Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Bu 30 Ağustos’ta aklıma gelenler….
Lütfen hatırlayınız…
1821’de Osmanlı’ya isyan eden ve bu isyan neticesinde 1832’de Osmanlı’dan koparak ayrı bir devlete sahip olan Yunanlılar, Mayıs 1919’da Anadolu’yu işgale başlıyor…
Yaklaşık 100 yıl önce (1821) emperyalist Batının desteği ile Osmanlı’dan kopan isyancılar, yaklaşık 100 yıl sonra (1919) yine emperyalist Batının desteği ile Osmanlı’nın kalan topraklarını işgale başlamıştı.
Yunan Ordusu, Mayıs 1919’da, arkalarında emperyalist Batının ve vardıkları yerlerde yerli işbirlikçilerin desteği ile, İzmir’den başlayarak Anadolu içlerine ilerlemiş, ilerlerken önlerine çıkan şehirleri, kasabaları ve köyleri yıkıp yakarak bir bir ele geçirmiş, ele geçirdikleri yerlerde halka reva gördükleri insanlık dışı-iğrenç muamele ile büyük korku salmıştı… Ezanlar susturulmuş, camiler kirletilmiş, ırz-namus-vicdan kalmamış, mala-mülke-servete el konulmuştu.
Yunan Ordusu, işgal ettikleri yerlerde halka bunları reva görürken, eşraftan ve din adamlarından birlikte çalışabileceklerini bunların dışında tutarak halkı kontrol etmeyi ve işgali sürdürülebilir/kalıcı kılmayı amaçlamıştı. Eşraftan ve din adamlarından yerli işbirlikçiler ile, Osmanlı tebaası bir kısım Hristiyanlar, işgalci Yunan Ordusu ile birlikte hareket etmişti.
Zaten arka arkaya yaşanan savaşlar nedeniyle hem varını-yoğunu bu yolda harcamış, hem de gencecik evlatlarını kaybetmiş Anadolu halkı için dayanılması çok güç bir tablo ortaya çıkmıştı, bıçak kemiğe dayanmıştı, haliyle işgale direniş başlamıştı… Anadolu halkının bu durumu, Samsun’da karaya ayak basan asker-sivil küçük bir kadronun Anadolu’daki işgale karşı direnişi örgütleme çabasının halkta çok geniş bir karşılık bulmasına yol açmıştı, Milli Mücadele böyle başlamıştı…
Bu mücadelede, 1922 Ağustos’u, kritik bir tarihtir; bu tarih, Yunan Ordusunun işgaline son vermeye yönelik Milli Mücadelede dönüm noktasıdır.
Arkasında emperyalist Batının bulunduğu (Batının açıkça destek verdiği) Yunan Ordusuna karşı, 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlatılmış; bu taarruz ile başlayan Başkomutan Meydan Muharebesi, 30 Ağustos’ta, Dumlupınar’da zaferle sonuçlanmıştı…
30 Ağustos’ta Dumlupınar’da kazanılan bu zafer, sadece Yunan Ordusu karşısında kazanılmamıştı, Yunanlıların arkasındaki emperyalist Batı karşısında da kazanılmış bir zaferdi. Bu zaferin bir diğer özelliği de, bu zaferin, Yunanlıların (arkasındaki emperyalist Batının) Anadolu’da ilerleyişini durdurmakla kalmayıp tersine bir süreci (geri çekilmeyi) başlatmış olmasıydı. Bu zafer sonrasında, Yunan Ordusunun ve emperyalist Batının Anadolu’yu elde tutma umudu kalmamış, Büyük Taarruz’un bundan sonraki aşamalarında Türk kuvvetleri karşısında tutunamamış ve nihayetinde, 9 Eylül’de, İzmir’de, işgalci Yunan Ordusu ile onların destekçisi emperyalist Batılı unsurlar ve yerli işbirlikçileri de Anadolu’dan kaçmak zorunda kalmışlardı.
Ne yazık ki, işgalci Yunan Ordusu ve destekçileri karşısında elde edilen bu zaferin bedeli Türkler için çok ağır olmuştu. Çünkü emperyalist Batının ve yerli işbirlikçilerinin desteğinde başlangıçta Anadolu içlerine ilerlerken önlerine çıkan kasabaları ve köyleri yıkıp yakan, ele geçirdikleri yerlerde halka insanlık dışı muamelede bulunan, ezanları susturan, camileri kirleten, ırz-namus-vicdan tanımayan, mala-mülke-servete el koyan işgalci Yunan Ordusu, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da uğradığı yenilgi sonrasında İzmir’e doğru çekilirken bundan daha fazlasını yapmıştı. Çekilirken çekildikleri yerlere ve halka çok daha ağır zararlar vermiş, vahşet, katliam, soykırım derecesinde eylemlerde bulunmuştu.
İnsan, gayri ihtiyari, işgalci Yunan Ordusunun Anadolu’yu işgal ederken ve Anadolu’dan çekilirken Anadolu halkına bunları yapan Yunan Ordusu için, “Yunan Ordusu, Halifenin (Padişahın) ordusudur.” diye fetva veren din adamlarını hatırlıyor. İşgalcilerle “iş tutan”, onlara “istihbarat temin eden”, onlarla “yiyip-içen-eğlenen”, halk işgalcilerin zulmü altında inlerken işgalcilerle iş tutma üzerinden zenginleşen yerli işbirlikçiler akla geliyor. Üzücü olan ne biliyor musunuz; o işbirlikçi din adamlarının, o Yunan Ordusunun, 100 yıl önce (1821’deki isyanda) Halife’ye başkaldırdığını hatırlamamaları!…
Lütfen dikkat ediniz…
Yunanlılar, 1821’de Osmanlı’ya isyan edip ayrılıyorlar, 1919’da Osmanlı topraklarını işgal için İzmir’de karaya çıkıyorlar, yıl 2022, bugün de yine arkalarında emperyalist Batı var ve Türkiye ile gerginliği tırmandırıyorlar. Yaklaşık 100’er yıl ara ile bunlar yaşanmış ve yaşanıyor…
Şimdi de lütfen Türkiye’nin bugünkü koşullarını bir düşününüz…
Günümüzde de, “keşke Yunan kazansaydı” diyenler var. “Halifelik” peşinde koşanlar var ki; bunlar “Yunan Ordusu, Halifenin Ordusudur” sözünü hatırlatıyor. Bu noktada, akla gelen başka hususlar da var. Örneğin ABD tarafından iktidara getirildiği ileri sürülen ve 20 yıldır Türkiye’yi yöneten bir iktidar var. Örneğin, bu iktidarın (AKP’nin) başındaki isimin, Sayın Erdoğan’ın, ABD’nin Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu kapsayan geniş bir coğrafyaya “demokrasi ve özgürlük” getirme ve bölgede “ılımlı İslam”ı egemen kılma iddiasını içeren BOP’nde kendisinin “Eş Başkan” olduğunu söylemesi var. Örneğin AKP iktidarında Türkiye’de “siyasal İslam”ın öne çıkmış olduğu gibi bir görüntü var. Örneğin, ulusal güç olarak Türkiye’nin yanında çok küçük duran/kalan Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik yaklaşımında belirgin bir değişim var, Türkiye’yi tehdit eden ve görmezden gelen bir yaklaşım içinde hareket ediyor. Yunanistan ile ABD arasındaki yakınlaşma ve bunun özellikle askeri alanda yaşanması dikkat çekici. Bir de Yunanistan’ın (ve GKRY’nin) artık AB üyesi olması ve münhasıran bu üyelikten kaynaklanan politik, ekonomik ve askeri açılardan AB’nin desteğine sahip olması gerçeği var.
Bugün Türkiye, ekonomik politik ve askeri açılardan çok zor koşullar altındadır. Ülke ekonomisinin berbat durumu biliniyor. Politikanın ekonomi üzerinden işlediği, askeri gereklerin de sağlam/güvenilir bir ekonomiyi gerektirdiği açıktır. Ekonomideki kötü durumun, dışarıya muhtaç bir tabloyu ortaya çıkardığı, bunun da “bağımlılık” anlamına geldiği de keza açıktır.
Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan bölücü/ayrılıkçı terörizmin, gerek iç siyasetteki tablonun, gerekse mücavir ülkelerdeki gelişmelerin etkisinde, siyasal açıdan ciddi şekilde güçlenmiş olduğu açıktır. Buna, (i) iktidarın yol açtığı toplumdaki ayrışma/kutuplaşma, (ii) iktidarın izlediği politika nedeniyle ülkedeki göçmen/sığınmacı sayısının endişe verici bir sayıya ulaşmış olması ve (iii) askeri açıdan angaje olunan yeni sorunlar nedeniyle ulusal güçte ortaya çıkmış ufalanma eklendiğinde, Türkiye için “iç tehdidin” ciddi şekilde artmış/güçlenmiş olduğu açıktır.
Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye ile olan ilişkileri, ABD ve AB ile olan ilişkileri, İslam ve Arap Dünyaları ile olan ilişkileri, ortadadır; iyi durumda olmadığı, Türkiye’ye karşı mesafeli/uzak durulduğu görülebilmektedir.
Çalışanların ve emeklilerin çok büyük bir kısmı, geçim derdine düşmüştür. İnsanların çoğu, yaşamak, hayatta kalmak için karnını doyurmaya odaklanmıştır.
İçeride de, dışarıda da, artık yönetimine güven duyulmayan bir Türkiye vardır.
Bu koşullarda ve başlangıçta ifade edilen hususlar ışığında, “hasta Osmanlı”ya benzer, bir “hasta Türkiye” görüntüsü algılanmıyor mu? Algılanabiliyor ve bu algıya bağlı olarak da, insanın aklına, nasıl dün “hasta Osmanlı” büyük güçler arasında mücadele konusu ve/veya rekabet alanı olarak görülmüşse, bugün “hasta Türkiye”nin de böyle görüldüğü akla gelebiliyor. Uluslararası politikaya ilişkin mevcut koşullar ışığında, bugün Türkiye ile ilgili gelişmeler, ABD ile Rusya arasında “Türkiye’yi kontrol” konusunda yaşanan bir rekabet gibi görülemez mi, Batının bu yolda yine Yunanistan’ı kullandığı düşünülemez mi?
Eğer böyle görülebiliyor ve düşünülebiliyorsa, bu takdirde, dün Anadolu’yu Yunanistan üzerinden Batıya bırakmamış Moskova’nın bugün bırakabileceği beklenebilir mi? Bir de artık Çin var ve Pekin’in de Batının Anadolu’yu kontrolü altına almasına olumlu bakabileceği beklenmeyecektir. Bunu bir kenarda tutalım, bu ayrı bir konu.
Ne acı değil mi? “Hasta Osmanlı”dan sonra, bu şekilde bir “hasta Türkiye”yi düşünebilmek, hele bu akla gelenleri yazıya dökmek…
Ancak somut gerçeklerden ne yazık ki bu çıkarılabiliyor.
Bu noktada, “2023” söylemini de hatırlayalım.
Epeyi bir süredir dillere pelesenk…
2023, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı… Bildiğimiz-yürürlükteki Cumhuriyet, mevcut anayasada da ifadesini bulmuş, milli karakteri çok açık bir Cumhuriyet’tir.
O itibarla, 2023 denildiği zaman, milli karakterini koruyan ve bunu eğitim ve bilim de dâhil her alanda daha ileriye taşımış-taşıyacak bir Cumhuriyet akla geliyor. Peki, Türkiye’nin mevcut durumuna bakınca, 2023 denildiği zaman bu anlaşılabiliyor mu? Maalesef ben böyle anlayamıyorum. Çünkü ortada, Cumhuriyet’in milli karakterinin sistemli bir şekilde hedef alındığı ve aşındırıldığı, bu suretle ortaya çıkan boşluğun siyasal İslam tarafından doldurulduğu, böyle görülen, bir tablo vardır. Böyle bir tabloda, aksini anlamak, ya aşırı saflık olur ya da “maksatlı” ve/veya “zoraki” bir anlama olur.
Öyle ise, 2023 söylemini nasıl anlamak uygun olur? Eğer AKP 20 yıldır iktidardaysa, 2023 söylemi ısrarla ve münhasıran AKP tarafından yapılıyorsa ve Türkiye’nin AKP iktidarında bugün gelmiş olduğu nokta ortadaysa, bunların, 2023’e anlam yüklemesi yapmak için dikkate alınması icap eder. Bu icap yerine getirilince de, haliyle bir endişe ortaya çıkar.
2023 söylemi ve “hasta Türkiye” çıkarsaması…
Yine, tıpkı “hasta Osmanlı”da olduğu gibi… Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık… Bugün de içeride, gelinen noktada, “kurtuluş reçetesi” yazılıyor ve bu reçeteyi uygulamak için de iktidar için süre uzatımı isteniyor… Türkçülük çok şükür mevcut MHP yönetimi ve Sayın Devlet Bahçeli sayesinde bitti, en azından soldu!… Batıcılık onca yaşanandan sonra artık tutmaz. Geriye İslamcılık ve Osmancılık kalıyor. Biraz İslamcılık biraz Osmanlıcılık ya da kâh İslamcılık kâh Osmanlıcılık… AKP yandaşları tarafından dillendirilmiş “yeni Osmanlıcılık” ve AKP iktidarında öne çıkmış görünen siyasal İslam… 2023 söylemi, bende bunları çağrıştırıyor. 2023 söyleminden, Cumhuriyet’in milli karakterini koruma ve güçlendirerek sürdürme çağrışımı edinemiyorum.
İşaret ettiğim hususların hepsi bir bütünün parçaları…
Ancak bütüne vücut veren başka parçalar da var.
İşte size bir kitap… Olen Steinhauer’in Türkçe’ye “Kahire Olayı” diye çevrilmiş bir kitabını okuyorum. (Orijinal adı: The Cairo Affair, Çev. Irmak Gümüşbaş, 2015, İstanbul, Matbuat Yayınları, 519 sayfa) Kitap, bir roman ve Libya’da Kaddafi’nin halk hareketi ile devrilmesine ilişkin ABD’nin “stumbler” diye isimlendirilmiş planı etrafında geçiyor. Kitapta geçtiğine göre (s. 392), plan, dört aşamalı ve aşamalar şunlar:
“Aşama 1: Mültecileri sokaktan topla. Londra, Paris, Brüksel, New York. Hayatlarının ortasında ortadan kaybet, kimsenin ruhu duymaz.
Aşama 2: Onları Libya sınırının hemen dışında, mülteci nüfusundan daha önce seçilen gönüllüler ve yaklaşık 100 Amerikan askerinden oluşan grupla bir araya getir: Özel Kuvvetler, her biri Kuzey Afrika kökenli sivil giyimli. Yarısı Medenin/Tunus’ta oturup beklesin; diğer yarısı ise Mersa Matruh’ta (Mısır’da) bir araya gelsin. Plan bu kasabalardaki ideal yerlerin adreslerini bile listeliyordu, sempatizan Libyalıların sahip oldukları evler. İşareti beklesinler.
Aşama 3: İşaret. Libya’daki bağlantılar üç şehirde ayaklanırlar: Zuwarah, Ecdebiye, Bingazi.
Aşama 4: Giriş. Mülteci güçler Libya’ya girip, Libya Silahlı Kuvvetleri’nin dikkatini dağıtırken, bağlantılar limanlara odaklanır. Gizli görevdeki gemiler limanlardan silah sağlamaya başlar.”
Böyle bir ABD planı… Libya’ya ilişkin bu ABD planı sizde neyi/neleri çağrıştırdı? Aklınıza iktidarın Türkiye’nin kapılarını göçmenlere/sığınmacılara açması gelmedi mi, uyguladığı tek taraflı vize muafiyetleri ile ülkeye serbestçe girebilen yabancılar gelmedi mi? Türkiye, nüfusunun 10’da birine yakın büyüklükte bir sığınmacı/yabancı kitlesine ev sahipliği yapıyor. Bu kadar büyük ve kontrolsüz bir kitlenin savunma ve güvenlik bakımından risk teşkil etmediği düşünülebilir mi? Ya da bu kadar büyük bir kitlenin içinde Türkiye’ye yönelik “maksatlı” bir planın uygulama elemanlarının olabileceği akla gelmiyor mu?
Mevcut koşullarda insan “kuşkucu” olmaktan kendisini kurtaramıyor. Bir başka husus; aklıma geliyor, sormadan edemeyeceğim: Acaba 9-18 Ağustos tarihlerinde Konya’da gerçekleşen İslami Dayanışma Oyunları’na katılmak için gelenlerden, yarışmalara katılmayanlar ve ülkelerine dönmeyenler var mıdır?
2023 yaklaşırken, 2023 söyleminin neden olduğu çağrışımlar belliyken, insan kuşkucu olmaz mı, endişe duymaz mı?
Bu noktada, aklıma, bir başka kitap geliyor: ilk baskısı 2004 yılında Timaş tarafından yapılan, Orkun Uçar-Burak Turna tarafından kaleme alınmış “Metal Fırtına” isimli politik kurgu tarzı roman… Kitap, Suriye’den Türkiye’ye giren Amerikan Ordusunun Türkiye’yi işgalini ve bir hafta gibi süre içerisinde İstanbul’a varışını işliyor. Kitap, yayınlandığı yılların uluslararası politika koşullarında, ABD mahreçli klasik bir “özel operasyon” aracı gibi görülmüştür. Hedefin Türkiye olduğu; kitabın, Türk toplumunu sindirmeyi, Türk toplumunda yabancı düşmanlığı ve güvensizlik havası yaratmayı, Türkleri ve Türkiye’yi uluslararası topluma terörist gibi göstermeyi, Türkiye’de milli şuurun temelini teşkil eden değerler sistemini yıpratıp aşındırmayı amaçladığı, adeta “Türk’ü Türk’e Türkiye’de” kötüleme/aşağılama girişimi olduğu değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme için, “Metal Fırtına’nın Kırılması Ay Yıldız’ın Parıltısı” isimli kitaba bakılabilir. (Osman Metin Öztürk-Ersin Yükselay, 2005, Ankara, Platin Yayınları, 229 sayfa) Maalesef, Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu noktada, Metal Fırtına isimli kitap hakkında yapılmış değerlendirme ile örtüşen yanlar görülebilmektedir.
Bitmedi… Bir de Türk siyasetinin mevcut durumu var. ABD’nin iktidara taşıdığı ileri sürülen AKP hala iktidarda, milli değerlere gösterdiği hassasiyet ile bilinen MHP artık AKP’nin açık ve net destekçisi, ana muhalefet partisi CHP hem bazı açılardan AKP’yi çağrıştırır bir mecrada “yeni CHP” olarak anılıyor, hem de AKP’den kopma ve AKP’nin “fabrika ayarlarına” dönme peşindeki DEVA ve Gelecek Partileri ile “6’lı masada” yer alıyor, Bir de, MHP’nin AKP’ye ciddi muhalefet ettiği yıllarda (2017 ve öncesinde), ağırlıklı olarak MHP’den kopanlar ile kurulmuş, dolayısıyla kuruluşu MHP’yi zayıf düşürmüş bir İyi Parti (İP) var. Geriye, toplam oyları % 5’i bulması zor, SP, DP, ZP, MP ve küçük sol partiler kalıyor. Türk siyasetine dair bu mevcut tablo bize ne söylüyor? Şunu: “yeni Türkiye”nin önünde “resmi” anlamda siyaseten ciddi bir engel yok, mevcut siyaset tablosundan ben bunu çıkarıyorum.
Bunların hepsi üst üste konulduğunda Türkiye’nin ne durumda olduğu ya da ciddi tehdit/tehlike altında olduğu çıkmıyor mu?
(i) Bölücü/ayrılıkçı Kürtler ile siyasal İslamcıların dışarı ile bağlantılı görüntüleri, (ii) bu iki kesimin dışarısı konusunda aynı mahfiller ile bağlantılı gözükmesi, (iii) yaratılan “havaya” ya da zaman zaman kullanılan bazı söylemlere rağmen Türk siyasetinin “resmi olarak” kahir ekseriyetinin bu iki kesime gerçekte müzahir bir görüntü vermesi, bize ne söylüyor?
Yürürlükteki anayasada da ifadesini bulmuş, yani hukuken bağlayıcı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milli karakterine işaret eden ne kadar husus varsa, bunların hepsi tehdit ve tehlike altında değil mi? Türkiye’nin bir “İslam Cumhuriyeti” olma ihtimali belirmemiş mi? Milli ve coğrafi bütünlüğümüz tehdit altında değil mi?
Bir 30 Ağustos’ta bunları yazmak…
Şehit kanları ile sulanmış, sulanmaya devam eden vatan topraklarını, coğrafi bütünlüğümüzü, tehdit ve tehlike altında görmek…
Onca savaştan ve acıdan sonra elde kalan ne varsa onları paylaşmış, bir ve beraber olmuş, yüreklerindeki imanla ve ortaya koydukları mücadele azmiyle sadece yoksulluğun ve yokluğun değil, arkasında Batılı emperyalistler olduğu halde işgalcilerin üstesinden gelmiş bir milletin birliğini ve beraberliğini tehdit ve tehlike altında görmek…
Vatanı işgalden kurtarmış ve “kalıcı” kurtuluşu tam bağımsızlıkta görmüş asker-sivil kadronun, istikbali de gözeterek, Türkler için en uygun yönetim şekli olarak gördüğü ve hayata geçirdiği Cumhuriyet’i tehdit ve tehlike altında görmek…
Bunlar bana çok ağır geliyor.
Yüce Allah, Türk Vatanına, Türk Milletine ve yürürlükteki anayasada ifadesini bulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sadık olanların yardımcısı olsun.
Yüce Allah, görünen, görünmeyen hainlere fırsat vermesin, onların hain emellerini ayaklarına dolasın.
Ankara, 30 Ağustos 2022