08 Kasım 2016
1. İran İslam Devrimi‘ nin gerçekleştiği 1979 yılında İranlı öğrencilerin Tahran’daki ABD Büyükelçiliğini basarak 52 ABD’liyi 14 ay boyunca rehin tuttuğu eylemin (rehine krizinin) yıldönümü öncesinde, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, ABD’yi “düzenbaz”, “sadakatsiz” ve “kalleş” olmakla suçlamıştır. Hamaney, ABD’deki Başkanlık yarışında televizyona yansıyan tartışmaların ABD’de insani değerlerin çöküşünü ortaya koyduğunu, ABD’deki sistem insani değerlerden çok uzak olduğunu açıklamıştır. Hamaney’in sahip olduğu yetkiler hatırlandığında, hem söz konusu beyanlarına rağmen önceki yıllardan farklı olarak ABD’deki Başkanlık seçimine ilişkin televizyon programlarının İran’da yayınlanmış olması, hem de nükleer müzakerelere karşı çıkmasına rağmen 5+1-İran müzakerelerinin yapılmış ve tamamlanmış olması, dikkat çekici bulunmaktadır. Keza İran’ın, hâlihazırda Irak’ta ABD ile birlikte hareket ettiği, hatta Irak’ı ABD ile birlikte yönettiği de yine bu bağlamda akla gelmektedir. İran ile ABD arasında, örtülü bir işbirliğinden söz edilemez mi?
2. Türkiye ile Pakistan’ın Yükseköğretim Kurullarının, Nisan 2016’da vardıkları mutabakat uyarınca, Pakistan’dan ve Azad Keşmir bölgesinden gelecek Pakistanlı öğrencilerin Türkiye’de lisans ve lisansüstü eğitimi göreceği; gelenlerin tüm giderlerinin Türkiye’den karşılanacağı, eğitimlerini tamamlayanlar için ülkelerine geri dönme ve ülkelerinde istihdam edilme koşulunun bulunduğu ifade edilmiştir. Haberin “YÖK’ün kendi ülkelerinde iş garantili ilk yurt dışı bursu Keşmir ile başladı” başlığı ile verilmesi dikkati çekmiştir. (i) Keşmir’in uluslararası politikada öne çıkan sorunlu bir bölge olması, (ii) bu sorunun dinsel bir mahiyet arz etmesi (Sünni Müslümanlar ile ilgili bir sorun olması), (iii) Türkiye’nin son dönemde dış politikada Sünni kimliği ile öne çıkan bir ülke görüntüsü vermesi, (iv) İran ile de ilişkilendirilebilen bir konsept içerisinde yine son dönemde Türkiye-Pakistan ilişkilerinde ciddi bir yakınlaşmanın yaşanmakta olması, söz konusu gelişmen önceden belirlenmiş politikanın bir parçası/gereği olduğunu akla getirmektedir. Pakistan ile Türkiye arasındaki yakınlaşmadan, hem Afganistan, hem de Çin bağlamında farklı değerlendirmelere ulaşılabileceği, bunlardan orta ve uzun vadeli çıkarsamalarda bulunulabileceği düşünülmektedir.
3. Füze ve nükleer programı ve denemeleri nedeniyle uluslararası politikayı meşgul eden Kuzey Kore’ye yönelik yaptırımlar bağlamında, ABD Hazine Bakanlığı; ABD’li finans kurumlarına, Kuzey Kore bankalarına hesap açma ve açılmış hesapları sürdürme konusunda yasak getirmiştir. Ayrıca, Kuzey Kore’nin kitle imha silahları programlarını sürdürebilmek için, yasadışı finansal işlemler yapmalarına ve yaptırımların dışında kalabilmelerine imkân verecek paravan şirketler kurabileceğine dikkat çekerek, ABD’li finans kurumlarının bu konuda dikkatli olmaları istenmiştir. Eğer Kuzey Kore’nin söz konusu faaliyetleri “uluslararası terörizm” bağlamında mütalaa edilirse, BM şapkası altında yapılmış ve uygulanmakta olan Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme kapsamında, Kuzey Kore’ye yönelik daha ileri yaptırımların gelebileceğini ileri sürmek mümkündür. Bu konuda, iki husus hemen kendisini belli etmektedir. Bunlardan birincisi, ABD’nin, terörizmle mücadeleyi kendi ulusal çıkarları ve hedefleri için istismar ettiğidir. Afganistan, bu bağlamda somut bir örnek olarak görülebilir. Buradan yola çıkıldığında ve Çin ile yürüttüğü rekabet hatırlandığında, Afganistan örneğinde olduğu gibi, ABD’nin, peşinden birlikte hareket ettiği bazı ülkeleri de sürükleyerek, “Çin’e komşu” Kuzey Kore’ye terörizmle mücadele bağlamında müdahale etme ihtimali akla gelmektedir. İkincisi de, İran’a 1979’dan 2015 yılına kadar uygulanan yaptırımlar ve İran’ın bugünkü durumu akla gelmektedir. İran, bugün, nükleer programa sahip bir ülkedir. Yani yaptırımlar işe yaramamıştır. Kuzey Kore’ye yönelik bugüne kadar uygulana gelen yaptırımların işe yaramamış olduğu da ortadadır. Yeni yaptırımların bu durumu değiştirme ihtimali zayıf görülmektedir.
4. Endonezya’da başkent Cakarta Valisi’nin Kur’an-Kerim’i aşağıladığı iddiasıyla Müslümanların 04 Kasım 2016 Cuma günü sokağa döküldüğü ve Cumhurbaşkanı Joko Widodo’nun, halkı gösterilere kışkırttığı için politikacıları suçladığı ifade edilmiştir. Geçtiğimiz Şubat (2016) ayında, iki Müslüman rakibini geride bırakarak Cakarta Valiliği seçimini kazanan etnik olarak Çin kökenli, dinsel olarak da Hıristiyan olan Basuki Tiahaia Purnama’ya yönelik protestolar, bir grup Müslüman’ın, valinin seçmenleri kandırmak için “şaka yollu” olarak Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okuyarak Kur’an’a hakaret ettiği iddiası üzerine ortaya çıkmış ve Cakarta’ya yayılmıştır. Cakarta Valiliği, Endonezya’nın siyasal yaşamında önemli ve göreve iki yıl önce gelen şimdiki Cumhurbaşkanı Joko Widodo, Cakarta’nın önceki valisidir. Polisin olayı soruşturduğu, Purnama’nın halktan özür dilediği, Cumhurbaşkanının da açık ve şeffaf bir soruşturmanın sürdürülmekte olduğu yolunda açıklama yaptığı belirtilmiştir. Ancak gösterilerin devam ettiği ileri sürülmüştür. Medyada, Müslüman grupların aksi yöndeki çabalarına rağmen, Purnama’nın akıllı ve reformcu çabaları ile, Cakarta’daki koşulların iyileşmekte olduğu ve valinin başarılı olduğu değerlendirmesi yapılmaktadır. Cakarta’nın mevcut valisinin Çin asıllı olması, geçmişte Çin asıllı Endonezyalıların ülkede yaşadığı ciddi sıkıntıları ve gördükleri şiddeti hatırlatmıştır. Endonezya, nüfusu 258 milyon civarında olan, kalabalık bir ülkedir. Nüfusu, özellikle etnik açıdan çeşitlilik gösterir. Javalar nüfusu % 40’nı teşkil ederler; toplam nüfus içerisindeki oranları yüzde 15.5 ile 1.2 arasında değişen 20’ye yakın farklı etnik unsur vardır. Dinsel açıdan ise, homojen bir görüntüye sahiptir. Nüfusun % 87’si Müslüman, % 10’u Hıristiyan’dır. Bu nüfus yapısı; (i) Endonezya’nın coğrafi konumu ve jeopolitiği, (ii) Çin ile ABD arasında devam eden rekabet ve (iii) “medeniyetler çatışması” tezi ile birlikte mütalaa edildiğinde, Endonezya’daki söz konusu olayın sadece iç dinamikler ile açıklanamayacağı gibi bir sonuca ulaşılabilmektedir. Özellikle Çin ile ABD’nin Endonezya’daki bu gelişmeye yakından ilgi duyacaklarını beklemek gerektiği düşünülmektedir.
5. ABD destekli Suriye Kürtleri; IŞİD’ın gayri resmi başkenti sayılan Rakka’yı IŞİD’dan geri almak için, “Fırat’ın Gazabı” adı ile, askeri bir operasyon başlatacağını açıklamış; bu bağlamda sivillere Suriye şehirlerinde düşman etkinliklerinden uzak durma, Türkiye’ye de operasyona müdahale etme (uzak dur) çağrısında bulunmuştur. Açıklama ve çağrı, Kürtlerin (YPG’nin) kontrolündeki, Arapların da içinde yer aldığı, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adına gelmiştir. Yerel Kürtler; Irak’ta Musul’u IŞİD’dan geri almak için devam eden bir operasyon varken, Suriye’de de Rakka’yı IŞİD’dan geri almayı öngören bir savaşın başlatılmasının, koordineli bir durum olmadığını, ancak, zamanlamasının iyi seçilmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Askeri operasyonun SDG saflarında yer alan gruplar arasında varılmış mutabakata dayalı olduğu ve 30 bin kadar savaşçıyı içerdiği ileri sürülmüştür. ABD, YPG kontrolündeki SDG’yi IŞİD karşısında en etkili mücadele aracı görürken; Türkiye, hem YPG’yi PKK Terör örgütünün Suriye’deki uzantısı olarak görüyor, hem de Rakka operasyonunda Kürtlere verilecek hiçbir rolü kabul etmeyeceğini açıklıyor. Türkiye’nin Savunma Bakanlığının, Kürt gruplar yerine Türk gruplara Rakka operasyonunda rol verilmesini teklif ettiği, bunun da Suriyeli Kürtler tarafından ret edildiği; Suriyeli Kürtlerin, “Rakka’nın kendi evlatları tarafından kurtarılmasını” istediği belirtilmiştir. Suriyeli Kürtler, Rakka operasyonunun ABD ile koordine edildiğini, başladığını ve operasyonda kendileri (SDG) dışında kimsenin olmayacağını açıklamışlardır. Yapılan bir diğer açıklamada ise, Türkiye’nin, Rakka operasyonunun önünde bir engel olduğu, operasyonu bozabileceği yolunda uluslararası koalisyonun bilgilendirildiği ve bu durumun Rakka konusunda Kürtleri zora sokacağı ifade edilmiştir. Bu açıklamada, IŞİD karşıtı Koalisyon Güçlerinin Komutanı Korgeneral Stephen Townsend’in geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamasında yer verdiği ileri sürülen iki hususa da değinilmiştir. Bu hususlardan birincisi, ABD istihbaratının Rakka’da Batılı hedeflere yönelik yeni saldırı ve kuşatma planlarının yapıldığı yönünde işaretler aldığı; ikincisi de, SDG’nin (YPG’nin) Rakka’ya yönelik operasyonun mutlaka bir parçası olacağıdır. Amerikalı komutandan gelen IŞİD’ın Rakka’da eylem hazırlığı içinde olduğu yolundaki istihbarata dayalı beyan, “önleyici savunma/saldırı” kavramını hatırlatmaktadır. ABD, YPG üzerinden bu tehlikeyi bertaraf etmiş olacak; YPG de, bu işi yapan aktör olarak imajını güçlendirmiş ve cilalamış olacaktır. Türkiye’nin YPG’ye bakışı en üst seviyede dile getirilmiş olduğu için, ABD’li komutana atfen belirtilenlerden Türkiye için ne gibi çıkarsamalarda bulunulabileceği okuyucunun takdirine maruzdur. ABD’li komutandan gelen açıklamanın, NATO üyeliği ile, stratejik ortaklık ve dostluk ile bağdaştırılmasında güçlük çekileceği açıktır. Türkiye ve bölge çok kritik bir süreçten geçiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelen, “15 Temmuz olayı” kimin dost, kimin düşman olduğunu anlamamızı sağladı açıklaması, üzerinde ciddi şekilde durulması gereken bir açıklamadır. Keza Suriyeli Kürtlerin, başlattıkları operasyona “Fırat’ın Gazabı” adını vermeleri, Türkiye’nin “Fırat Kalkanı Operasyonu” hatırlandığında çağrıştırdıkları da anlamlı bulunmaktadır.
6. Pekin tarafından belirlenmiş Tibet’in “yaşayan Budaları”, yurtseverlik eğitiminin bir parçası olarak, Komünist Parti’nin tarihi açısından önemli olan yerleri ve bu bağlamda Mao’nun memleketini görmeye götürülmüş ve merkezi hükümete (Pekin’e) bağlılık yemini etmiştir. Tibet’in doğusundaki Chamdo’dan Buda Jedrung’un, söz konusu eğitim seyahati ile ilgili olarak, Çin’in gücü ve zenginliği ile, sosyalist yeni Çin’in şehitler tarafından inşa edilmiş olduğunu gördüğünü, sosyalist topluma uydurmak için dini kurallara katkı yapması gerektiğini ifade ettiği açıklanmıştır. Çin Komünist Partisi’nin kendi askeri üssünün bulunduğu Jinggangshan ile Mao’nun memleketi Shaoshan, söz konusu eğitim gezisi kapsamında gidilen yerlerdendir. Geçtiğimiz Ocak (2016) ayında yayınlanmış veri tabanına göre, Pekin tarafından onaylanmış binden fazla “yaşayan Tibet Buda’sı” olduğu ve söz konusu eğitim gezisi sırasında, bunların “Savunma Teknolojileri Akademisi”ne de götürüldüğü ve burada savunmaya, ekonomiye ve endüstriye ilişkin ülkedeki son gelişmelerin gösterildiği ifade edilmiştir. Söz konusu eğitimin, Komünist Parti tarafından, parti üyesi olmayan kesimler için düzenlendiği; yeni olmadığı; Hıristiyanlar, Taocular ve Müslümanlar için de benzeri eğitim programlarının uygulandığı ifade edilmiştir. (i) Kalabalık nüfusu, (ii) nüfusunun gösterdiği etnik ve dinsel çeşitlilik, (iii) mevcut ayrılıkçı hareketler, (iv) uluslararası politikada yeni bir kutup olarak görülmesinin yol açtığı rahatsızlık, (v) bu bağlamda ABD ile yaşamakta olduğu rekabet, (vi) bölgesel dengelerin Çin lehine değişmekte olmasından rahatsız olan bölge ülkeleri dikkate alındığında, Çin’in böyle bir eğitim programına sahip olması anlaşılır gelmektedir. Çünkü içeride “sağlam” olmadan, ne dışarıya yönelinebilinir ne de ayakta kalınabilinir. Ancak bu eğitimin diğer yüzünde “asimilasyon” politikasının yer aldığını ileri sürmenin mümkün olduğunu da ifade etmek gerekir.
7. Hindistan’da sis yüzünden okullar birkaç gün tatil ediliyor, Irak’ta Musul operasyonu devam ederken ortaya çıkan “kum fırtınası” operasyona ara verilmesine sebep oluyor, aşırı yağışlar ve güçlü hortumlar günlük yaşamı felç ediyor, bazı mevcut (ve muhtemel/potansiyel) olaylar ile gösterdiği eş zamanlılık nedeniyle yerleri “anlamlı” bulunan farklı büyüklükte depremler… Bilim ve teknikteki gelişme düzeyi ile, savaşın (rekabetin/mücadelenin) niteliği dikkate alındığında, bunların tesadüf olamayacağı akla gelmektedir. Bunlar, (i) doğrudan “hasım” aktör ile ilişkilendirilemeyen, (ii) doğrudan sıcak çatışmaya göre maliyeti oldukça düşük olan, (iii) muhatap üzerinde doğurduğu etki bakımından istenen sonucun alınmasına hizmet edebilen imkân ve kabiliyetlerdir. Onun içindir ki, bugün ülkelerin ulusal güçlerine bakılırken, ülkelerin bu tür imkân ve kabiliyetlerine daha çok eğilinmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
8. “The South China Morning” tarafından yapılan bir anketten; Çin halkının, bölge ülkelerinden farklı olarak, ABD’deki Başkanlık seçimini kim kazanırsa kazansın, Çin-ABD ilişkileri konusunda iyimser olduğu ve Hillary Clinton’ın ya da Donald Trump’ın mevcut Başkan Barack Obama’dan daha etkili olabileceğini düşündüğü sonucunun çıktığı açıklanmıştır. İki ülkenin denizcilikten siber güvenliğe kadar birçok konuda karşı karşıya gelmelerine rağmen, bu sonucun çıkması dikkat çekici bulunmuştur. Ankete katılanların çoğunluğunun Clinton’ın kazanacağını düşündüğü; ancak anket sonuçlarından, Trump’a da güçlü bir desteğin söz konusu olduğu ve belli konularda Trump’ın ne yapacağı konusunda daha emin olunduğu anlaşılmıştır. Bağımsız bir şirket tarafından yapılan anket; 1500’ü Çin’in birinci ve ikinci sınıf şehirlerinden olmak üzere, Çin’den, Filipinler’den, Singapur’dan, Japonya’dan, Endonezya’dan ve Güney Kore’den toplam 3.600 kişi ile yapılmış; Çin’den katılanların % 36’sı, mevcut Çin-ABD ilişkilerinin mükemmel olduğu söylemiştir. Analistler; anketin, (i) Çin ile ABD’nin her ikisinin de gerginlikten uzak durmak ve çatışmayı önlemek için gayret sarf ettiği algısını dışa vurduğunu, (ii) Çin halkının Çin-ABD ilişkileri konusunda diğer bölge ülkelerinin halklarından farklı düşündüğünü ve iyimser olduğunu ortaya koyduğunu, (iii) Çin halkının Trump’ın dış politikada daha az saldırgan olacağını düşündüğünü ve (iv) yine Çin halkının ABD’ye daha çok sevgi, az nefret duyduğunu ortaya koyduğunu ileri sürmüşlerdir. Bakalım, seçimin sonucu ve sonrası, anketin bu sonuçları ile ne kadar örtüşecektir. Ancak anketten çıkan ve Çin halkının ABD’ye iyimser baktığına işaret eden sonuca bakarken şunları hatırlamak uygun olacaktır. (i) Soğuk Savaş yıllarındaki Sovyet-Çin ayrışması. (ii) Çin ile ABD arasında 1970’li yılların başında kurulan diplomatik ilişkiler. (iii) Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM’ye üye kabul edilmesi. (iv) 1979-1989 yılları arasında yaşanan Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sırasında Çin’in Sovyetler karşısında İslami direnişçilere verdiği destek ve bu bağlamda ABD ile giriştiği örtülü işbirliği.
9. Çin Hava Kuvvetleri Komutanı gizli savaş uçağı üretiminin hızlandırılacağını açıklamış ve bu açıklamanın, yeni (beşinci) nesil J-20 savaş uçağı ile ilgili programın gerisinde kalındığı yolundaki endişeyi giderme amacını taşıdığı yorumu yapılmıştır. İlk deneme uçuşu Ocak 2011’de gerçekleşmiş J-20 uçağının açıklamadan birkaç gün önceki son deneme uçuşunda, pilotların silah bölümü kapaklarını açamadığı ifade edilmişti. Yeni nesil J-20 uçaklarının, Çin tarafından geliştirilmiş en modern avcı uçakları olacağı ve ihraç edilmeyeceği; yakında Chengdu Aerospace Corp. tarafından Çin Hava Kuvvetleri’ne teslim edileceği ve öngörüldüğü gibi 2018 yılında hizmet vermeye başlayacağı ileri sürülmüştür. Yapılan yorumlarda; (i) Japonya’nın hâlihazırda Lockheed Martin tarafından üretilmiş F-16 savaş uçaklarını kullandığı ve Güney Kore’nin de 2018 yılı içinde F-35 uçaklarına kavuşmasının beklenildiği, (ii) komşularındaki bu uçaklar ile karşılaştırıldığında Çin’in elindeki uçaklar bu uçaklar arasında bir “nesil” farkı olduğu, (iii) bu durumun Çin tarafında stratejik ve psikolojik sorunlara yol açtığı, (iv) yeni nesil J-20 ile bu farkın kapatılacağı ileri sürülmüştür. Yeni nesil J-20’lerin teknik özellikleri konusunda ayrıntı verilmesinde isteksiz olunmaktadır ki; bu, ya henüz uçağın tamamlanmamış olması ya da tamamen Çin orijinli olması ile açıklanmaktadır. Yeni J-20’ler hakkında, televizyon ekranlarına yansıyan çok kısa görüntüleri dışında, fazla bir bilgi bulunmamaktadır. J-20’lerin tasarımının askeri sır olduğu ve Çin’in en yüksek teknolojilerini içerdiği belirtilmiştir. Eğer (i) Çin’in 2014 yılındaki “Zhuhai Hava Show”da bir diğer avcı uçağı olan J-31’i sergilediği, (ii) 2015 yılında da J-31’lerin teknik özelliklerinin yayınladığı, (iii) Çin’in küresel silah pazarında J-31’ler ile yer almak istediği, (iv) J-20 ve J-31 avcı uçaklarının Çin’in en gelişmiş savaş uçakları olduğu/olacağı, (v) bu uçakların en az dört ihtiyacı (stealth -radara yakalanmama– teknolojisi, süpersonik seyir hızı, son derece uyumlu aviyonik sistemi, elektronik ateş kontrol sistemi) karşıladığı ve (iv) J-20’ler ile ilgili söz konusu gelişme ile eş zamanlı olarak Çin’in kendisinin yapmaya başladığı uçak gemisinin gövdesinin tamamlandığının açıklanması, J-20’ler konusunda az-çok bir fikir vermektedir diye düşünülmektedir.
10. Tayvan, barışa giden yolda diyalog kanallarının açılması için Çin’e çağrıda bulunmuştur. Geçtiğimiz Ocak (2016) ayında Tayvan’da yapılan genel seçimden, muhalefetteki bağımsızlık yanlısı Demokratik İlerleyiş Partisi (DPP) önde çıkmış, iktidardaki Kuomintang Partisi (KMT) yenilgiyi kabul etmiş ve Mayıs (2016)’da da, DPP’nin lideri Tsai Ing-wen, Cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştı. Bu yeni yönetim (DPP Yönetimi) , şimdi, KMT’nin iktidarda iken Pekin ile kurduğu kanallar üzerinden, hiçbir önkoşul olmaksızın görüşmeleri sürdürme çağrısı yapmaktadır. Yapılan çağrıda, (i) Pekin’i anladıklarını, ancak Pekin’in de DPP’yi anlaması gerektiği, (ii) haksız abartmaların ve olumsuz yorumların Pekin için talihsizlik olduğu ve (iii) görüşmelere yeniden başlamanın zamanı olduğu hususları da yer almıştır. Tsai Ing-wen, göreve geldikten sonra, 1992 yılında Pekin ile Taipei arasında varılan mutabakatı ret etmiş, “tek Çin” söyleminin Tayvan Boğazı’nın iki yakasını kapsadığını ileri sürümüş; Pekin buna Tayvan ile iletişim kanallarını kapatarak tepki vermiş, ayrıca Tayvan’a bazı ekonomik yaptırımlar uygulamaya başlamıştı. Tayvan’dan gelen söz konusu açıklamaya bakarken, hem Çin’in Tayvan’a uyguladığı yaptırımları, hem de Mart 2016’da KMT’nin başına geçen Hung Hsiu-chu’nun Çin’i ziyaretini ve bu ziyaret kapsamında 01 Kasım 2016’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile bir araya gelmesini görmek uygun olacaktır. Ayrıca (i) ABD ile Çin arasındaki rekabet ve (ii) ABD’nin bugüne kadar Çin karşısında Tayvan’a vermiş olduğu destek dikkate alınırsa, bağımsızlık yanlısı DPP’nin Ocak 2016’daki seçimi kazanıp Tayvan’da iktidar olmasının sadece iç dinamikler ile açıklanamayacağı gibi bir sonuca ulaşılabilecektir ki; bu, DPP Yönetimi ile Pekin Yönetimi arasında diyalog sürecinin başlamasının kolay olmayacağı değerlendirmesine yol açmaktadır. Bakalım, ABD nasıl bir tavır sergileyecek; yeni Başkan ile birlikte ABD’nin DPP Yönetimindeki Tayvan ile olan ilişkileri nasıl bir seyir gösterecek?
11. Japonya, Myanmar konusunda, Çin ile yarışmaktadır. Tokyo Yönetiminin, Myanmar ile imzaladığı, 800 milyar yen (yaklaşık 7,7 milyar dolar) değerindeki yardım anlaşması için bu yorum yapılmıştır. Söz konusu yardımın beş yıl içinde yapılacağı açıklanmıştır. Myanmar’ın “fiili” lideri kabul edilen Aung San Suu Kyi ile, 02 Kasım 2016 Çarşamba günü Tokyo’da bir araya gelen Japonya Başbakanı Shinzo Abe tarafından yapılan bu açıklama, Çin’in ve Japonya’nın Myanmar’ın dış ticaretindeki yerleri nedeniyle, çok da fazla anlamlı gelmemektedir. Yardım miktarı ve yardımın beş yıla yayılmış olması bir yana; 2015 yılı verileri ile, Myanmar, toplamda 9 milyar dolar değerinde olan ihracatının yaklaşık % 38’ni ve yine toplamda 12 milyar değerinde olan ithalatının yaklaşık % 42’sini Çin ile yapmaktadır. Bu rakamlar, Japonya için, aynı sırayla, yaklaşık % 6 ve % 5’tir. Çin ile ilgili veriler, Japonya’nın beş yıla yayılmış yardımının çok da anlamlı olmadığına işaret etmektedir. Myanmar Çin’e komşudur ve bu komşuluk, Çin’in Myanmar üzerinden denize açılmasına ve dış ticaretinin önemli bir kısmını Myanmar üzerinden yapmasına imkân vermektedir. Çin’in uluslararası politikada yeni bir kutup olarak yükselmesi ile küresel ve bölgesel ölçekte bundan rahatsız olan aktörler, Myanmar’ın jeopolitiğini her zamankinden daha değerli kılmıştır. Çin, bu tablo ışığında Myanmar ile olan ilişkilerini güçlü tutmaktadır ve Japonya’nın bu seviyedeki/nitelikteki yardım anlaşmaları üzerinden Çin’i dengelemesi ya da Myanmar’ı Çin’den uzaklaştırıp yanına çekmesi oldukça güç gözükmektedir. Ayrıca konunun başka açılardan da görülmesi gerekir. Eğer Myanmar’ın “fiili” lideri Aung San Suu Kyi’nin Japonya ziyareti ile ülkesindeki Çin varlığını dengeleme ya da azaltma amacını güttüğü varsayılır ise; hem söz konusu Japon yardımının Aung San Suu Kyi’yi “ortaklık” ilişkilerini oturup düşünmeye sevk edeceğini, hem de Pekin Yönetiminin Myanmar’ın bu tür adımlarına seyirci kalmayacağını beklemek uygun olacaktır.
12. Rusya Stratejik Çalışmalar Enstitüsü (RISS) Başkanı Leonid Reşetnikov, davetli olarak geldiği İstanbul’da, Türk-Rus ilişkileri, Suriye krizi, “uçak krizi” ve “15 Temmuz olayı” konularında dikkat çekici açıklamalarda bulunmuştur. RISS’nin doğrudan Kremlin’e bağlı bir düşünce kuruluşu olması ve RISS’nin başındaki isim olan Reşetnikov’un 1976-2009 yılları arasında Rusya’nın Dış İstihbarat Servisi (SVR)’nde üst düzeyde görevlerde bulunmuş ve korgeneral olarak emekli olmasını müteakip RISS’nin başına geçmiş olması, yaptığı açıklamalara değer katmaktadır. Reşetnikov’un açıklamalarında dikkat çekici bulunan hususlar şöylece sıralanabilir. (i) Türkiye ile Rusya arasındaki “uçak krizi” gerçekten ciddiydi ve Türkiye ile Rusya arasında askeri bir çatışma hedeflenmişti. Uçak krizi Türk-Rus ilişkilerinde büyük bir gerilemeye yol açtı. Rusya’nın uçağının düşürülmesine tepki vermemesi mümkün değildi ve tepki süreci ağır ekonomik yaptırımlarla başladı. Ancak bu ekonomik yaptırımlar, Rusya’nın askeri olarak yanıt vermesinden daha iyiydi. (ii) Rusya, komşusu olarak Türkiye’nin istikrarlı ve güçlü bir ülke olmasını arzu etmektedir. İran‘dan Finlandiya‘ya kadar uzanan bir çizgide Rusya’nın sınır komşusu olan ülkelere bakıldığında; Türkiye bağımsız politika izleyen tek ülkedir, diğer ülkeler daha çok ABD’nin kontrolü ya da baskısı altındadır. Türkiye ile işbirliği yapmadan, Orta Doğu‘daki, Basra Körfezi‘ndeki, Kuzey Afrika‘daki, Kafkasya’daki ve Karadeniz‘deki sorunları çözmek çok zordur. (iii) Rusya’nın elinde, TSK İncirlik Tesisi’nde görev yapan Amerikalı askerlerin “15 Temmuz olayının” gerçekleşmesine katıldıklarına dair belgeler vardır. Amaçları, Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmekti. Türk ortaklarımızı şu konuda uyarmak isterim. Yeni provokasyonlar gelebilir. Çünkü Türkiye ile Rusya’nın ilişkilerinin düzelmeye başlaması, Batı’da pek çok kimseyi rahatsız etmektedir. Bundan dolayı yeni bir provokasyon ihtimalinin olmayacağını söylemek mümkün değil. Kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerde Rusya uçak krizinin gerçek yüzünü gördükten sonra, taraflar krizden çıkma konusunda bir karar aldı. Buna karar verildikten sonra, “15 Temmuz olayı” ile karşı karşıya kalındı. Türkiye ile Rusya’nın anlaşmak üzere olduğunu anlayan güçler “15 Temmuz olayını” planlamaya başladılar ve Erdoğan’ı öldürmek istediler. Biz öyle bir kanıya vardık. Rus tarafı olarak biz bu görüşe sahibiz. (iv) Rusya, kendi topraklarındaki Gülen okullarını, AKP ile Cemaat arasındaki ilişkilerin çok iyi olduğu dönemde (2006-2008) kapatmaya başladı. Hatta o süreçte, Ankara, bundan duyduğu rahatsızlığı üst düzey görüşmelerde dile getiriyordu. Kapatma nedenimiz, Gülen yapılanmasına baktığımızda, klasik Sünni İslam‘dan daha farklı bir yapıya sahip olduğunu görmemizdir. Bu yapılanmanın iki ayrı şekilde faaliyet gösterdiğini tespit ettik. Bir taraftan legal olarak yani okullar ve sivil toplum kuruluşları açıyorlardı, diğer taraftan da illegal bir örgütlenme içindeydiler. Rusya’da, bilim adamlarını, siyasetçileri, işadamlarını aralarına katarak bir yapılanmaya gitmeye çalışıyorlardı. Orta Asya‘daki diğer ülkelerde CIA ajanlarının örtülü bir biçimde faaliyet göstermek için Gülen okullarını paravan olarak kullandığına dair türlü rivayet var. Rusya, Müslümanların ve diğer dinlerin temsilcilerinin aşırı olmayan bir çerçevede faaliyet göstermesini ister. (v) Eski bir Rus istihbaratçısı olarak size şunu söyleyeyim; Amerikalılar her imkândan ve yöntemden aktif olarak istifade eder. Amerikalılar, eğer bir şey lazımsa IŞİD’ı da kullanır, Gülen’i de kullanır. Bunlar Amerikan istihbaratının geleneksel metotlarıdır. Gülen’i kullanmış olmaları şüphesiz mümkün. Çünkü kendisi Amerika’da yaşıyor ve büyük ölçüde onlara bağımlı, kendisine ABD’de yaşama ve çalışma fırsatı verdiler, dolayısıyla Gülen ABD’ye borçludur. (vi) Rusya ile Türkiye’nin ortak görüşü, Suriye’nin sınır bütünlüğünün korunmasıdır. Suriye, tek bir parça olarak kalmalıdır. ABD ise, Suriye’nin parçalanma ihtimaline, üçe veya daha fazla parçaya bölünmesi ihtimaline de bakıyor. Rusya, Türkiye ile şöyle anlaştı: önce teröristler yok edilecek, sonra da Esad’ın geleceği görüşülecek. Suriye’nin özerkliklere bölünmesine karşıyız. Özerklikler Suriye’nin parçalanmasına yol açar. (vii) Kürtlerin özerkliğine de, bağımsızlığına da karşıyız. Kürtlere, yaşadıkları yerlerde dillerini yaşatmaları ve kültürel olarak gelişmeleri imkânı tanınmalıdır. Kürtler Suriye’de ancak kültürel özerkliğe sahip olabilir. Irak da, neredeyse parçalanmış durumdadır. Irak Kürtleri, kendilerini özerk olarak adlandırsa da, fiiliyatta neredeyse bağımsız hareket ediyorlar. Dolayısıyla Kürtler Suriye’de de özerklik elde ederse, bu neredeyse bağımsız bir devlet olacaktır. Rusya’da 100 etnik grup var. Hepsine bağımsızlık mı vereceğiz? Kürtler, eğer bir yerde baskı görüyorsa, buna karşı çıkmalıyız, ama devlet kurmalarına karşıyız. (viii) Rusya, PYD’yi terörist bir yapılanma olarak kabul etmemektedir, onların bağımsız bir devlet kurmalarını desteklememektedir. Moskova’da bir temsilcilikleri var ama, bu temsilcilik Moskova’da Rus Dışişleri tarafından resmi temsilcilik olarak kabul edilmiyor. Bu temsilciliği, toplumsal bir kurum olarak görüyoruz. ABD, PYD ile aktif çalışmakta, silah ve para vermekte, Amerikalı danışmanlar yanlarında görev yapmaktadır. (viii) SDG (Suriye Demokratik Güçleri)’nin başlattığı (Rakka) operasyonunu memnuniyetle karşılıyorum. Reşetnikov’un açıklamaları, özetle yukarıda sıralanan hususları içeriyor. Başlangıçta da ifade edildiği üzere, konuşmacının temsil ettiği kurum ve kendisinin kimliği, açıklamalarına değer katmaktadır. Ancak söz konusu kurum ve kimliğin, aynı zamanda açıklamaların sorgulanmasını da gerektirmelidir. Örneğin, “bir şey lazım olduğunda” Amerikan istihbaratı her yapılanmayı kullanıyor da, Rus istihbaratı, Türk istihbaratı ya da bir başka ülkenin istihbaratı aynı şeyi yapmıyor mu? Keza, Reşetnikov’un memnuniyetle karşılıyorum dediği SDG’nin başlattığı Rakka operasyonu, acaba Suriye’nin üniter yapısının (mevcut sınırlarının) korunması ile ne kadar örtüşür? Her şeye rağmen bugün için ortada olan bir gerçek vardır; o da mevcut konjonktürün, Ankara ile Moskova’yı birlikte çalışmaya ittiğidir. Doğası gereği konjonktür değişime açık olduğu için, Ankara-Moskova ilişkileri de değişime açık olacaktır.
13. İran Devrim Muhafızlarının yurt dışında icra ettiği örtülü operasyonlardan sorumlu komutanı Kasım Süleymani’nin, Musul’u IŞİD’dan geri almak için başlatılan operasyon kapsamında Irak’ta bulunduğu ileri sürülmüştür. Irak’taki Şii milis gücü Necuba Hareketi tarafından yapılan açıklamaya göre; sadece Devrim Muhafızları komutanlarından Kasım Süleymani değil, başka üst düzey İranlılar da söz konusu operasyon için Irak’tadırlar. Açıklamada ayrıca, IŞİD’a karşı İran’ın kendilerine destek verdiği, bu desteğin de silah vermekle ve deneyimleri paylaşmak ile sınırlı olmadığı, İran’dan gelen savaşçıları da içerdiği belirtilmiştir. Bu gelişme, bilinen ancak bilmezden gelinen birkaç hususu bir kere daha gözler önüne sermiştir. (i) Irak’taki Şii milisler Tahran ile bağlantılıdır. (ii) Şii milisler, Bağdat Yönetimi üzerinde ciddi nüfuz sahibidirler. (iii) Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki varlığına karşı çıkanlar İran’ın Irak’taki varlığını görmek istememektedirler. (iv) Türkiye’nin Irak’taki varlığı mili ve coğrafi bütünlüğünü korumakla ile ilgili iken, İran’ın Irak’taki varlığı siyasal ve mezhepsel yayılma ile ilgilidir. (v) ABD; Irak’ta İran ile birlikte çalışmakta ve ittifak üyeliğinden gelen sorumluluğuna rağmen Türkiye’nin Irak’ta bulunma nedenini anlamamazlıktan gelmektedir. (vi) ABD ile ilgili iki net görüntü ortaya çıkmıştır. Bir tarafta, Hamaney’in olumsuz açıklamalarına rağmen Irak’ta İran ile yakın çalışan ABD vardır. Diğer tarafta da, NATO’dan kaynaklanan Türkiye ile ilgili sorumluluğuna rağmen, Türkiye’ye adeta zoraki tebessüm eden, isteksiz ve yüzeysel bir duruş sergileyen, dolayısıyla güven vermeyen bir ABD vardır.
14. Filipinler’in Haziran 2016’da göreve gelen mevcut Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte’nin, ABD ile yapılmış bir silah anlaşmasını tek taraflı olarak iptal ettiği ileri sürülmüştür. İptal kararının, iç güvenlik birimlerinin silah ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik anlaşma ile ilgili olduğu ve ABD Kongresi’nin insan hakları ihlalleri konusunda duyduğu endişeye bağlı olarak Filipinler’e silah satışını askıya alma kararı sonrasında geldiği belirtilmiştir. Filipinler’in söz konusu silah ihtiyacını Çin’den ya da Rusya’dan karşılayabileceği açıklanmıştır. Duterte’nin ABD ve Başkan Obama ile ilgili olarak kullandığı “çirkin” ifadelerin, Duterte’nin Çin ziyaretinin, Japonya ziyareti sırasında yaptığı açıklamaların, Filipinler-ABD ilişkilerini sorunlu bir sürece ittiği bilindiği için, bu tür bir gelişmenin yaşanması sürpriz olmamıştır. Söz konusu anlaşmanın polise verilmek üzere alımı öngörülen tüfeklerle ilgili olması, iptal kararının daha kolay alınmasında etkili olmuştur diye düşünülmektedir.
15. Ürdün ve Mısır, ortak tatbikat yapıyor. İlki 2015 yılında Mısır’da yapılan tatbikatın; Ürdün’de 25 Kasım 2016 tarihine kadar devam edeceği, Ürdün’ün Akabe kentinde iki ülkenin kara, deniz ve hava unsurlarının katılımıyla, tarafların askeri deneyimlerini paylaşması ve aralarındaki işbirliğini geliştirmesi amacıyla yapıldığı ifade edilmiştir. Tatbikat; Akabe Körfezi’nde dört ülkenin (Mısır’ın, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın ve Ürdün’ün) biri birlerine çok yakın olduğu bir noktada icra edilmektedir. Tatbikatta, her ne kadar İsrail ve Suudi Arabistan yer almıyor gözüküyorsa da, bu iki ülkenin de bir şekilde tatbikatın kapsamında olabileceği akla gelmektedir. Tatbikatta, Arap Yarımadası’nın bu bölgesi ile, Akabe Körfezi’nin, Kızıldeniz’in bu bölgesinin ve uzaktan Süveyş Kanalı’nın muhtemel saldırılara karşı savunulmasının oynandığı düşünülmektedir. Bu düşüncenin doğal bir sonucu olarak da, akla İran gelmektedir.
16. Keşmir’de bir süredir devam eden gerginlik, giderek tırmanıyor. Geçtiğimiz Eylül (2016) ayında Keşmir’in Hindistan kontrolündeki bölgesinde İslami direnişçiler tarafından bir askeri üsse yapılan 17 kişinin hayatını kaybettiği saldırı sonrasında ortaya çıkan gerginlik o tarihten bu yana artarak devam etmektedir. Taraflar, şimdi de, biri birlerinin ülkesinde bulundurdukları diplomatları casuslukla suçluyor. Pakistan’ın, istihbarat faaliyetlerinde bulundukları için, bazı Hintli diplomatların ülkeden çıkarılmasını öngören bir kararnameyi Başbakan’a sunduğu, ayrıca Yeni Delhi Büyükelçiliğindeki altı diplomatını geri çektiği; Hindistan’ın da, Pakistanlı bir diplomatı casusluk yapmakla suçlayarak, 48 saat içinde ülkeyi terk etmesini istediği ifade edilmiştir. Diğer taraftan, Keşmir’de okullara yapılan saldırı ve okul yakma olayları nedeniyle, bölgede yükselen tansiyonun da etkisinde, bölgedeki 300 okulu kapattığı da ileri sürülmüştür. Pakistan ile Çin arasındaki yakınlık ve Hindistan ile ABD arasındaki yakınlaşma nedeniyle, Pakistan ile Hindistan arasında artan tansiyonun, hem bu ülkeler ile ilişkilendirilebileceği, hem de bu ülkeleri de etkileyeceği ileri sürülebilir. Asya haritasına şöyle bir bakıldığında, Çin’e komşu bölgelerde (kara, deniz ve hava) sorunların/gerginliklerin adeta patlama yaptığı gibi bir tablo görülmektedir ki, bu da, bir taraftan akla ABD’nin Çin’i çevreleme politikasını ve bu politikanın uygulanmasında mesafe aldığını getirmekte, diğer taraftan da Asya’nın gerçekten giderek adeta “barut fıçısına” dönüşmeye başladığına işaret etmektedir.
17. Suudi Arabistan liderliğindeki Yemen’e yönelik Koalisyon Kuvvetlerine bağlı hava unsurlarının Husileri hedef aldığı üç ayrı saldırı da, yüze yakın kişinin hayatını kaybettiği açıklanmıştır. Saldırılardan biri, Suudi Arabistan-Yemen sınırının Suudi Arabistan kesiminde kalan Necran kentine Yemen’den sızmaya çalışan Husilere; diğeri, Husilerin, Kızıldeniz’e yakın, Suudi Arabistan’ın Jazan kentine doğudan bitişik Yemen’in Sada kentindeki askeri karargâhlarına; üçüncüsü de, Yemen’in güneyinde, Aden Körfezi’ne açılan Şebve kentindeki Husilere yapılmıştır. Husilerin Yemen’de kontrol ettikleri yerler stratejik açıdan oldukça önemlidir. Suudi Arabistan-İran rekabeti ve İran’ın Husiler ile olan bağları, bu önemi daha da artırmaktadır.
18. Myanmar’da, geçtiğimiz Ekim (2016) ayında, sınır karakollarına yapılan saldırıda 13’ü güvenlik görevlisi toplam 29 kişinin hayatını kaybetmiş; saldırı Aka Mul Mücahidin örgütü ile ilişkilendirilmişti. Bu saldırıdan sonra, Arakan’daki (Rohingya’daki üç binden fazla Müslüman evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Olayların devam etmesi üzerine, bir taraftan Arakan’a giriş yasağı getirilmiş, diğer taraftan da halkı isyancılara karşı korumak için, yerli halktan ve Müslüman olmayanlardan oluşacak ve polise bağlı olarak çalışacak, yerel bir milis gücü oluşturulması kararı alınmıştır. Yerel milis güçleri oluşturulması kararının sadece Arakan Bölgesi ile ilgili olmadığı, ülkenin diğer bölgelerinde de yerel milis güçleri oluşturulduğu ifade edilmiştir. Arakan bölgesi, Myanmar’ın batısında yer alan, kuzeyinden Bangladeş’e komşu, Bengal Körfezi’ne açılan önemli bir coğrafyadır. Özellikle 2012 yılından bu yana, bölgede Müslümanlar ile Budistler arasında çatışmalar yaşanmaktadır. Bu çatışmalar, Myanmar’ın askeri yönetiminin 1982 yılında kabul ettiği bir yasa sonrasında özellikle kendisini göstermeye başlamıştır. Çünkü yasa ile, bu bölgede yaşayan Müslümanlar vatandaşlık hakkını kaybetmiş; bu da, onların “devletsiz” ve “korumasız” kalmalarına, dolayısıyla daha çok ayrımcılığa uğramalarına neden olmuştur. Bölgedeki kaos ve baskı ortamı, Müslümanları komşu ülkelere sığınmaya itmiştir. Yaşananlar, bölgedeki Müslümanları hedef alan bir asimilasyon politikasına işaret etmektedir. BM, Arakan’da nüfusun çoğunluğunu teşkil eden Müslümanların “Dünyada en fazla zulüm gören topluluk” olarak nitelemiş olmasına rağmen, Müslümanlar erimeye, sayıları azalmaya devam etmektedir. Myanmar’ın Batı destekli fiili lideri Aung San Suu Kyi, son olayların kanıt bulunana kadar Aka Mul Mücahidin örgütü ile ilişkilendirilmeyeceğini açıklamak suretiyle bir anlamda Müslümanlara mesaj vermiş olsa da, bu onların yaşadığı ağır koşulların iyileşmesine ve sorunlarının ortadan kalmasına yetmemektedir.
ASCMER Asya Çalışmaları Merkezi
(osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 08 Kasım 2016)