültü olduğu ve münhasıran Ankara-Washington ilişkilerinde esen “soğuk” rüzgârların etkisinde ortaya çıkmış konjonktürel bir durum olduğu izlenimi edinilebilmektedir.
a. ABD, Irak’ta “zayıf” ya da “zora girmiş” bir görüntü vermektedir. ABD’nin bu görüntüsü, temelde Washington’un Çin’e odaklanması ve ekonomik sıkıntıları ile ilişkilendirilebilir. Orta Doğu, ABD için, öncelik sıralamasında geriye kaymıştır. (i) Kürt hareketinin mezhepsel bölünmüşlüğü, (ii) Şii milislerin uygulamaları, (iii) ABD-İran ilişkilerinin gerilmesi ve (iv) Rusya’nın Suriye üzerinden IŞİD ile mücadeleye katılması ile bu bağlamda İran ile birlikte hareket etmesi, ABD’nin Irak’taki “zayıf” görüntüsü ile ilişkilendirilebilecek diğer hususlardır. Genel durum böyle ve Musul konusu zamana “bırakılmış” bir görüntü verir iken birden bire öne çıkması, 08 Kasım 2016’da yapılacak Başkanlık Seçiminde Cumhuriyetçilerin Suriye’de izlenen politikayı eleştirmesi üzerine olmuştur. Obama Yönetiminin Suriye politikasına yönelik eleştirilerin Amerikan kamuoyunda karşılık bulması ve Cumhuriyetçilerin Başkan adayı Donald Trump’ın Demokratların adayı Hillary Clinton’ın birkaç puan önüne geçmesi, birden bire Rakka’yı[v] ve Musul’u öne çıkarmıştır. Ancak son veriler Hillary Clinton’ın tekrar öne geçtiği yolunda olduğu için, bize göre, Musul operasyonunun ertelenmesi ya da sembolik adımlar ile sınırlı tutulmuş bir operasyon olarak icrası ihtimalleri öne çıkmış gözükmektedir. ABD’nin içinde bulunduğu durum, Orta Doğu’daki koşullar ve küresel koşullar, Washington’un Musul konusuna, Kürt hareketinin müstakil bir Kürt Devleti doğurmasına ve Irak’ın parçalanmasına ciddi şekilde eğilmesini güçleştirmektedir diye düşünülmektedir.
b. Irak’ın parçalanması ve parçalardan birinin İran güdümünde Şii bir devlet olması ihtimali hatırlandığında, IŞİD’ın Irak’ta tamamen söndürülmesi, bir çok ülkenin işine gelmeyecektir. ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye, bu ülkeler arasında görülebilir. Bu, Musul operasyonu üzerinden IŞİD’ın hedef alınması bağlamında görülmesi gereken bir husustur. Yine bu husus, ABD’nin Musul operasyonunu sürekli ertelemesi ile de ilişkilendirilebilir. Bu ülkelerin ortak özelliği, güçlenmesine bağlı olarak İran (Şii) yayılmacılığından duydukları rahatsızlıktır.
Ancak burada üzerinde durulması gereken husus, bu ülkelerin, IŞİD’a bu işlevi yüklerken, mevcut durumunu sürdürecek bir Irak’tan mı, yoksa parçalanmış bir Irak’tan yana mı olacaklarıdır. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu ülkeler için farklı değerlendirmelere ulaşılmaktadır. Irak’ın mevcut durumunun, ABD için daha tercih edilebilir olduğu düşünülmektedir. Çünkü bu durumda ABD’nin; (i) Hem IŞİD’ı koruyup kollaması hem de IŞİD üzerinden bölgedeki varlığını sürdürmesi mümkün olabilecektir. (ii) Kürt hareketinin ABD’ye olan ihtiyacı devam edecek ve bu durum Kürt hareketini ABD’nin daha çok etkisine açacaktır. (iii) ABD, Bağdat üzerinden Irak’ın bütünü üzerinde etkili olma imkân ve avantajına sahip olacaktır. İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın ise; Irak’ın mevcut durumu İran’a Irak’ın bütününe müdahale etme imkânı verdiği için, Irak’ın parçalanmasından yana bir yaklaşım içinde olacakları düşünülmektedir. ABD’den farklı olarak, İsrail ile Suudi Arabistan’ın, parçalanmış bir Irak’tan yana olacakları; Suudi Arabistan’ın IŞİD’ın hamisi, İsrail’in de müstakil Kürt Devletinin hamisi rolü ile, bir maliyet paylaşımına gidebilecekleri düşünülebilir. IŞİD’ın Sünni kimliği ve (İsrail’in hamiliğini üsteleneceği) Kürt hareketinin Sünni kimliği, Riyad’ı ve Tel Aviv’i birlikte hareket etmeye isteklendirebilecek bir başka husus (ortak payda) olarak görülebilir. Parçalanma sonrasında, hem IŞİD merkezli Sünni (ve de Arap) bir devletin, hem de Barzani merkezli müstakil bir Kürt (Sünni) Devletinin ortaya çıkması, Riyad’a ve Tel Aviv’e, bunları biri birine ve Bağdat’a (ve Tahran’a) karşı ayrı ayrı kullanma imkânı sunabileceği akla gelmektedir.
ABD, tıpkı İran gibi, Irak’ın bütünü üzerinde etkili olma imkânına/avantajını sürdürmesine imkân vereceği için, Irak’ın parçalanmasını çıkarına görmeyecektir diye düşünülmektedir. Türkiye’nin de, oldukça fazla sayıda nedenden dolayı, Irak’ın parçalanmasına müzahir olamayacağı değerlendirilmektedir. Bu noktada, eğer Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in Irak’a ilişkin muhtemel yaklaşımları konusunda yukarıda ileri sürülen görüşlerine iştirak edilir ise, Ankara için, Riyad ve Tel Aviv ile olan ilişkilerin sorun olmaya aday olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
c. Keza İran’ın da Irak’ın parçalanmasından yana olmayacağı düşünülmektedir. Eğer parçalanırsa, İran’ın kontrol alanı daralacak, Irak’ın sadece bir parçasını kontrol edebilecektir. Oysa İran, mevcut haliyle Irak’ın bütünü üzerinde etkili olma imkânına/avantajına sahiptir. Irak, mevcut durumu ile, İran’a; (i) Kürt hareketini kontrol etme, (ii) Doğu Akdeniz’e açılma ihtimalini canlı tutma, (iii) Şam’a desteğini kolayca sürdürme, (iv) Irak’ın bütününe müdahale etme imkânı elinde tutma ve (v) bölgesel enerji piyasasını kontrol etme gibi avantajlar sunmaktadır. Tahran, bu avantajlarını kaybetmek istemeyecektir. Ülkesindeki Kürt nüfusun, Azerbaycan Türklerinin ve Belucilerin de, Tahran’ı bu yönde bir yaklaşım içinde olmaya zorlayacağı, ayrıca ileri sürülebilir diye düşünülmektedir.
d. İran’ın bu yaklaşımının, Rusya açısından da anlamlı olduğu ve Rusya’nın işine geleceği değerlendirilmektedir. Çünkü Rusya, sonuçta ABD’nin etkisine açık olacak müstakil bir Kürt Devletine mesafeli olacaktır, açıkça ifade etmese de bunu istemeyecektir. Moskova, müstakil bir Kürt Devletinden çok, müstakil olmak için Moskova’nın desteğine muhtaç bir Kürt hareketinden yana olacaktır. Bu noktada, Rusya’nın Orta Doğu’da yeniden öne çıkmış olduğunu görmek uygun olacaktır. Ayrıca Rusya-İran ilişkilerinin, Tahran üzerinden, Moskova’ya Irak’ın bütünü üzerinde hareket etme imkânı sunacağını da görmek gerekir. Keza Irak’ın mevcut durumunu sürdürmesinin (Kürtler dışında da) Moskova’nın desteğini arama çabalarına yol açacağını ve Rusya’nın bu çabalar üzerinden elde edeceği tavizleri de (imkân ve kolaylıkları da) görmek gerekir.
Bölge içi/dış aktörlerin yukarıda değinilen duruşları, Musul/Başika konusunda koparılan gürültünün gelip-geçici, konjonktürel bir gürültü olduğu izlenimi doğursa da; Musul/Başika konusu müstakil Kürt Devleti ve Irak’ın parçalara ayrılması konuları ile ilişkilendirildiğinde, durum değişmektedir. Bu takdirde, ortada bir “buzdağının” bulunduğu, Musul/Başika konusunun da bu buzdağının suyun üstünde kalan kısmını teşkil ettiği şeklinde bir benzetme ile açıklanabilecek bir durumdan söz edilecektir ki; bu da bize, Musul/Başika konusunun hafife alınmaması gereken, oldukça ciddi bir konu olduğunu söylemektedir.
Bu değerlendirmeye ve benzetmeye bağlı olarak, akla; Musul operasyonuna, Kürt hareketinin müstakil bir Kürt devletine kavuşması, yani Irak’ın parçalara ayrılması işlevinin yüklenmiş olabileceği ve gerilimin gerçekte bununla ilgili olabileceği gelmektedir. Yine bu durumda, yukarıda bölge içi ve bölge dışı ülkeler bakımından yapılan değerlendirme ışığında, Başika’daki Türk askeri varlığının, gerçekte, doğrudan Irak’ın parçalanması ya da parçalanmaması ile ilgili bir konu olduğu da akla gelmektedir. Keza Türkiye’nin ısrarla ve defalarca Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğu en yetkili ağızlardan söylene geldiği hatırlandığında ise, Başika’daki Türk askeri varlığının Irak’ın toprak bütünlüğünün güvencesi olduğu sonucuna da ulaşılabilmektedir. Bunlara bağlı olarak, Irak Başbakanı Haydar el-Abadi’nin ortamı geren Türkiye çıkışları ile ilgili olarak iki husus daha akla gelmektedir. Bunlardan birincisi, Abadi’nin Musul/Başika konusundaki son çıkışlarında Tahran’dan çok Washington’un etkisinde kaldığı ve yakın bir tarihte Bağdat Yönetiminde değişiklik olabileceğidir.[vi] İkincisi de, Abadi’nin Türkiye çıkışının, Irak’ın parçalanmasını çıkarlarına gören aktörlerin işine geldiğidir.
IV. Türkiye, muhtemel Musul operasyonu ile ilgili ortaya çıkan gerginliğe sakin bir üslupla, duygusallıktan uzak, rasyonel yaklaşmak durumundadır. Musul konusunun, Kürt hareketi ve Irak’ın parçalanması konuları ile bağlantılı, bunlarla iç içe geçmiş olduğunu göz önünde bulundurmalıdır. Benzetmede hata olmaz ise, Türkiye’nin karşısında bir “buzdağı” vardır ve Musul/Başika konusu bu buzdağının suyun üstünde kalan kısmını teşkil etmektedir. Türkiye, suyun üstündekine bakarken, suyun altında kalan asıl büyük kısmı asla ihmal etmemelidir. Başka bir ifade ile, Musul konusunda yaşanan gerginliğin her şeyden çok ABD’de önümüzdeki 08 Kasım (2016)’da yapılacak Başkanlık seçimi ile ilişkilendirilmiş konjonktürel bir gerginlik olması, Türkiye’nin buzdağının suyun altında kalan büyük kısmını görmesine mani olmamalıdır. Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olan yaklaşımı, doğru bir yaklaşımdır ve Türkiye, her şeye rağmen, bu yöndeki yaklaşımını sürdürmek durumundadır. Ancak Türkiye’nin bu yaklaşımını sürdürmesi sadece kendisine bağlı bir husus olmadığı için, sistemsel bakış açısı ile, konuya taraf olan, bölge içi ve dışı bütün aktörleri dikkate almalı, bunları etkilemeyi ve yanına çekmeyi öngörmelidir. Bu da, “önde olmayı” öngören, oldukça aktif ve dinamik bir diplomasiyi gerektirmektedir.
Eğer Musul operasyonuna Kürt hareketinin müstakil bir Kürt Devletini ortaya çıkarması ve Irak’ın parçalara ayrılması işlevi yüklenmişse, Türkiye, her iki gelişmeden de en olumsuz etkilenecek ülkelerden biri olacaktır. Türkiye için sorun, bu ihtimallerin Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü en yüksek düzeyde tehdit etmesi ile ilgili olduğu kadar, Türkiye’nin bu tehditler ile mücadele etmedeki güç, imkân ve kabiliyetinin mevcut durumu ile de ilgilidir. Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonu ile Suriye’ye angaje olmuştur. 30 yıldan fazla bir süredir, Irak’ın kuzeyinden algıladığı tehdit ile uğraşmaktadır. ABD ve AB ile ilişkileri ciddi bir gerileme içerisindedir. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile olan ilişkilerin içten içe gerildiği düşünülmektedir. Türkiye’nin NATO ve İİT ile olan ilişkileri sorunludur. Türk, İslam ve Arap Dünyaları nezdindeki Türkiye heyecanı kaybolmaya yüz tutmuştur. İçeride, Fırat Kalkanı Operasyonu, Kürt ayrılıkçı hareketini Türkiye içinde eylem yapmaya itmiştir. İçeride birden fazla terör örgütü ile yürütülen ciddi bir mücadele; kamuoyunda “kumpas” davaları olarak bilinen olayların yol açtığı mağduriyetler ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’ne verdiği zarar, bunların kamuoyunda doğurduğu “olumsuz” genel bir algı vardır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin bugüne kadar izleye geldiği politikanın sonucu olarak ortaya çıkmış, içeride ve dışarıda, bir güvensizlik, bir güven bunalımı söz konusudur. Tabir yerinde ise, “cephe gerisi” sağlam değildir ve bu, dış politikada Türkiye için bir zayıflık nedenidir. Bunlara bir de, AKP iktidarının İzleye geldiği dış politikanın Türkiye için yol açtığı “yalnızlık” ve ciddi “güç bölünmesi” eklendiğinde, Türkiye’nin mevcut durumu daha iyi tasvir edilmiş olunacaktır.
Türkiye’nin yukarıda tasvir edilmeye çalışılan bu tablosu, Ankara’ya, muhtemel Musul operasyonu konusunda çok dikkatli olunmayı söylemektedir. Türkiye’nin bu operasyonun dışında kalması ne kadar mümkündür bilinmez ama, operasyonunun Türkiye’yi içine çekme riskinin zayıf olmadığı düşünülmektedir. Bundan kurtulmak Türkiye’nin o kadar da elinde olan bir durum değildir. Onun içindir ki, yukarıda, Türkiye’nin bölge içi ve dışı bütün aktörleri dikkate alan, bunları etkilemeyi ve yanına çekmeyi öngören; “önde olma” üzerine kurulu, oldukça aktif ve dinamik bir diplomasiye ihtiyacı olduğuna dikkat çekilmiştir.
Türkiye, çok zor bir dönemden geçmektedir, işi hakikaten zordur. Bu dönemde, siyasal karar vericilerin, oy kaygısından, “seçmene selamdan” ve duygusallıktan uzak; rasyonel, uzağı gören, ülkenin çıkarlarına her şeyin önünde ve üstünde yer veren bir yaklaşım içinde olmalarına ihtiyaç vardır.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 09 Ekim 2016.
[i] “Iraq warns Turkey of ‘regional war’ if doesn’t withdraw troops”, http://www.reuters.com/article/us-mideast-crisis-iraq-turkey-idUSKCN1250H9, 05.10.2016.
[ii] Fırat Kalkanı Operasyonunun başlamasından sonra artan terör olayları bu bağlamda mütalaa edilebileceği gibi; Musul’a yönelik muhtemel operasyonun başlaması ile birlikte, operasyonun seyrine bağlı olarak, Türkiye’nin içeride Nasturi ya da Şeyh Said Ayaklanmalarına benzer girişimler ile karşı karşıya kalması, ihtimal dâhilinde görülmektedir.
[iii] BM Şartı, madde 25.
[iv] O yıllarda AKP iktidarının kulağını Türkmenlere adeta “tıkadığına” dair o dönem medyasında çok sayıda haber mevcuttur. Örnek: “Türkmen kardeşlerimize Kerkük’te peşmerge zulmü (105 ölü, 250 yaralı)”, 08 Temmuz 2007, http://forum.memurlar.net/konu/302765/, erişim: 09.10.2016. Bir başka örnek: “AKP Hükümeti Türkmen Çığlığını Duymuyor”, Ortadoğu, 17.12. 2012.
[v] Rakka operasyonu, Türkiye’nin PYD/YPG ile ilgili açık ve net tutumu üzerine, şimdilik gündemden düşmüş gözükmektedir.
[vi] Son dönemde Ankara ile Moskova ve Tahran arasındaki yakınlaşma ve aktörlerin duruşlarına ilişkin çalışmada yapılan değerlendirme hatırlandığında, Abadi’nin çıkışının bunları göz ardı eden bir çıkış olduğu düşünülmektedir ki, Abadi Yönetiminin değişme ihtimali, bu husus ile de ilişkilendirilmektedir.