Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
I. Suriye krizi; Mart 2011’de, 2010 yılında başlamış “Arap Baharı”nın bir parçası olarak ortaya çıkmış ve amacı, Suriye’yi özgürleştirme, daha demokratik ve katılımcı bir yönetime kavuşturma olarak açıklanmıştır.
Ancak bugün gelinen noktaya bakıldığında, bu amacın unutulduğu, hatırlanmadığı; (i) Suriye’nin özgürleşme ve demokratikleşme bir yana, parçalanma noktasına geldiği; (ii) özellikle Kürt hareketini ve Irak’ın parçalanmasını öne çıkarmak suretiyle, bölgesel dengeleri derinden etkilediği ve bölge ülkelerini, sınırlarının değişme ihtimalini içeren ciddi bir tehdit ile karşı karşıya bıraktığı; (iii) değişen koşullarda, enerji piyasasının kontrolü ile ilgili olduğu, görülmektedir. Uluslararası ilişkiler sistematiği, krizin geldiği nokta ve görünür geleceğe ilişkin öngörüler nedeniyle de, Suriye krizi, küresel dengeler ile ilişkili bir mahiyet arz etmeye de başlamıştır.
II. Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilmek için, biraz gerilerden başlayarak bazı hatırlatmalarda bulunmak uygun olacaktır.
Irak Kürtleri, 1970’li yılların başında, Bağdat ile bir özerklik anlaşması imzalamış, bu anlaşmanın uygulanmasında sorunlar çıkmaya başlayınca isyan etmişlerdi. Bağdat ile Şattül Arap Suyolunun kullanımı konusunda anlaşmazlık içinde olan Tahran, bu isyanda el altından Kürtlere destek vermiş; sonuçta, Mart 1975’te, Şattül Arap Suyolunun İran ile paylaşılması karşılığında İran’ın Kürtlere yardımı kesmesini öngören Cezayir Anlaşması imzalanmıştı.
1979’da İran’da İslam Devrimi gerçekleşmiş, ABD İran’dan çıkarılmış, Irak bunu Cezayir Anlaşması’ndaki kayıplarının telafi açısından bir fırsat olarak yorumlamış ve İran’a savaş ilan etmişti. 1980-1988 Irak-İran Savaşı başlamış, savaş Şahı yıkmakta birleşenler arasında baş gösteren İran’daki iç mücadeleyi durdurmuş ve Humeyni’nin durumunu sağlamlaştırmasına imkân vermiştir. Tahran, bu savaşta da yine Irak Kürtlerini Bağdat’a karşı kullanmıştır. Başka bir ifade ile, Irak Kürtleri Bağdat’a karşı İran’ın yanında yer almışlardır.
Irak-İran Savaşı 1988’de ateşkesle sona erince, Saddam bu kez Kuveyt’e yönelmiş, Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarmak için 1990 yılında çok uluslu bir güç oluşturularak Saddam Kuveyt’ten çıkarılmıştır. Arkasından Saddam, bu kez, Irak-İran savaşında Irak’a ihanet etmiş kendi (Irak) Kürtlerine yönelmiş ve bunun üzerine, aynı çok uluslu güç bu kez Irak Kürtlerini Saddam’ın zulmünden koruma işini üzerine almıştır.
Bunların hepsinin arkasında ABD yer almış ve ABD, bu suretle yeniden Orta Doğu’ya dönmüştür.
Kamuoyunun “Çekiç Güç” olarak tanıdığı, merkezinde ABD’nin yer aldığı ve liderliğini ABD’nin yaptığı bu çok uluslu güç, 1991’de Irak’ı üç parçaya bölmüş; Kürtleri korumak için 36. paralelin kuzeyine ve Şiileri korumak için de 32. paralelin güneyine inilmesini, Bağdat’a yasaklamıştır. Çekiç Güç, sonradan “Kuzeyden Keşif Gücü”ne dönmüş ve ABD’nin Irak işgalinin başladığı 2003 yılına kadar varlığını korumuştur.
1991 ile 2003 yılları arasında geçen süre içerisinde, Irak Kürtleri sadece koruma altına alınmamış, Batılı NGO’lar üzerinden geleceğe, yani bugünlere de hazırlanmıştır. ABD işgali altında iken 2005 yılında yapılmış ve bugün yürürlükte olan Anayasa ile, Irak, federal bir sisteme geçmiş, ülkenin kuzeyindeki Kürdistan Bölgesi de Erbil merkezli federal bir bölge olarak kabul edilmiştir. (An. Md. 116-117) Bugünkü Erbil merkezli Kürt yapılanma, bu suretle ortaya çıkmıştır.
Bu süreçte, 2003-2004 yıllarında, Türkiye’de, ABD kuvvetlerinin Suriye üzerinden Türkiye’ye girip bir haftada İstanbul’a varmalarını işleyen, “Metal Fırtınası” isimli kurgu bir roman yayınlanmıştır.
Irak’ın ABD tarafından işgali, Aralık 2011 tarihine kadar devam etmiş; ABD, 2011 yılı sonu itibarıyla, geride bir miktar kuvvet bırakarak Irak’tan çekilmiştir. ABD’nin -bize göre “temsili”- geri çekilmesinden önce, Kasım 2010’da Kuzey Afrika’da, Tunus’ta, “Arap Baharı” olarak anılan gelişmeler ortaya çıkmış; Mart 2011’de de Arap Baharının bir yansıması olarak Suriye krizi “patlak” vermiştir.
IŞİD, ABD’nin Irak işgalinden hemen sonra Irak’ta ortaya çıkmış bir örgüt olarak görülse de, ABD’nin Irak’tan çekilmesinden hemen sonra, 2012 yılında, güçlenmeye başlamış ve özellikle Suriye krizi üzerinden kendisini belli etmiştir. ABD Irak’tan çekilirken, geride Şiilerin ve Kürtler’in etkili olduğu, güçleri paylaştığı bir ülke bırakmış; Irak’ın bu görünümü ile IŞİD’in varlığını göstermesi ve sesini duyurması arasında bir paralellik gözlemlenmiştir.
Türkiye, 2009 yılında, Kürt sorununa çözüm getirmek için, kamuoyunda “açılım”, “çözüm” ya da “barış süreci” olarak anılan “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ni başlatmıştır.
Türkiye-Suriye ilişkileri 2011’e doğru dikkat çekici derecede olumlu bir seyir içinde ve Şubat 2011’de tarafların Asi Nehri üzerinde inşa edilecek Dostluk Barajının temelini birlikte atması bu seyrin çok somut bir işaret iken; Türkiye, Mart 2011’de beklenmedik bir şekilde Suriye’yi karşısına almış ve krizi başlatan ülke olmuştur.
Obama Yönetiminin, Irak’tan çekilmesi ve Suriye krizinde kararsız davranıp sahaya inmekten kaçınması, İran’ın işine gelmiş; İran’ın, Irak ve Suriye üzerindeki nüfuzu çok belirgin hale gelmiş; bu, Türkiye’yi Irak ve Suriye üzerinden de İran’a komşu yapmıştır.
Haziran 2012’de, Suriye, sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle, bir Türk F-4 savaş uçağını düşürmüştür.
Kasım 2015’de, bu kez Türkiye, Suriye hava sahası üzerinden sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle, bir Rus Su-24 savaş uçağını düşürmüştür.
Temmuz 2015’de, P5+1 ülkeleri ile İran arasında Nükleer anlaşma imzalanmış; bu, İran’ın nükleer varlığına zımni meşruiyet kazandırmış; gerek bu anlaşma, gerekse İran’a uygulanmakta olan yaptırımların bu anlaşmaya bağlı olarak kaldırılması, İran’ın güçlenmesine ve bölgedeki güç dengesini lehine değiştirmesine yol açmıştır. Bu durum, son dönemde Türkiye’nin öne çıkan Sünni İslam kimliği ile Irak ve Suriye üzerinden de İran’a komşu olmasının etkisinde, en çok Türkiye ile İran arasındaki dengeyi İran lehine bozmuştur.
Bu arada, Suriye krizi üzerinden Suriye Kürtleri öne çıkmış, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden gelip Hatay’a dayanan ve buradan Doğu Akdeniz kıyılarını çıkmayı öngören bir “Kürt Koridorunun” oluşma ihtimali belirmiştir. Türkiye’nin Kürt kökenli nüfusunun öne çıktığı yerlerin bu koridora bitişik olması ve Kürt hareketinin güçlenmesi, Türkiye’nin Suriye krizi üzerinden algıladığı ülke ve ulus bütünlüğü tehdidini ciddileştirmiştir. Türkiye, bu tehdidi karşılamak için, doğu-batı istikametinde Azez-Cerablus arasında kalan ve güneyde El Bab’a kadar kazanan bitişik Suriye topraklarında “güvenli bölge” oluşturmak istemiş; ancak ABD’nin Suriye yaklaşımının ve bozulan Ankara-Washington ilişkilerinin etkisinde, Türkiye uzun süre bu düşüncesini hayata geçirememiştir. ABD, dostu ve müttefiki olduğu Türkiye’nin bu endişelerini gidermeye istekli olmadığı gibi, Türkiye’nin müstakilen adım atmasına da imkân ve fırsat vermemiştir.
ABD’nin bu suretle Suriye krizinde neden olduğu boşluk, Eylül 2015’de Rusya’nın Suriye krizine askeri açıdan müdahil olmasına yol açmış; Rusya, Suriye’de, Tartus’taki deniz üssünden sonra, Lazkiye’de Hmeimim hava üssüne de sahip olmuş, bu ülkedeki askeri varlığını sürekli takviye etmiş, bir ara çekildiği ileri sürülmüşse de bunun gerçeği yansıtmadığı anlaşılmıştır. Rusya’nın müdahil olması, Suriye krizinin Moskova lehine bir mecraya kaymasına yol açmıştır ki, Ocak 2017’da başlayan ve hala devam eden Astana görüşmeleri bunun bir işareti olmuştur.
Türkiye, ancak Rusya’nın Suriye krizine askeri açıdan müdahil olmasından sonra, Ağustos 2016’da, sınıra bitişik Suriye topraklarında bir “güvenli bölge” oluşturmak için harekete geçebilmiştir. Suriye’den algıladığı ve Şam Yönetiminin bertaraf etmeye muktedir olamadığı kendisine yönelik tehdidi karşılamak için, Fırat Kalkanı Operasyonu ile, “resmen ve fiilen” Suriye’ye girmiş ve Şubat 2017’de bu operasyonu tamamladığını açıklamıştır.
Ocak 2017’de Başkanlık koltuğuna Donald Trump’ın oturması ile, ABD’nin Suriye ve IŞİD politikası ciddi değişim sinyalleri vermeye başlamış; ABD, IŞİD ile mücadele kapsamında, gerek Irak’taki ve Suriye’deki, gerekse mücavir ülkelerdeki askeri varlığını takviye etmeye başlamıştır.
Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonunun tamamlanmasından sonra, Menbiç’e ve Rakka’ya yönelme amacını kamuoyu ile paylaşmış; Türkiye’nin bu söylemi, Rusya ve ABD tarafından kabul görmemiş; Rusya ve ABD, Menbiç’e asker konuşlandırmış; bu, Türkiye’nin Menbiç’e yönelmesini durdurmuş; Türkiye, Rakka operasyonunda istenmeyen ülke pozisyonuna itilmiştir. Bunlarla eş zamanlı olarak, bir taraftan Erbil’in Bağdat’tan kopmaya çok fazla yaklaştığı, diğer taraftan da Suriye Kürtlerinin Cezire, Kobani ve Afrin kantonlarından sonra Menbiç’te de özerk yönetime gideceği, kantonal yönetime geçeceği açıklanmıştır.
07 Şubat 2017’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Trump ile ilk defa doğrudan temas kurmuş, telefonla görüşmüş; bundan birkaç gün sonra, bir Rus savaş uçağının, Fırat Kalkanı Operasyonu bağlamında Suriye’de Türk askerinin bulunduğu bölgeyi hedef alması sonucu, üç Türk askeri hayatını kaybetmiş, on biri de yaralanmıştır. Olayın, “kazaen” olduğu ifade edilmiştir.
III. Suriye krizinin bugüne kadar olan dolaylı-doğrudan safahatı çok genel olarak yukarıda belirtildiği gibidir.
Peki, bugün durum nedir? Mevcut tablodan neler çıkarılabilmektedir, mevcut tablo ne tür çağrışımlara yol açmaktadır ya da mevcut tabloya ne gibi anlam yüklemeleri yapılabilir?
Mevcut tablo; (i) Irak’ın üç parçaya ayrılma, (ii) Erbil’in Bağdat’tan koparak bölgede bağımsız bir Kürt devletinin kurulma, (iii) Suriye’de federal yönetime geçilme ve (iv) Suriye Kürtlerinin federal yönetim içinde özerkliğe sahip olma ihtimalinin çok güçlü olduğuna işaret etmektedir.
Irak’ın Şii Yönetiminin ve Irak’ta gücü paylaşan Kürtlerin, Irak’ın parçalanmasına direnmeleri beklenmemektedir. Iraklı Şiiler açısından bakılığında, bunlar, İran ile daha rahat hareket etme imkânına kavuşacaklardır. Irak Kürtlerinin ayrılma taleplerinin yeni olmadığı bilinmektedir ve çok uzun bir süreden beri bunun mücadelesini vermektedirler. Suriye’de ise, ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle, federal yönetime geçiş, Şam Yönetimi için kabul edilebilir bir durum olacaktır diye düşünülmektedir.
İran, bölgede Kürt nüfusa sahip ülkelerden biri olmasına rağmen, Irak’ın parçalanmasının ve Erbil’in Bağdat’tan kopmasının, Tahran’ı rahatsız etmeyeceği, bilakis mutlu edeceği düşünülmektedir. Çünkü bu durumda İran; (i) Irak’ın Şii parçasını kontrol edecektir, (ii) Irak Kürtleri üzerinde zaten nüfuz sahibidir, (iii) Şam Tahran’a daha muhtaç hale gelecektir, (iv) Kaos ortamı güçlenen İran’ın gücünü daha etkin olarak kullanmasına imkan ve fırsat verecektir, (v) Tahran, Irak ve Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e açılıp, Lübnan’ın da katkısı ile, Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmaya daha çok yaklaşacaktır ki, bu sadece enerji bağlamında görülebilecek bir husus olmaktan çok uzaktır. Bunun İran’a ciddi politik/stratejik katkıları olabilecektir. Bu bağlamda, iç ve dış politika ile iç içe geçmiş olarak, İran’ın gücündeki artışı ve gücünün hem sindirici hem de çekici etkilerini de hatırlamak gerekir. Böyle bakınca Irak’ın parçalanmasının ve Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkmasının, İran’a bölgeyi kontrol etmede avantaj sağlayacağı sonucuna ulaşılmaktadır.
Türkiye, bölgede Kürt nüfusa sahip bir diğer ülkedir. Irak’ın parçalanması, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkması, Suriye’de federal yönetime geçilmesi ve Suriye Kürtlerinin özerk olması, asıl Türkiye için ciddi sorun olarak gözükmektedir. Söz konusu gelişmeler, kaçınılmaz olarak Türkiye’ye yansıyacaktır. Çünkü Türkiye; son dönemde gücünden çok şey kaybetmiştir. Bu, Ankara’dan çekinmeyi törpüleyecek ve Türkiye Kürtlerinin, federal yönetime geçme ve Kürtlere özerklik verme konusunda, dışarıdan da destek alarak, Ankara’yı zorlamalarına neden olabilecektir.
Türkiye ile İran arasındaki denge, ciddi şekilde İran lehine bozulmakta iken, bu durum daha belirgin hale gelmiş olacaktır. Eğer İran dolaylı olarak Doğu Akdeniz’e çıkar ise; Türkiye, denizden, doğudan ve bütün güneyden İran ile komşu olacaktır ki; mezhepsel rekabet ile Ankara’nın ABD, AB ve NATO ile ilişkileri dikkate alındığında, bu, Türkiye’nin İran karşısında hareket serbestesinin ciddi şekilde kısıtlanması anlamına gelecektir. Ankara’nın Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile olan ilişkilerinin mevcut durumu, bu tabloyu daha da kötüleştirmektedir.
Daha önce IŞİD ile ilişkilendirilen Türkiye, bugünlerde IŞİD ile ciddi bir mücadele içine girmiştir; Ankara, artık IŞİD’ı hedef almaktadır. Eğer Irak’ın parçalanmasının ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin ortaya çıkmasının bir taraftan Türkiye’nin ilgisini ve gücünü böleceği diğer taraftan IŞİD ile mücadeleyi arka plana iteceği varsayılır ise; bu, Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede zorlanacağı, tersine IŞİD’ın Türkiye’yi hedef almasını kolaylaştıracağı anlamına gelebilecektir. Türkiye’nin gücü ufalanır ve Türkiye güç kaybeder iken, IŞİD’ın eskisi kadar hedef alınmaması ve gücünü koruması, Türkiye için böyle bir riske yol açabilir. Bu noktada, eğer şu iki husus hatırlanırsa, söz konusu risk daha iyi anlaşılacaktır. Birincisi, IŞİD’ın ortaya çıkışındaki zamanlama ve IŞİD ile ilişkilendirilen ülkeler, yani IŞİD bir proxy unsur olduğu; ikincisi de, uluslararası ilişkilerde ortak değerlerin (ortak Sünni İslam kimliğinin) her zaman anlamlı olmadığı, çıkarın esas olduğudur.
Irak’ta başlayan Suriye’de devam edecek Kürtler ile ilgili sözü edilen muhtemel gelişmeye Türkiye açısından bakarken, etnik ve dinsel temelli terörizmin Dünyadaki örneklerine bakılarak çıkarılabilecek şu süreci de görmek gerekir. Önce bölücü ve ayrılıkçı bir temada etnik/dinsel temelli terörizm kendisini gösterir, sonra terörizm ile mücadele küçük siyasal tavizler vermeyi içermeye başlar, arkasından bölücü/ayrılıkçı terörizmin uzantılarının olağan siyasal süreçte yer alması ve kendilerini ifade edebilmesi kendisini gösterir, devamında özerklik ve en nihayet bağımsızlık gelir. Süreç burada bitmez, bağımsızlık sonrasında da, önceki döneme ilişkin tazminat talepleri gündeme gelir. Bu süreci en iyi yansıtan örnek, İngiltere’nin yaşadığı dinsel temelli İrlanda sorunudur. Bugün bu sorun, genelde Kuzey İrlanda sorunu olarak bilinir. Bu sorunda başa (en az yüzyıl öncesine) gidildiğinde, İrlanda Adasının tamamıyla İngiltere’ye ait olduğu, bugün ise sadece Adanın kuzey kısmının İngiltere’ye bağlı bulunduğu ve İngiltere’nin burayı İrlanda’ya terk etmeye çok yakın olduğu görülür. Başlangıçta tamamen İngiltere’ye bağlı İrlanda Adası, sonra Adanın güneyinde sırasıyla İrlanda Serbest Cumhuriyeti, İrlanda Cumhuriyeti ve bugün İrlanda’nın kuzeyi konusunda Londra’nın muhatabı İrlanda Cumhuriyeti… Gidişat, Adanın tamamen İngiltere’den kopacağı, Adanın tamamının İrlanda Cumhuriyeti’nin ülkesi olacağı yönündedir.
İrlanda sorununa ilişkin süreç ile, Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere ilişkin süreç arasında ciddi benzerliği, hatta örtüşmeyi görmek gerekir. Bölgede gelinen nokta, verilen örnekler ve Türkiye’deki bölücü/ayrılıkçı Kürt terör hareketi nedeniyle, Irak’ın parçalanmasının ve Erbil merkezli bir Kürt devletinin kurulmasının Türkiye üzerinde, Türkiye Kürtleri lehine ciddiye bir baskıya yol açacağını tahmin etmek güç değildir. Çünkü yaşananlar, yani süreçler, benzerlik arz etmektedir.
Ankara’nın; Erbil’i kontrolünde tutarak bu süreci önleyebileceğini düşünmesi, hele bu süreci tersine çevireceğini düşünmesi gerçekçi olmaktan çok uzaktır. Sorunu çözmek demek, sorunu tanımamak, soruna vakıf olmamak demektir. Tersine bir süreci başlatmak eşyanın tabiatına aykırı ise, yapılacak iş, sorunu (krizi) yönetmektir.
IV. Türkiye için, Irak’ın parçalanması, çok yakın, ciddi bir tehdit olma özelliğini taşımaktadır.
Niçin böyle görülmektedir?
Her şeyden önce, IŞİD’ın, Kürt hareketinin güçlendirilmesinde bir paravan olarak kullanıldığını görmek gerekir. IŞİD ile mücadele ediyor diye, Irak’ta Peşmerge, Suriye’de PYD/YPG unsurları eğitilmiş ve donatılmıştır. Kürtler, bu yolla ağır silahlara sahip olmuşlardır. IŞİD ile mücadele, Kürtlere moral verdiği ve deneyim kazandırdığı gibi, uluslararası kamuoyu nezdinde kabul görmelerine ve taraftar bulmalarına da hizmet etmiştir. 22 Mart 2017 tarihinde ABD’de yapılan IŞİD ile mücadele toplantısından, Irak’a ve Suriye’ye asker konuşlandırılması, Peşmerge ile PYD/YPG’nin daha da güçlendirilmesi kararının çıkması, hem sürpriz sayılmamalıdır, hem de amacın IŞİD ile mücadele değil Kürtleri bağımsızlığa hazırlamak olduğunu çağrıştırmalıdır. Bu toplantı sonrasında, IŞİD ile mücadeleye ağırlık verilmesi kararının alındığı açıklanmış, ancak ayrıntı verilmemiştir. Ancak biz biliyoruz ki, söz konusu mücadeleye ağırlık verilmesinin uygulamadaki anlamı, sahaya daha çok güç sürülmesidir ve önümüzdeki günlerde bu mücadeleye iştirak eden ülkeler bölgedeki askeri varlıklarını takviye edeceklerdir. Süper güçlerin baş etmekte zorlandığı (!) IŞİD, Irak’taki ve Suriye’deki yabancı askeri varlığı daha çok artırmanın gerekçesi olarak kullanılacaktır.
Hâlihazırda ABD, bölgedeki mevcut askeri varlığını takviye etmektedir. Irak’ın komşusu Kuveyt’e yeni asker konuşlandırması dikkati çekmiştir. Yine ABD’nin, bölgede Şiileri tahrik edecek, onları harekete geçirecek gelişmelere engel olduğu düşünülmektedir ki; bunun en son örneği, ABD’nin ciddi askeri güç bulundurduğu Bahreyn’de, mahkemenin yerel Şii lider hakkındaki mahkûmiyet kararını ertelemesidir.
Suudi Arabistan İkinci Veliaht Prensi ve Savunma Bakanının geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde, ilişkilerde tarihi bir dönüm noktasından söz edilmesi, Orta Doğu (ve İran) konusunda hemfikir olunduğundan söz edilmesi son derece önemlidir. Trump ile, ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinde eskiye dönme (yeniden yakın olma) sinyalleri verilmeye başlanmıştır.
Suudi Arabistan Kralı ile İsrail Başbakanının birkaç gün arayla gerçekleştirdikleri Pekin ziyareti ile, Asya’nın doğusunda artan gerilim (ABD’nin Güney Kore ile yaptığı ortak tatbikat ve Japonya’nın Güney Çin Denizi’ne sevk ettiği savaş gemileri), Irak’ın parçalanması ve bir Kürt devletinin ortaya çıkması bağlamında anlamlı bulunan ve Çin’i bu bölgede meşgul ederek söz konusu gelişmelerin önüne geçmesini önleme amacını taşıdığı değerlendirilen gelişmelerdir. Esasen Çin Devlet Başkanı’nın Ocak 2017’de Davos’taki konuşmasından başlayarak bugüne gelindiğinde, Pekin’in Washington karşısında genelde yumuşama ve yakınlaşma sinyalleri verdiği algısı edinilmektedir ki; bunun da, Irak’ın parçalanması ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin ortaya çıkması ile ilgili gelişmeler konusunda Pekin’in muhtemel tavrına işaret eden bir husus olduğu değerlendirilmektedir.
Suudi Arabistan ve İsrail için, İran’ın güçlenmekte olması son derece önemlidir, bundan rahatsızdırlar. ABD’nin İran’a müzahir bir görüntü vermesi, Riyad’ın ve Tel Aviv’in Washington’dan uzaklaşmasına yol açmıştı. Irak’ın parçalanması ve bir Kürt devletinin ortaya çıkması, Suudi Arabistan’ın da, İsrail’in de işine gelecektir. Suudi Arabistan’ın işine gelecektir, çünkü Sünni karakteri hâkim bir Kürt devleti ortaya çıkacak, bu devletin ortaya çıkışı ile IŞİD gündemden düşecektir. IŞİD’ın fazla zayıflatılmadan varlığını koruması, İran karşısında, hem Suudi Arabistan hem de İsrail için önemlidir.
BM’den, bugünlerde, Kerkük’te resmi kurumlara Kürt Özel Yönetimi bayraklarının asılmasından duyulan endişeyi konu edinen bir açıklama gelmiştir. Bu açıklama, bize manidar gelmiştir. Çünkü Kerkük’te daha ağır/ciddi olaylar olduğunda dahi gelmemiş böyle bir açıklamanın, bu konuda gelmiş olması, zamanlama olarak, Irak’ın parçalara ayrılma ihtimalinin gerçekten güçlü olduğunun bir işareti olarak görülmektedir. Çünkü Irak’ın parçalanması ve Erbil merkezli bir Kürt devletinin ortaya çıkması, bu devletin sınırlarını tayinini gerektirecektir. Biz biliyoruz ki, Irak Kürtleri, IŞİD ile mücadele üzerinden, Irak Anayasası ile çizilmiş sınırlarının dışına taşmış ve Erbil, siyasal egemenlik alanını coğrafya olarak genişletmiştir. Kerkük, bu suretle Irak Kürtlerinin kontrolüne girmiş bir Türkmen şehridir. Burada Kürt Özel Yönetiminin bayraklarının asılması, gerilime yol açmak suretiyle, muhtemel bağımsızlığın “maliyetini” artırma potansiyelini içermektedir ki, bu da, dolaylı yoldan Irak’ın parçalanması konusunda BM’yi de içine alan bir hazırlığın olduğu algısına yol açmaktadır.
Bugünlerde, Suriye’deki çatışmalar, Şam’da ve Hama’da şiddetlenmiş gözükmektedir. Buralarda Şam Yönetimini hedef alan saldırılar başlamıştır. Bu durum, uygulamada, Rakka’da ve Musul’da IŞİD’ı hedef alan saldırıların gündemde gerilere kaymasına yol açmaktadır. Rakka’ya ve Musul’a kuvvet yığınaklanması yapılırken, çatışmaların buradan Hama-Şam hattına kayması ve bu hatta yoğunlaşması, soru işaretlerine neden olmaktadır. Kuzeyden güneyde doğru olan Hama-Şam hattı, Lübnan’a ve İsrail’e yakın bir bölgedir. Suriye’nin geçtiğimiz günlerde bir İsrail uçağını düşürmesi, Hama-Şam hattında artan çatışmalar ile birlikte, anlamlı gelmekte, bir “perdeleme” senaryosunun sahnelendiği akla gelmektedir. Akla gelen senaryo da, IŞİD’ı fazla yıpratmadan muhafaza etmeyi ve Irak’ın parçalanmasına bağlı muhtemel riskleri kontrol edilebilir seviyede tutmayı öngören bir senaryodur. Son dönemde Irak Ordusunun Musul’a eğilmesi, ABD’nin Rakka’ya doğrudan/dolaylı takviyede bulunması, Şam-Hama hattındaki çatışmalar, Suriye’nin İsrail uçağını düşürmesi, Rusya’nın Afrin’e asker konuşlandırması, bu senaryo ile ilişkilendirilebilir bulunmaktadır. Amaç, Irak’ın parçalanmasına ve Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti ilan edilmesine ilişkin hazırlıkları, “perdeleme” “yürütme” ve “pekiştirme” olarak görülebilmektedir.
V. Suriye krizinde, Rusya’nın yeri, giderek kritik hale gelmektedir.
ABD (ve Batı) ile de karşı karşıya olan Rusya, Suriye krizinde Tahran ve Şam ile yakın (birlikte) çalışmaktadır.
İran-ABD ilişkileri, Rusya için Suriye’de bir sorun değildir. Çünkü Moskova’nın ve Tahran’ın Washington ile olan ilişkileri benzerlik arz etmektedir. Ancak konu Suudi Arabistan ve İsrail olunca durum değişmektedir. İran’ın Suudi Arabistan ve İsrail ile karşı karşıya olması, Suriye krizinde Rusya’nın Riyad ve Tel Aviv ile olan ilişkilerini etkilemektedir. Buna Şam Yönetimi de dâhil edilebilir. Bunların, Rusya’nın Suriye’de hareket etmesini zorlaştırıcı bir etkiye neden olduğu düşünülmektedir.
Eğer Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in güncel (yukarıda değinilen) ABD ve Çin temasları Irak’ın parçalanması ve bağımsız bir Kürt devletinin önünün açılması ile ilişkili görülürse, yaşanacakların Rusya’nın Suriye’deki kazanımlarını riske etme ihtimali söz konusu olabilecektir. Bunu, ABD ile Rusya’nın karşı karşıya oluşları çıkış noktası alınarak, ABD’nin Suudi Arabistan ve İsrail ile işbirliğine giderek Rusya’nın Suriye’deki konumunu geriletme olarak almak da mümkündür. Ve bu konu, bölgenin enerji pazarını (özellikle Avrupa pazarını) kontrol etme açısından görülmesi gereken bir konu olma özelliğini de taşımaktadır. Rusya’nın içinde bulunduğumuz günlerde Afrin Kantonuna asker konuşlandırması bu düşünce bağlamında anlamlı bulunan bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Ancak Rusya’nın Afrin’deki askeri varlığını, sadece Kürt Koridoru üzerinde inisiyatif kazanma ve bu suretle Kürtlerin bütünüyle ABD’nin kontrolüne girmesini önleme amacı ile ilişkilendirmemek gerekir. Buna ilave olarak, Irak’ın parçalanması ile ortaya çıkacak muhtemel gelişmelere Ankara’nın verebileceği tepkiyi kontrol etme düşüncesi de çıkış noktası alınmış olabilir. Ve ilişkilerinin durumuna (karşı karşıya olmalarına) rağmen, Trump ile birlikte Moskova-Washington ilişkilerinde değişim işaretlerinin alındığı, en azından IŞİD (İslami aşırıcılık) ile mücadele pozisyonlarının örtüştüğü hatırlandığında; Rusya’nın Afrin’deki askeri varlığının, Irak’ın parçalanması ile ortaya çıkacak süreçte, ABD ile Rusya’nın, birlikte, Türkiye Kürtleri lehine, Ankara üzerinde baskı oluşturma amacını güttüğü de düşünülebilir. Bütün bunların ortak paydası, Moskova’nın ABD’nin Kürt hareketi üzerindeki etkisini sınırlama, dolayısıyla bölgedeki Rus askeri varlığını -dolayısıyla Rus çıkarlarını- koruma, güvenceye kavuşturma olarak ifade edilebilir. Ancak bu gelişmelerin ortasında, Rusya’nın Çin’e Su-35 savaş uçakları ve S-400 füzeleri gibi en son teknoloji ürünü silahları vermesinin gündeme gelmesi ve bu gündeme gelişin Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in Çin ile olan güncel temaslarından hemen sonraya denk düşmesi, Rusya’nın ABD ile birlikte hareket etmediği, aksine ABD merkezli gelişmeler karşısında Çin’in desteğini arkasına almak isteği algısını doğurduğunu da belirtmek gerekir.
Rusya açısından değinilmesi gereken bir diğer husus da, Irak’ın parçalanmasının ve Erbil merkezli bir Kürt devletinin ortaya çıkmasının İran’ın işine gelecek bir durum olması ile ilgilidir. İran’a güç verecek bu gelişmeler, kuvvetle muhtemel, İran’ın bölgede daha aktif olmasına hizmet edebilecektir. Eğer Irak’ın parçalanması ve Erbil merkezli bir Kürt devletinin ortaya çıkması ABD-Suudi Arabistan-İsrail ortak çalışmasının ürünü olarak kendisini gösterirse, bu, İran’ın söz konusu üç aktör ile bölgede sorun yaşaması sonucunu doğurabilecektir ki; bu, Moskova-Tahran yakın ilişkileri üzerinden Rusya’ya da yansıyabilecektir. İran’ın güçlenmesinin ve buna bağlı olarak girişeceği askeri angajmanların ve mezhepsel çatışmaya vereceği hızın, Moskova’yı rahatsız etme potansiyeli yüksek görülmektedir, Rusya’nın işine gelmeyecektir. Bunların, içinde bulunulan dönemde, Rusya-İran ilişkilerinin seyrini etkileme potansiyelini içerdiği düşünülmektedir. Enerjideki rekabet bu düşünceyi ayrıca beslemektedir.
Bu durumda, Rusya için, her şeye rağmen, geriye Türkiye kalmaktadır. Türkiye, karşı karşıya kaldığı tehdidi göğüsleyebilmek; Rusya da, bölgedeki varlığını dolayısıyla ekonomik ve güvenlik ile ilgili çıkarlarını korumak için, biri birlerine muhtaç gözükmektedirler.
VI. Suriye krizi ve krizin etkisindeki bölge üzerinden bakıldığında, Türk Dış Politikasının içinde bulunduğu durum hiç iyi gözükmemektedir. Dış politika, “günübirlik” ya da “gelişi güzel” yürütülebilecek bir alan değildir. Orta ve uzun vadeli düşünmeyi/adım atmayı gerektirir.
Başkasının gücü ile yola çıkmanın alışkanlık haline geldiği bir dış politika düşünülemez, sonu felakettir.
Türkiye, son 15 yılda gücünden kaybetmiş, güven vermeyen, aynı zamanda sorunlu bir ülke haline gelmiştir. Her gün biraz daha artan yalnızlığı, bunun çok somut bir işareti gibidir.
Demokrasilerde halkın dış politikaya katılımı esastır. Bu, demokrasilerin “katılımcı” yanının bir gereğidir ki; bu, demokrasilerin yaşamasının da bir gereğidir. Katılımcılık, dış politika kararlarının isabetli bir şekilde alınmasına ve uygulanmasında arkasına halkın gücünün konulmasına yarar. Yani varlığı korumaya ve sürdürmeye imkan verir.
Demokrasi esastır, ama bir çelişki gibi görünse de, uluslararası ilişkilerde güç de son derece önemlidir. Çünkü uluslararası ilişkileri düzenleyen kurallar yetersizdir ve bu durumun neden olduğu boşluk güç üzerinden doldurulur. Süper güçler, uluslararası politikada güçlerini “konuşturdukları” için, bu boşluğun doldurulmasına fazla istekli olmazlar, boşluğu istismar ederler. Uluslararası ilişkilerde güç, sadece maddi unsurlar ile açıklanabilen bir olgu değildir, gücün manevi/moral unsurları da vardır. Gücün manevi/moral unsurları, en az maddi unsurlar kadar önemlidir. Maddi unsurlardaki eksikliğin manevi/moral unsurlar üzerinden telafi edilebilir olması, bu önemi ayrıca artırır. Söz konusu önem, bunun tam tersi bir yönden de kendisini belli eder; güçlü maddi unsurlar, manevi/moral unsurların yerinde, zamanında, gerektiği gibi kullanılmaması nedeniyle değer kaybına uğrayabilir ki; bu ulusal güçte kayıp demektir. Sonunun nereye varacağı görülmeden söylenen, basit gibi görünen, kulağa hoş gelen bazı sözler, bu kapsamda mütalaa edilebilir. Türkiye’yi yönetenlerin, uluslararası ilişkiler konusunda bu tür sözlerden mümkün olduğunca uzak durmasında yarar görülmektedir. Bu tür sözler, Türkiye’yi uluslararası ilişkilerinde zor durum bir duruma düşürdüğü gibi, Türkiye’nin ulusal gücüden de alıp götürmektedir.
Aklıma “dindar ve kindar nesil” ifadesi geliyor… Bu ifadeye uluslararası ilişkiler bağlamında eğilindiğinde neler söylenebilir? Din, ulusal gücün demografik unsuru bağlamında önemli bir unsurdur. Dinimiz İslam, bir hoşgörü dinidir. Kur’an’da, çoğu ayette, bağışlama yer alır. Tasavvuf anlayışımızda da bu böyledir. “İncinsen de incitme” sözü vardır. Bu manevi değerler, bizim milli değerlerimizde de yer bulmuştur. Savaşta yendiğimiz komutana saygı gösteririz, bayraklarını çiğnemeyiz, çiğnetmeyiz, yerden alırız. “Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” sözümüz vardır. Bu açıklamalardan sonra, söz konusu ifadenin birlik ve beraberlik etkisi konusunda nasıl bir etkisinden söz edilebilir? Ya da ulusal gücün demografik unsuruna olan etkisi konusunda ne söylenebilir
Yaşananlar, ulusal güç bağlamında, güç ve ilham kaynağı olarak kabul edilen tarihe bakışın sorunlu olduğuna işaret etmektedir ki; bu da ulusal güçte zafiyete neden olan bir durumdur. Enerjisini tarihi ile “didişmede” kullanan, köklerinden kopuk genç nesil, rüzgârın önünde savrulan kuru yaprağa benzer ki; bunun uluslararası ilişkiler açısından anlamı, gençlerin her türlü dış etkilere açık hale gelmesi, ülkenin aleyhine olarak istismar edilmesidir.
Milli ve manevi değerler, demografik unsur bağlamında, doğrudan ulusal güç ile ilgilidir. Bu değerlerin erozyona uğraması demek, ulusal gücün erozyona uğraması demektir.
Keza demokrasi ve siyasal kültür olarak gelinen nokta da, Türkiye’nin ulusal gücünden alıp götürmektedir. Çünkü demokrasi ve hukuk olguları, bir arada yaşamayı kolaylaştıran, bir ve beraber olmayı besleyen, toplumda güveni tesis eden, adalete hizmet eden, insanı geleceği konusunda endişeden uzak tutan olgulardır. Bunların anlamı, demokrasinin ve hukukun, “bir, iri ve diri” olmanın olmazsa olmazı olduğudur.
Suriye krizi üzerinden ülke ve ulus bütünlüğü ağır bir tehdit ile karşı karşıya bulunan Türkiye’nin hali budur. Türkiye, bu tehdidi boşa çıkarmaya, ülkenin bu tablosunu düzeltmeye yönelerek, buna öncelik vererek başlamak durumundadır. Yani önce cephe gerisini sağlama almak zorundadır.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 26 Mart 2017.
Not: Bu çalışma, 22 Mart 2017 Çarşamba günü, saat 19:00’da, Ankara’da, Milli Düşünce Merkezi’nde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş tam metnidir.