Prof. Dr. Osman Metin Öztürk, ASCMER Başkanı
I. Türk Dış Politikası, öncesi ve sonrası ile 1974’deki Kıbrıs Barış Harekât’ının icra edildiği dönem ve “iki buçuk savaş stratejisinin” konuşulduğu 80’li yılların ikinci yarısından başlayıp 90’lı yılların ortalarına kadar devam eden Türkiye’nin uluslararası terörizm ile mücadelesinin öne çıktığı dönem de dâhil, hiç bugünkü kadar kötü bir durumda gözükmemişti. Dış politikada son 60 yılın en kötüsü bir tablo var.
Türk Dış Politikasında 1923’ten itibaren uygulanmış, bu nedenle yerleşik hale gelmiş, içeride de dışarıda da bilinen, bilindiği için de iç ve dış paydaşları için istikrar ve güven anlamına gelen, özü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünde saklı olan anlayış artık yok. Uygulamaya ve mevcut duruma bakınca, bu, çok açık olarak görülebiliyor.
II. Türkiye, bugün, dış politikada, sorunlara çözüm üreten değil, sorunların bir parçası olan, hatta sorun üreten bir ülke özelliğini yansıtır hale gelmiştir. Bununla bitmiyor. Mevcut dış politika aynı zamanda, tutarsızlıkları, zik-zakları içeren, iç-dış muhataplarına güven vermeyen, istikrarı yansıtmayan, dolayısıyla içeride de dışarıda da ciddi soru işaretlerine ve şüpheye yol açan bir görünüm de arz etmektedir. Türkiye’nin dış politikadaki güncel durumuna ilişkin daha somut bazı tespitler/değerlendirmeler aşağıdaki gibidir
a. Batıdan uzaklaşılmıştır. Adeta bir kopuş süreci içine girilmiştir.
b. AB’ye tam üyelik, geçen her gün biraz daha zorlaşmaktadır. Avrupa’da çoğu ülke ile ilişkilerimiz artık ciddi sorunludur. AB’ye/Avrupa ülkelerine, bir bakıyorsunuz çiçek uzatılmış, bir bakıyorsunuz çok ağır eleştiriler yöneltilmiş… İstikrar kaybolmuş, AB’de/Avrupa ülkelerinde Türkiye’ye güvensizlik çok belirgin. Durum sadece güvensizlik ile kalsa iyi; Türkiye’deki güç kaybı, Avrupalı muhataplarında Türkiye’ye karşı küstahlaşmaya da yol açmıştır. Bunun en son örneği, daha yeni Türkiye’yi ziyaret eden İsveç Dışişleri Bakanı’nın, medyaya yansıyan, “Türkiye’yi Suriye’den çekilmesi için uyarıyoruz.” ifadesidir. Güç olgusu ışığında, ABD’nin, Almanya’nın, Rusya’nın, NATO’nun ya da AB’nin Türkiye’ye karşı “küstahlaşması” başka, İsveç gibi 10 milyonluk bir nüfusa ve toplam 15 bin muvazzaf askerden oluşan bir askeri güce sahip bir ülkenin “küstahlaşması” çok daha başkadır, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki durumuna, “seviye” kaybına işaret eder.
c. NATO ile olan ilişkiler, zoraki yürümektedir. NATO’nun Türkiye’yi açıkça ve tamamen gözden çıkarması, artık bir zaman/konjonktür konusu olarak görülmektedir. NATO’nun, NATO Anlaşması’nın 5. maddesinde düzenlenmiş “ortak savunma” sorumluluğunu Türkiye için yerine getirmeyeceği yönündeki kanaat, iç/dış paydaşlarda her zamankinden daha güçlüdür.
d. ABD ile ilişkilerdeki bozulma çok belirgindir. Bu bozulmanın telafi edilmesi imkânı, giderek kaybolmaktadır. AKP/Sayın Erdoğan iktidarı, ABD’nin artık sade vatandaşın bile gözünden kaçmayan Türkiye karşıtı yaklaşımına ve bu yaklaşımı nedeniyle yönelttiği onca ağır eleştiriye rağmen, ne hikmetse ABD’yi bir türlü gönlünden çıkaramamaktadır. Bu, içeride de, dışarıda da, artık çok belirgin olarak görülebilmektedir. İktidar, hem ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde PYD/YPG’ye açıkça yardım ettiğini, Suriye’de ne işinin olduğunu söylüyor, dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinden algıladığı tehdidin arkasında ABD’nin olduğuna işaret ediyor; hem de Suriye’nin kuzeyine sırtını dönerek ABD’yi burada adeta serbest bırakıyor ki; bu, ABD’nin Türkiye’ye yönelik tehdidi beslemesine imkân ve fırsat vermek anlamına geliyor.
e. Türkiye, artık hem “Sünni siyasal İslam” ile anılan, hem de “Sünni siyasal İslam” ile bağlantılı “militan İslam’i aşırıcılık” ile ilişkilendirilen bir ülkedir. Ancak bu durumun Sünni İslam Dünyasında işe yarar bir karşılığı olmadığı ve bu durum son olarak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Fas, Tunus gibi Sünni Arap ülkelerinin Türk mallarına yönelik boykot kararında görülebildiği gibi, içeride dinsel söylem ile uygulamanın örtüşmemesi nedeniyle dinden uzaklaşmaya (soğumaya) da yol açmıştır. Hatta izlediği ayrıştırma ve çatıştırma politikası nedeniyle, toplumda artık genel kabul görmeyen söylem ve akıl yürütmeleri nedeniyle, içeride, AKP/Sayın Erdoğan iktidarının toplumla bağı da kopma sürecine girmiştir. Yani iktidar, sadece uluslararası toplumdan kopmamıştır (uluslararası toplum tarafından yalnız bırakılmamıştır), içeride de toplumdan kopma vardır. Eğer dış politikada güçlü olmak içeride güçlü olmayı gerektiriyorsa, ki öyledir, içerideki bu tablo anlaşılır bir tablo değildir.
f. Türkiye, artık İslam Dünyasından dışlanmış bir görüntü içindedir. Sadece Şii İslam Dünyası değil, Sünni İslam Dünyası da büyük bir çoğunluk ile Türkiye ile arasına mesafe koymuştur. İlginçtir, Türkiye’nin İslam Dünyasında sahip olduğu nüfuz, Sünni İslam kimliğini içeride de dışarıda da öne çıkarmış AKP/Sayın Erdoğan iktidar döneminde adeta erimiştir. Bu, ayrıca irdelenmesi/sorgulanması gereken bir durumdur.
g. Türkiye’nin Arap Dünyası ile olan ilişkileri de, İslam Dünyası nezdindeki durumundan pek farklı değildir.
h. Türkiye, Azerbaycan hariç, Türk Dünyasına adeta sırtını dönmüş, Türk Dünyasından uzaklaşmıştır. Kaynaklar, Türk Dünyası ile ilişkilerin geliştirilmesinden, yurt dışındaki Türk varlığının/izlerinin ortaya çıkarılıp ayakta tutulmasından ve bu varlığın geliştirilip güçlendirilmesinden çok, Dünyanın her tarafındaki Sünni Müslümanlara (münhasıran Araplara/siyahîlere) akıtılmıştır. Burada da, bir başka ilginçlik olarak, Türk siyasetinde Türk Dünyası ile en çok ilişkilendirilen parti olan MHP’nin, Türk Dünyasına sırtını dönmüş AKP/Sayın Erdoğan iktidarının destekçisi olması vardır.
III. Türkiye’nin ulusal güç olarak durumu, dış politikaya ilişkin bu görüntüyü daha da ağırlaştırmaktadır. Çünkü uluslararası ilişkilerdeki anlamıyla ulusal güce bakıldığında şunlar görülmektedir.
a. Kamuoyunda “Ergenekon”, “Balyoz” ve “Askeri Casusluk” olarak bilinen, bugün hepsinin maksatlı bir “kumpas” olduğu ortaya çıkmış davalar, bu davalara vücut veren soruşturmalar sırasındaki tasfiyeler, “15 Temmuz darbe girişimi” ve bu girişim ile bağlantılı tasfiyeler nedeniyle, askeri güçte zafiyet ortaya çıkmıştır. Zaafa uğramış askeri güç, angaje olunan sorunların çokluğu nedeniyle ufalanmış; ufalanma, askeri güçte ayrıca zafiyete neden olmuştur. Ancak TSK’nin MSB.lığına bağlanması ve diplomasiyi de bilen deneyimli bir emekli askerin MSB olmasının, belirtilen zafiyeti telafi etmese de, kısmen hafiflettiği düşünülebilir.
b. Ülke ekonomisi, salgının da etkisinde, giderek küçülmüştür, küçülme sürmektedir. Üretimdeki küçülme, işsizlikteki büyüme, dış ticaretteki gerileme, bütçedeki yetersizlik, ekonomi çarkını işletmedeki güçlük, artık çok belirgindir. Ülke için rasyonel bulunmayan sektörel “ayrımcılık”, ekonomide, hem çok ciddi soruna yol açmış, hem de birlik ve beraberliği derinden zedelemiştir. İktidarın dışarıdan kaynak temin etmede ciddi zorluk çektiği, artık sade vatandaşın bile farkında olduğu bir husustur. Uluslararası finans çevreleri ile bağı büyük ölçüde kopmuş ve/veya bu çevrelerin artık fazla itibar etmediği bir Türkiye vardır. Bu tabloda, tabiatıyla ekonominin, sürekli artan bir seyir içindeki savunma ve güvenlik harcamalarını karşılama imkânı/yeteneği de süratle erimektedir. Bu erimenin, silah-mühimmat da dâhil, savunma malzemesinin üretimini, tedarikini ve bakım/onarımını giderek zora sokması kaçınılmaz görülmektedir.
c. AKP/Sayın Erdoğan iktidarının politik gücü, içeride bir erime sürecine girmiştir. İktidar, artık eski gücünde değildir. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne geçilmesi ile birlikte, hukuken ve fiilen bütün gücün Sayın Erdoğan’da toplanmış görüntüsü, bu görüntüden ve otoriterleşme işaretlerinden duyulan artan rahatsızlık; adaletten uzaklaşma, hukuka olan güvenin kaybolması; vatandaş için, yasaklar ve vesayet konusunda değişen bir şeyin olmaması, eski yasakların ve vesayetin yerini yeni yasakların ve vesayetin alması; artan yoksulluk, yolsuzluk ve israf; iktidara yönelik olarak “yalan/yalancı” ifadelerinin artık sıkça kullanılır olması, iktidara duyulan ve artan güvensizlik; ülkede hoşgörü içinde birlikte-bir arada yaşama iradesinin kaybolmaya başlaması; toplumsal ayrıştırmanın ve çatıştırmanın artık çok belirgin hale gelmiş olması; geçim sıkıntısı ve salgın adeta vatandaşı esir alırken iktidarın bu durumu görmezden gelen bir anlayışı yansıtması; bunların hepsi, birlikte, içeride iktidarın gücünü sınırlamakta, küçültmektedir. İktidarın içeride gücünü sınırlayan/küçülten çok önemli bir başka unsur da, uluslararası ilişkilerde “yalnız kalmış/bırakılmış” görüntüsü, bu görüntünün çok belirgin hale gelmiş olmasıdır.
Türkiye’nin askeri, ekonomik ve politik güç unsurları bakımından genel durumu dışarıdan bu şekilde görülmektedir. Dış politika, bir bakıma, içerideki durumun dışa vurumudur. İçeride ne varsa ya da durum nasılsa, dışarıda da o vardır ya da durum o şekildedir. Bir ülkede güç, refah, istikrar ve huzur varsa, bu durum o ülkenin dış politikasına da yansır, dış politikada buna paralel bir durum görülür. Onun içindir ki, içerideki görüntü de, dış politikadaki mevcut tablo da, Türkiye için sürdürülebilir gözükmemektedir. Türkiye, öyle bir noktaya gelmiş gözükmektedir ki; bir-iki ülke dışında, ne dostluğu aranan, ne de düşmanlığından çekinilen bir ülkedir. Türkiye, bu hale gelmiştir.
IV. AKP/Sayın Erdoğan iktidarı, yaklaşık 20 yıldır, aralıksız ve tek başına bu ülkeyi yönetmektedir. Bu sürenin ilk yarısı, ikinci yarısından çok farklıdır. İktidar dönemlerinin ilk yarısında, Dünyaya açık, uluslararası toplum ile barışık, sorunların çözüm ortağı olarak öne çıkmış, güçlü, bu nedenle dostluğu aranan ve düşmanlığından kaçınılan bir Türkiye, böyle bir Türk Dış Politikası vardı. İkinci yarısından itibaren bu tablo hızla tersi yönde değişmeye başlamıştır.
Yaklaşık 10 yıl geriden başlayarak bugüne doğru Türk Dış politikasının son 10 yılına, bu çalışmanın konusu itibarıyla, şöyle bir bakalım…
Hatırlanacağı üzere, Türkiye, Ocak 2009’da, İsviçre/Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu (WEF)’nda, dikkatleri üzerine çeken, meşhur “one minute” çıkışını yaparak, açıkça İsrail’i karşısına almıştı. Ancak Türkiye, İsrail’i bu suretle açıkça karşısına almasına rağmen, iki yıl sonra, 2011’de, beklenmedik bir şekilde bu kez Suriye yönetimini karşısına alınca, ortaya taban tabana zıt iki durum çıktı. Niye? Çünkü “one minute” çıkışı ile İsrail’i karşısına almış Türkiye, Suriye’yi karşısına alınca, İsrail’in adeta “ekmeğine yağ sürmüş” oldu. Suriye’nin içine düştüğü durum, toprak karşılığı barış esası üzerine inşa edilmiş İsrail-Filistin barış anlaşmalarını İsrail lehine adeta toprağa gömdü, Filistin’i İsrail karşısında destekten yoksun bıraktı, Kudüs İsrail’in başkenti ilan edildi, Golan’da İsrail “egemenliğini” kabul edenler çıktı, İsrail kademeli bir şekilde Batı Şeria’dan ilhaklara başladı.
Bir tarafta “one minute” çıkışı ile İsrail’i açıkça karşısına alan Türkiye, diğer tarafta Suriye’yi karşısına alarak yukarıda özetle işaret edildiği gibi bölgede İsrail’i rahatlatan (serbest bırakan) Türkiye… Hangi Türkiye’ye inanacağız? İsrail’e “one minute” diyen, içeride/dışarıda “Sünni siyasal İslam” ile anılan, kendince Sünni İslam Dünyasının hamiliğine soyunmuş Türkiye’ye mi, yoksa İsrail’i bölgede rahatlatan (serbest bırakan Türkiye’ye mi!… “One minute” olayından sonra İsrail bölgede rahatlarken ve hareket serbestisini artırırken, Türkiye’yi İsrail’in karşısında gören-duyan var mı? “One minute” önemli. İsrail’e “dikkat et” mesajını içeriyor. Peki, İsrail bundan etkilenmiş mi, mesaj İsrail için caydırıcı olmuş mu? Türkiye’nin İsrail karşısında fazla bir caydırıcılığı kalmamıştır. Görünürde Türkiye-İsrail ilişkileri düzelecek gibi değil, kötüye gidiyor ama, şu soru hala kafalarda var: AKP/Sayın Erdoğan iktidarı, İsrail’in karşısında mı, yanında mı? “One minute”a rağmen, ciddi bir belirsizlik, bir şüphe var.
Bu konu, bu kadarla sınırlı değil, dahası var. Bugün Sünni Arap ülkeleri, bir taraftan bir bir İsrail ile normalleşme anlaşmaları yapıyorlar, diğer taraftan İsrail ile birlikte Türkiye’nin karşısındalar. AKP/Sayın Erdoğan iktidarı, Sünni İslam Dünyasını arkama alırım, Sünni İslam Dünyasının “yeni hamisi ben olurum” diye, “one minute” çıkışı ile İsrail’i karşısına aldı ama, bugün bakıldığında sadece İsrail’i karşısına almamış olduğu, Sünni Arap ülkelerini de karşısına aldığı görülmektedir. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” durumu, bugün o kadar belirgin ki…
Bu durum üzerinden çok belirginleşen AKP/Sayın Erdoğan iktidarı ile ilgili bir başka diğer husus da, iktidarın tarihe bakışının sadece sorunlu olmadığı, aynı zamanda ya çok yetersiz ya da tarihi değerlendirme becerisinin çok zayıf olduğudur. Ne Filistin-İsrail anlaşmazlığını Filistinliler aleyhine istismar eden Sünni Arap ülkelerini, ne bu ülkelerin bu istismarın hayrını görmediklerini, ne de Ortadoğu’da yıllardır Filistin topraklarında yanan “ateş”in etkilerini ve ağır maliyetini görebilmişlerdir. Bunları görmedikleri için, Ortadoğu’da zaten bir ateş varken, Suriye krizi üzerinden bir de buna üstelik Türkiye’nin hemen yanı başında yeni bir ateş eklemişlerdir.
Bugün, ileri derecede Suriye’nin kuzeyine angaje olmuş Türkiye; burada, Şam Yönetimi, ABD, Rusya, bazı Avrupa ülkeleri, İran ve Şii milis grupları ile karşı karşıyadır. Aradan geçen 9 yılı aşkın süre içerisinde, iktidarın “yaparız/ederiz” dediği, ne Fırat’ın doğusu ayrılıkçı/bölücü teröristlerden temizlenebilmiştir, ne de Fırat’ın batısında (Hatay’a bitişik coğrafyada) Türkiye’yi rahatlatacak bir istikrar sağlanabilmiştir. Başka bir açıdan da, en kısa zamanda denilmesine rağmen, aradan 9 yıl geçmiş, ne Şam’a girilebilmiş, ne Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okunabilmiş, ne de Emevi Camisi’nde namaz kılınabilmiştir.
Türkiye’nin, bir bütün olarak doğudan batıya Suriye’nin kuzeyinden algıladığı milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdit, güçlenerek devam etmektedir.
Ancak dün Suriye’nin kuzeyi için “beka sorunu” diyen AKP/Sayın Erdoğan iktidarı, bugün Suriye’nin kuzeyini adeta unutmuş gözüküyor. Suriye’nin kuzeyi teröristlerden temizlenmediğine göre, beka sorunu devam ettiğine göre, bu “unutmuş gözükmeyi” nasıl anlamak uygun olur? Ya dünkü “efelenmede” ve “beka sorunu” nitelemesinde, ya da bugünkü “unutmuş gözükmede”, bu ikisinden birinde, hata yok mu, diye sorulmaz mı? Ciddi bir belirsizlik ve buna bağlı bir şüphe bu noktada da insanın karşısına çıkıyor.
Suriye sorunundaki bu tablo Türkiye’nin nasıl bir dış politika anlayışına, dolayısıyla nasıl bir iktidar tarafından yönetildiğine işaret ediyor. Ancak bu işaret, sadece Suriye sorunundan alınmıyor. Türkiye’nin dış politikada yeni sorunlara angaje olmasından ve angaje olduğu her sorundan da aynı işaret algılanmaktadır.
Türkiye, sanki de Suriye’nin kuzeyinden algıladığı milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdidi bertaraf etmiş gibi, bu tehdit devam ederken, birden bire Libya’daki iç çatışmaya da taraf olmuştur. Sonra, sanki Libya’yı da “halletmiş” gibi, attığı adımlar ve söylemleri üzerinden, Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege konularına birden bir adeta “dalmış” ve buralarda tansiyonun yükselmesine neden olan aktör görüntüsüne yol açmıştır. Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege (+Batı Trakya) konuları, hiç şüphesiz, hem yeni sorunlar değildir, hem de Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü koruması, hakları, çıkarları ve geleceği açısından son derece önemlidir. Türkiye, zaten Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege konularının içindedir. Sıkıntı, Türkiye’nin bu konulara, hem “yeni fark etmiş” ya da “hatırlamış” gibi, hem de “çözümün” parçası olarak değil “sorunun” parçası olarak yaklaşmasında, gerginliği bu suretle tırmandırmasındadır.
Bütün bu angajmanları devam ederken, Azeri-Ermeni çatışması ortaya çıkmış; Türkiye, bu çatışmaya da ileri derecede angaje olmuş, Türkiye’den bu konuda “ilerisi” ya da “yansıması” hukuksal ve politik/askeri açılardan yeteri kadar düşünülmediği değerlendirilen açıklamalar gelmiştir.
V. Bulunduğu bölgede nerede sorun varsa, Türkiye bugün oralarda… Üstelik “çözücü” ya da “tansiyonu düşürücü (gerginliği azaltıcı)” bir işlev/pozisyon ile değil, sorunu çözülmez hale getirmek ve tansiyonu yükseltmek (gerginliği tırmandırmak) için… Sürekli, bir sorundan diğerine atlayan bir Türkiye var. Bu da, dış politikanın iç politika için istismar edildiği algısına yol açıyor. Dışarıda sürekli bir sorundan diğerine atlama ya da sürekli sorun üretme, her atlayışta/üretmede içeride gündemi teşkil ettiği için, iktidar gerçek gündemi halkın gözünden kaçırma imkânını elde etmektedir.
Dış politika-iç politika ilişkisi, 20 yıla yaklaşan AKP/Sayın Erdoğan iktidarının ilk yarısında başka, ikinci yarısında başkadır. İlk yarısında, dış politikada olumlu-yakın ilişkiler, çözüm üreticisi, yapıcı-kucaklayıcı görüntüsü üzerinden iç politikada rüzgârı arkasına alan iktidar, dış politikada dış paydaşlarını ve avantajlarını kaybetmiş olmasına rağmen iktidarının ikinci yarısında da yelkenlerini aynı rüzgârla doldurma çabası içine girmişti ama, hem içeride, hem de dışarıda koşullar değişmiş olduğu için bugün itibarıyla bunu yapması artık çok zordur.
AKP/Sayın Erdoğan iktidarının dış politikaya ilişkin mevcut bu yaklaşım biçimi ile iktidar ömrünü uzatmayı düşünmesi, eğer öyle ise, Osmanlı’nın son dönemini çağrıştırıyor. Osmanlı’nın son dönem dış politikasında, dönemin güçlü aktörleri ile “kendince” oynama vardır. AKP/Sayın Erdoğan iktidarının dış politikadaki görüntüsü de bugün böyle gözükmektedir. Dış politikada, bir, biri ile, bir, diğeri ile yakınlaşma içine girerek, bu sonucu doğuracak örtülü/açık adımlar atarak, bu suretle “görüntüler” ortaya çıkararak, bu görüntüleri içeriye taşıyarak gündemi oluşturmak, gündemi oya tahvil etmek ve bu suretle iktidarda kalmaya devam etmek… Ülkenin geldiği nokta dikkate alınarak iktidarın dış politika uygulamalarına bakıldığında, böyle bir anlayışa sahip olduğu çıkarılabilmektedir.
Beka sorunu, Türkiye’nin hakları ve çıkarları, bunlar üzerinden angaje olunan sorunlar ve/veya tırmandırılan sorunlar… AKP/Sayın Erdoğan iktidarının bunlar üzerinden iktidar ömrünü uzatma peşinde olduğu algısı, tabiatıyla, Osmanlı’nın son döneminde Padişahların büyük devletler ile “oynayarak”, saltanatlarını sürdürmelerini ve “hasta adam” Osmanlı’nın ömrünü uzatmaya çalışmalarını çağrıştırıyor. Peki, bu, Şark Meselesi’nin hız kesmesini sağlamış mı, yani Osmanlı’nın parçalanıp çökmesine engel olmuş mu? Hayır.
Ülke yönetiminde, “ülkeyi”, “ülkenin hak ve menfaatlerini”, “vatandaşların güven, huzur ve refahını”, öncelik sıralamasında en ön sıraya koymayan bir siyaset anlayışının başarılı olma şansı yok denecek bir seviyededir. O ülke, totaliter bir ülke olsa bile…
VI. Şimdi, lütfen şöyle bir düşününüz: Türkiye, İran ile mesafeli; Irak’ın kuzeyindeki Kürt Bölgesel Yönetimi Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik ciddi bir potansiyel tehdit, Irak’ın kuzeyinde yuvalanmış bölücü/ayrılıkçı terör örgütlerine yönelik operasyonlar devam ediyor, Bağdat’tan bu operasyonlar için sıkça Türkiye karşıtı açıklamalar geliyor ve Irak BM nezdinde Türkiye’yi şikâyet ediyor; Suriye’nin bütün kuzeyi, Türkiye için, hem milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik ciddi bir potansiyel tehdit, hem de Türkiye’yi istikrarsızlaştırma potansiyeline sahip; Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Ege’de (+Batı Trakya’da), Karadeniz’de ve Kafkasya’da güncel durum ortada: mevcut konjonktürde Türkiye’yi karşısına aldığı çok açık olarak görülebilen ABD, Irak’ta, Suriye’de, Doğu Akdeniz’de, Girit’te, Ege Denizi’nde, Batı Trakya’da, Bulgaristan’da ve Karadeniz’de ya askeri üslere sahip, ya bazı askeri kolaylıklara sahip, ya da mevcut anlaşmaların izin verdiği sınırlar içinde belli bir sürelerle askeri varlık bulunduruyor. Türkiye, sorunlarla çevrili, kuşatma altında, üzerindeki baskı geçen her gün artıyor. Bu kuşatma ve baskı ile, Türkiye’nin daha önce yukarıda değinilen askeri, ekonomik ve politik açılardan olumsuz tablosu arasındaki “eş zamanlılık”, hem dikkat çekici, hem de endişe verici…
Mevcut bu koşullar, 11. Yüzyılda başlayıp 15. Yüzyıla kadar devam eden Müslümanların elindeki coğrafyanın Katolik Hristiyanların kontrolüne geçmesini sağlama amacını güden “Haçlı Seferler”inin 18. Yüzyıl versiyonu “Şark Meslesi”ni çağrıştırıyor. Osmanlı’nın gerileme döneme girmesi ile birlikte, Osmanlı’nın Avrupa’dan çıkarılmasını ve tasfiye edilerek topraklarının ele geçirilmesini öngören “Şark Meselesi”ni…
Acaba, Haçlı Seferleri yeniden başladı/başlıyor ya da Şark Meselesi yeniden canlandı/canlanıyor diye düşünülebilir mi? Koşullarda benzerlik olduğunu düşünüyorum.
VII. Haçlı Seferleri ve Şark Meselesi, özleri itibarıyla, aynı şeylerdir. Bu yüzden Şark Meselesi için, Haçlı Seferleri’nin Osmanlı’nın gerileme (güç kaybetme) dönemine girdiği 18. Yüzyıl versiyonu denilmiştir. İkisinde de, Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, bu suretle Anadolu’ya yeniden yerleşmek vardır.
Biliyoruz ki, Haçlı Seferleri işe yaramamıştır. Türkler Anadolu’ya girmekle kalmamış, Anadolu’yu ele geçirmiş, İstanbul’u fethetmiş, Avrupa içlerine kadar ilerlemiştir. Gerek 18. Yüzyıla kadar Osmanlı’nın caydırıcı bir güce sahip olması, gerekse aradan geçen süre içerisinde yaşanan Hristiyanlıktaki mezhepleşmenin (ayrışmanın) güçlenmesi, gerileme dönemine kadar Osmanlı’ya karşı “Haçlı Seferleri” olarak anılabilecek yeni bir hareketin ortaya çıkmasını engellemiştir. Osmanlı ne zaman güçten düşmeye ve gerilemeye başlamış, işte o zaman, Haçlı Seferleri’nin 18. Yüzyıl versiyonu Şark Meselesi ortaya çıkmıştır. Şark Meselesi, artık “hasta adam” dedikleri üç kıtada topraklara sahip Osmanlı’nın kendisidir. İstanbul’un güçten düşmeye ve gerilemeye başlaması, üç kıtada politik, ekonomik ve askeri açılardan risklere ve fırsatlara yol açmıştır. İşte Osmanlı bu koşullardayken, farklı mezheplerden Hristiyan Avrupa ülkeleri, kendileri için, bu riskleri karşılamak ve fırsatları değerlendirmek için Şark Meselesi olgusunu ortaya çıkarmışlardır. Tabiatıyla, her Avrupa ülkesi Şark Meselesi’ni kendi koşullarında görmüştür. Bu, bu ülkeler arasında bir rekabete yol açmıştır. Osmanlı’nın son dönem padişahları da bu rekabetten istifade etmeyi öngören bir siyaset izlemişlerdir. Ancak her ülke, her koşulda, “Şark Meselesi” olgusunda kendisi için bir şey bulabildiğinden, ülkeler Osmanlı’ya karşı -asgari müştereklerde de olsa- hep birleşebilmişler ve Osmanlı parçalanmaktan/çökmekten kurtulamamıştır.
Şuna özellikle dikkat çekmek isterim; Haçlı Seferleri’nin 18. Yüzyıl versiyonu Şark Meselesi’nin ortaya çıktığı dönem, (i) Osmanlı’daki güç kaybının Halifelik üzerinden telafi edilmeye yönelinmesinin etkisinde Arap etkisinin/izlerinin belirginleştiği ve (ii) Osmanlı’daki güç kaybından istifade etme çabası içindeki Avrupa ülkelerinin etkisinde Arapların Osmanlı’dan kopuş sürecinin ilk işaretlerinin alındığı dönemdir. Bu iki husustaki eş zamanlılık, Osmanlı’daki güç kaybını beslemiş, durumu ayrıca kötüleştirmiştir. Çünkü Araplaşma, Osmanlı’daki Arapların hareket serbestisini artırmış, bu serbesti arka planda Avrupa ülkeleri olduğu halde Arapların Osmanlı’ya karşı ayaklanmasına uygun bir atmosfer yaratmış, Avrupa ülkeleri de bu atmosferi Osmanlı’ya karşı kendi işlerine geldiği gibi istismar etmişlerdir.
Şark Meselesi’nin gündeme geldiği dönem, hem Osmanlı’da Türk kimliğinin arka planda olduğu ve “ümmet” anlayışının öne çıktığı, hem de Avrupa’nın Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtma/kullanma ve Osmanlı karşısında destekleme sürecinin başladığı bir dönemdir.
Bu dönem ve Türkiye’nin bugünkü durumu…
Bugün Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki mevcut durumuna baktığımızda,
a. Türkiye’de Sünni siyasal İslam’ın iç ve dış politikada belirgin olarak öne çıkmış olduğu,
b. Türkiye’nin son dönemde dikkat çekici “Ortadoğulaşma/Araplaşma” işaretleri verdiği,
c. Türkiye’de milli değerlerin açık/örtülü olarak baskılandığı, Türklüğe üvey evlat muamelesi yapıldığı, Türk Dünyasına sırt dönüldüğü,
d. Sünni İslam Dünyasının önde gelen Arap ülkelerinin askeri, ekonomik ve politik açılardan açıkça Türkiye’yi karşılarına aldığı; Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde algıladığı milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdidin arkasında bu ülkelerin de bulunduğu,
görülüyor mu, görülmüyor mu? Ben görüyorum ve gördüğüm için de, Osmanlı’nın 18. Yüzyıldaki tablosu ve bu tablodan neşet etmiş Şark Meselesi aklıma geliyor.
VIII. Dış politikanın ülkeye hâkim siyaset anlayışının ürünü olduğu izahtan varestedir. Yani bunun aksi düşünülemez. Başka bir ifadeyle, dış politika, iç politikaya hâkim siyaset anlayışının ürünüdür, bunun dışa vurumudur.
Görülüyor ki; Türkiye, AKP/Sayın Erdoğan iktidarının aralıksız 18 yılı aşan tek başına iktidarında, Osmanlı’nın 18. Yüzyıldaki durumunu ve Şark Meselesi’ni çağrıştıran bir noktaya gelmiştir. Bu çağrışım, haliyle, ülkenin geleceğine dair bir endişeye yol açmıştır. İşbu yazı da, bu endişenin ürünüdür.
Milli tarih, istifade etmeyi bilen için, bir ülkenin gizli/saklı hazinesidir, güç kaynağıdır. Tahrif etmek ve/veya maksatlı olarak “okumak”, hem bu hazineden mahrum kalmaktır, hem de beyhude bir çabadır. Ülkeyi yönetmenin beraberinde getirdiği ağır sorumluluğu layıkıyla yerine getirmek, bu suretle devleti güçlü kılmak ve milleti huzur, güven ve refaha kavuşturmak yolunda tarihten çıkarılacak dersler vardır. Ders çıkarma, ancak tarihe nesnel (yansız) yaklaşılırsa mümkündür.
Dış politikada, ülkenin geleceği adına endişeye yol açan, oldukça kötü bir tablo mevcuttur. Bu kötü tabloyu, iç politikadan bağımsız olarak görmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Zarar henüz telafi edilebilecek bir noktada iken; mevcut hâkim siyaset anlayışı, ya terk edilmeli, ya da koşullar ışığında güncellenmelidir. Dış politikada (yerleşik, istikrar ve güven unsuru) bilinen kalıplara dönülme ihtiyacı çok belirgindir.
osmetoz/asccmer, www.ascmer.org, 14 Ekim 2020