SURİYE KRİZİ TÜRKİYE’YE “KAYIYOR” OLABİLİR Mİ?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

I. Suriye krizine ilişkin son gelişmeler, Türkiye açısından dikkat çekici ve soru işaretlerine yol açıyor.

Türkiye’nin ve Türkiye ile birlikte hareket eden “muhaliflerin” Afrin’i YPG’den temizlemesi sonrasında, bugünlerde hem Suriye Kürtlerinin çeşitli “yollarla” yeniden Afrin’e yöneldiği ve Afrin’de Türkiye karşıtı “sivil” bir hareketi başlatma peşinde olduğu konuşuluyor, hem de Afrin’de yaşananları dikkate alan Suriye Kürtlerinin Türkiye’den ve Türkiye’nin desteklediği muhaliflerden korktuğu ve bu korkunun onları Şam Yönetimi ile görüşmeye ittiği ileri sürülüyor. Afrin’e bakan ve Başkan Trump’ın Suriye’nin kuzeydoğusundaki Amerikan askerlerini çekmeyi düşündüğünü (!) dikkate alan[i] Suriye Kürtlerinin, Suriye’nin kuzeyindeki mevcut pozisyonlarını henüz kaybetmemiş iken, bu pozisyonun kendilerine sağladığı güç ile, Şam Yönetimi ile temasa geçtiklerine işaret ediliyor.

Şam Yönetimi ile görüşme, PYD’nin/YPG’nin (Suriye Kürtlerinin) kontrolündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adına yapılıyor. Hem PYD’nin/YPG’nin, hem de SDG’nin ABD destekli olduğunu; ABD’nin, bunları eğittiğini, donattığını, sahada onlara danışmanlık yaptığını hemen herkes biliyor. Buradan, Suriye Kürtlerinin Şam Yönetimi ile başlattığı görüşmenin ABD’nin bilgisi dâhilinde olduğu çıkarılabildiği gibi, bu görüşmeyi isteyen asıl tarafın ABD olduğu da çıkarılabiliyor.

Suriye Kürtleri, Şam Yönetimi ile, çatışmaların durmasında anlaştıklarını, ancak henüz ortada bir “anlaşma” olmadığını, demokratik ve ademimerkeziyetçi bir Suriye için çeşitli konularda ortak çalışma komiteleri kurulmak suretiyle bir yol haritası üzerinde çalışılması konusunda mutabık kalındığını açıklıyor. Fakat bu yazının kaleme alındığı an itibarıyla, bize göre, Şam Yönetiminden söz konusu görüşmeye dair henüz bir açıklama yok. Ne doğrulama, ne de yalanlama var.

Suriye Kürtlerinden gelen açıklamadan; Şam Yönetiminin, Suriye için, ülkenin kuzeyindeki mevcut Kürt kantonal yapılanmasını dikkate alan, bir “birleşik devlet” modeli üzerinde çalışmayı kabul ettiği anlamı çıkarılabilmektedir. Geçtiğimiz günlerde, SDG’nin, kontrol ettiği bölgede[ii] üretilen petrolün ve doğal gazın paylaşımı konusunda Şam Yönetimi ile anlaştığı (1/3’ü Şam Yönetimine, 2/3’ü Suriye Kürtlerine) yolundaki haber, bu çıkarsamayı beslemektedir. Bunlar, zımni olarak, Suriye Kürtleri ile Şam Yönetimi arasında bir görüşme sürecinin başlamış olduğu, devamının olacağı anlamına gelmektedir.

II. Suriye Kürtleri ile Şam Yönetimi arasındaki bu görüşme süreci, Suriye krizi bağlamında Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren bir gelişmedir.

Öncelikle mevcut tabloyu Türkiye açısından daha iyi anlayabilmek için, (i) Türkiye’de faaliyet gösteren PKK terör örgütünün Kürt ayrılıkçı/bölücü hareketinin “askeri” kanadı olduğunu, (ii) Suriye Kürtlerinin yapılanması olan PYD’nin/YPG’nin, bu örgütün Suriye kanadını teşkil ettiğini, (iii) Türkiye’deki ve Suriye’deki bu Kürt ayrılıkçı/bölücü hareketlerinin Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile de bağlantılı olduğunu ve (iv) şimdilerde pek konuşulmasa da bölgedeki Kürtlerin bütünü için öngörülen ve “KCK” olarak bilinen “konfederal” yapılanmayı hatırlamak gerekir.

Bugüne bakıldığında, Suriye krizinin, bölgedeki Kürtler için öngörülmüş konfederal yapılanmaya hizmet ettiği görülür. Çünkü Irak’ın kuzeyindeki Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile başlayıp 2011’de patlak veren ve halen devam eden kriz/çatışma ortamında Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan Kürt kantonal yapılanması üzerinden Doğu Akdeniz’e açılabilecek bir “Kürt Koridoru” olgusu ortaya çıkmış ve bu koridor üzerinde müstakil bir Kürt devletinin ortaya çıkması ihtimali belirmiştir.

“Kürt Koridoru”, güneyinden Türkiye’ye bitişiktir. Kürtlerin “Büyük Kürdistan” emeli ve bu emel bağlamında Türkiye’nin güneydoğusunun da “Kuzey Kürdistan” adıyla anıldığı bilindiği için, söz konusu koridor üzerinde bir Kürt devletinin ortaya çıkması, doğrudan Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü tehdit eden bir durumdur. Bir süredir Türkiye’de en üst seviyede dile getirilen “beka” sorununun temelinde bu vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin, müzahir “muhalif unsurlar” ile birlikte, icra ettiği El Bab ve Afrin operasyonları, sadece Türkiye’ye yönelik söz konusu tehdidi “durdurma” ve Türkiye için gündeme gelmiş beka sorununu “kontrol altında tutma” amacına hizmet etmiştir. Bu operasyonlar ile, ne söz konusu tehdit, ne de beka sorunu ortadan kalkmıştır. Tehdidin ve sorunun daha tehlikeli bir hal almasının “şimdilik” önüne geçilebilmiştir.

Türkiye açısından Suriye Kürtleri ile Şam Yönetimi arasındaki görüşmenin önemini daha iyi ortaya koyabilmek adına hatırlanması gereken bir başka husus da, Türkiye’nin, Ürdün ile birlikte, 2011’de Suriye krizini başlatan ülkeler olarak öne çıkmış olması, böyle bilinmesidir. Eğer Suriye Kürtlerinin Şam Yönetimi ile başlattığı görüşmenin dolaylı olarak Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdide daha bir ciddiyet katacağı varsayılır ise; Şam Yönetiminin Suriye Kürtleri ile görüşmesinin arkasında, Türkiye’den “intikam” alma düşüncesinin olabileceği de akla gelmelidir diye düşünülmektedir. Çünkü Şam Yönetiminin “demokratik ve âdemimerkeziyetçi” bir yönetim şapkası altında Suriye Kürtleri lehine atacağı her adım, Ankara’nın aleyhine olarak, Türkiye’deki Kürt ayrılıkçı/bölücü hareketini etkileyecektir. Türkiye’deki ayrılıkçı/bölücü Kürtler, benzeri talepler ile Ankara’nın karşısına çıkabileceklerdir.

Ancak bu bağlamda şunu da unutmamak gerekir; Suriye krizinde gelinen noktaya bağlı olarak ortaya çıkmış Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan tehdit ve bu tehdidin yol açtığı beka sorunu, Türkiye (ve TSK) için, sadece “Kürtler” ile açıklanabilecek bir tehdit ve sorun olma özelliğini de taşımamaktadır. Böyle görülemez, görülmemelidir. Böyle bir yaklaşım çok yüzeysel olur. Çünkü Türkiye’nin bugün karşı karşıya geldiği tehdit ve sorun, bir buzdağına benzer; Kürtler, bu buzdağının suyun üzerinde kalan küçük bir kesimini teşkil eder. Tehdidin ve sorunun asıl büyük kısmı, suyun altındadır ve buzdağının suyun altındaki kesiminde tarihten gelen, kısmen “Şark Meselesi” olarak bilinen, “örtülü” düşmanlıklar vardır. Kürtler, dün olduğu gibi, bugün de, bir “bahane” ya da “araç” olarak kullanılmaktadır.

III. Başlangıçta değinilen, Başkan Trump’ın Amerikan askerlerini Suriye’den çekmek istediğine dair haber ve yorumlar gerçekçi bulunmamaktadır. Bu yöndeki haberlerin ve yorumların, Başkan Trump’ın, bölgede konuşlu Amerikan askeri varlığının maliyetini bölge ülkelerine “yıkma”, en azından bölge ülkelerinin bu maliyete “katkı paylarını artırma” amaçlı olduğu değerlendirilmektedir. ABD’nin, “Arap NATO’su” olarak da anılan “Middle East Strategic Alliance-MESA (Ortadoğu Stratejik İttifakı)”üzerinde çalışmakta olduğunun ifade edilmesi bu değerlendirmeyi besleyen bir husustur. Altı Körfez ülkesi (Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman), Mısır ve Ürdün ile birlikte, “Arap NATO’su” ya da MESA üzerinden, “İran’ın saldırganlığını” kontrol altına almayı, terörizm ve aşırıcılık ile mücadeleyi, Ortadoğu’yu istikrara kavuşturmayı amaçlayan ABD’nin Suriye’den askerlerini çekebileceği düşünülebilir mi? Elbette ki hayır.

ABD, askerlerini Suriye’den çekme değil, Suriye’deki durumu da dikkate alarak, bölgede kendisinin kontrolündeki askeri gücü artırma peşindedir. ABD, (i) 2003’te işgal ettiği Irak’tan geride muharip olmayan unsurlar bırakarak 2011 yılı sonunda çekilmiş ancak sonradan çeşitli vesilelerle Irak’taki askeri varlığını yeniden güçlendirmiş, (ii) IŞİD ile mücadele için kendisi liderliğinde çok uluslu bir gücü (Koalisyon Gücünü) bölgeye taşımış ve (iii) Peşmerge (Irak Kürtleri) ile başlayıp Suriye Kürtleri ile devam eden “eğit-donat” ve danışmanlık programları üzerinden bölgedeki varlığını ayrıca güçlendirmiş olmasına rağmen, artık bölgede etkili olamamaktadır. Rusya’nın Suriye krizine angaje olup Suriye’de sahaya girmesi, Suriye’de artan İran varlığı karşısında ABD’nin bir şey yapamaması ve özellikle güneybatı Suriye konusunda İsrail üzerinden Rusya’nın devreye girmiş olması, bize bunu göstermektedir. Suriye’de artan İran varlığı için bir şey yapamayan ABD, İran’a karşı, bugüne kadar, sözlü tehdidin ötesine geçen, bir eylemde de bulunamamıştır. Geçtiğimiz günlerde Brüksel’de gerçekleşen NATO Zirvesi öncesinde, Kanada tarafından dile getirilen ve NATO içinde konuşulan, NATO’nun Irak’a angaje olması, NATO’nun Irak’ta karargah bulundurması hususu da, keza dolaylı olarak, ABD’nin bölgedeki nüfuz (etki, güç) kaybına işaret eden bir husustur. Suriye krizinde gelinen nokta, adeta ABD’nin Ortadoğu’daki güç kaybını ölçme aracı gibidir.

Görünen, Suriye krizi de dahil, bölgenin ABD’nin kontrolünden çıktığı ya da ABD’nin bölgede ciddi nüfuz kaybını yaşadığı yönündedir. Buradan yola çıkıldığında, gerek “Arap NATO’su”nun, gerekse NATO’nun Irak’a angaje olmasının, temel de İran ile ilgili olmadığı sonucuna da ulaşılmaktadır. Bu adımların hedefinde asıl Türkiye’nin olduğu akla gelmektedir. Çünkü dün, kendisi bugüne göre daha güçlü, İran da bugüne göre daha güçsüz iken İran’ı karşısına almamış ABD’nin, bugün kendisi güç kaybetmiş ve İran güç kazanmış iken, İran’ı hedef alması gerçekçi gelmemektedir. ABD’nin bugün İran’ı karşısına aldığı bir tabloda, ABD’ye, İran’a komşu Pakistan’dan, Körfez bölgesinden, Türkiye’den ve Azerbaycan’dan destek gelmesi, gelse bile bu desteğin anlamlı olması güçtür. Hem Şii Kürtlerin İran ile bağlantılı olduğu, hem de Irak’ın Tahran’ın etkisine açık olduğu da bilinmektedir. Bölgedeki ABD güçleri çok dağılmıştır. Bölgede, geniş bir alanda, özellikle asimetrik saldırılara açık bir Amerikan askeri varlığının mevcut olduğu düşünülmektedir. Bunlarla eş zamanlı olarak, Tahran, Hizbullah ve Şii milisler üzerinden oldukça geniş bir coğrafyada etkili olma imkân ve yeteneğine kavuşmuştur. Açık uçları Doğu Akdeniz’e çıkan bir “İran Yayı”nın ya da “Şii Yay”ının, ABD’nin bölgedeki hareket serbestisini ciddi şekilde kısıtladığı değerlendirilmektedir. Bunlar ışığında; 2015 öncesinde, yaptırımlar devam ederken ve nükleer programı henüz bu noktaya gelmemiş iken İran’ı karşısına alamamış ABD’nin bugün İran’ı karşısına almasının oldukça güç olacağı düşünülmektedir. ABD, 2015 öncesinden farklı olarak, İran konusunda yalnızdır. AB, Rusya ve Çin, Trump Yönetiminin İran’a ilişkin yaklaşımını paylaşmamaktadır, ABD’yi desteklememektedir.

Peki hal böyle iken ABD’nin ısrarla İran’ı karşısına alması ve yüksek perdeden tehdit etmesi, ne kadar gerçekçidir, nasıl açıklanabilir? İlk anda olamaz diye düşünülse de, ABD’nin ısrarla İran’ı karşısına almasının Türkiye ile ilgili olduğu düşünülmektedir. Hedef İran değil, Türkiye’dir. ABD, İran’ı, Türkiye’ye yönelik olarak bölgedeki varlığını artırmada ve Batılı ülkeleri bölgeye çekmede bir araç olarak kullanmaktadır. ABD, İran’ı, Türkiye hedefini “örtmek” ya da “gizlemek” için kullanılmaktadır. Yani İran, Türkiye için, “bahane” edilmektedir diye düşünülmektedir. Batı kamuoyu, İran’ı hedef almaya yatkındır. Eskiden olduğu kadar olmasa bile, ABD, hala İran konusunda Batı kamuoyunu kolayca etkileme avantajına sahiptir. Çünkü İran 1979’da Batıdan kopmuş, İslami bir rejime geçmiştir. Fakat Türkiye öyle değildir. Türkiye’nin bugün geldiği noktaya rağmen, Batı kamuoyu, Türkiye’yi hala Batının bir parçası olarak görür. Batıdaki Türkiye’ye ilişkin bu algı, ABD’nin Türkiye’ye yönelik muhtemel operasyonunun önünde ciddi bir engeldir. Türkiye karşıtı algı operasyonları, ABD için, henüz bu engeli istediği gibi aşmaya yetmemektedir. Yetmeyince de, Türkiye’ye karşı yapılabilecek muhtemel bir operasyonun alt yapısını oluşturmak için, İran bir araç olarak kullanılmaktadır. Türkiye’ye yönelik “adımlar”, İran “bahane” edilerek atılmaktadır diye düşünülmektedir.

ABD’nin şöyle düşündüğü de kabul edilebilir: Eğer Türkiye hedefe alınır, Kürt Koridoru üzerindeki Türkiye engeli aşılır, bu koridor üzerinde müstakil bir Kürt devleti ilan edilir, bu devlet kısa sürede “kuzey Kürdistan”ı da içine alır ise, İran’ı böyle bir durumda doğrudan hedef almak daha kolay olacaktır. Ankara-Washington ilişkilerinin mevcut durumu ABD’nin İran’ı karşısına aldığı bir durumda ABD’ye güven vermediği için, Washington, müstakil bir Kürt devletinin batıdan İran’a komşu olduğu bir durumu daha tercih edilebilir bulabilir. Müstakil bir Kürt devleti, Irak bağlamında da, İran’a karşı ABD’nin elini kuvvetlendirebilecektir. Bunlara bir de, Kürtlere müzahir Yahudi unsurların kontrolündeki uluslararası medya üzerinden, “mazlum” ve “mağdur” Kürtlerin ABD sayesinde “özgürlüklerine kavuştuğu” teması işlenmek suretiyle İran Kürtlerine yönelinmesi ve bununla eş zamanlı olarak “vahit Azerbaycan” ve “Güney Azerbaycan” söyleminin öne çıkarılması eklenir ise, ABD için, İran’ı hedef almada bugüne göre daha kolay bir tablo ortaya çıkmış olacaktır.

ABD böyle bakabilir. Fakat ABD açısından işler bu kadar kolay olmayacaktır. Çünkü ABD’nin Türkiye’yi hedef alması, sonuçta İran için, tasavvur edilebilen böyle “olumsuz” bir tabloya yol açacaksa, İran’ın bunu göremeyeceği ve Türkiye’ye yardım etmekten geri durabileceği düşünebilir mi? Devamında, benzer şekilde, eğer ABD’nin Türkiye’den sonra İran konusunda da hedefine ulaşması Washington’un Karadeniz’e ve Kafkasya’ya kolayca nüfuz etmesi sonucunu doğurabilecekse, Rusya’nın Türkiye ve İran ile ilgili olarak tasavvur edilen gelişmelere seyirci kalabileceği düşünülebilir mi? Ayrıca bölgeye ilişkin gelişmelerde artık Çin’i de hatırlamak icap etmektedir. Çünkü bölge, Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol Projesi”nin kapsamındadır ve bölgede ciddi Çin yatırımları vardır. Bunlara bakarak, ABD’nin bölgede atacağı adımları Çin’in izlemekle yetinebileceği düşünülebilir mi?

IV. Özellikle Suriye krizine ilişkin tutumu/duruşu üzerinden Ankara’ya “yapışmış” gözüken dış politikada (uluslararası ilişkilerde) Ankara’ya duyulan güvensizlikte bir değişiklik görünmüyor. Dış politikadaki/uluslararası ilişkilerdeki çelişkili “tutum” ya da “duruş” devam etmektedir. Bunun en son örneği, 24 Haziran seçimleri sonrasında, yeni “şekli” ile oluşturulacak hükümet için, ismi dışişleri bakanı adayları arasında geçen, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın’ın Daily Sabah Gazetesi’nde geçen, 28 Temmuz 2018 tarihli ve “Basic rule of Turkish-US. relations: Mutual respect and shared interest” başlıklı makalesidir. Eğer resmi mevkii nedeniyle Sayın İbrahim Kalın’ın Ankara’nın tutumunu/duruşunu temsil ettiği çıkış noktası alınır ise; makalede, bir taraftan mealen ABD’nin Türkiye’nin sınırları içinde ve dışında attığı Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit eden adımlarını görmezden gelemeyiz denilmesi[iii], diğer taraftan yine mealen Türk-Amerikan ilişkilerini kurtarmanın ve ileri götürmenin hala mümkün olduğunun ifade edilmesi[iv], bu çelişkili tutumun/duruşun en son bir örneği olarak kabul edilebilir. Bu ifadeler, hem gayet açıktır, hem de bir “itiraf”, bir “ikrar” niteliğindedir: ABD, Türkiye’nin içinde ve dışında, Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit eden adımları atmaktadır. Bu, epeyi bir süredir yazılıp konuşulan, Türkiye’nin, ABD’nin bölgedeki hedefi olduğu yolundaki algının güncel bir ifadesidir. Buna rağmen ABD’ye deniliyor ki, gelin ilişkileri kurtaralım!…

Türkiye, 10-15 yıl öncesine kadar, Batının Ortadoğu’ya örnek/model olarak gösterdiği bir ülke idi. Bugün bakıldığında, Türkiye, aradan geçen süre içerisinde, Batıdan uzaklaşmış, “Ortadoğulaşmış”, Batıda Ortadoğu denilince hemen akla gelen genel özellikleri yansıtır bir ülke haline gelmiş gözükmektedir. Türkiye, Suriye krizi üzerinden “Ortadoğu bataklığına” saplanmış, hala bunun farkında değil, Suriyeliler yetmezmiş gibi şimdi de Filistinliler Türkiye’ye çekiliyor. Türkiye, bir taraftan Ortadoğu’daki sorunun bir parçası olma yolunda ilerliyor, diğer taraftan da Ortadoğu’daki sorunu çözmeye eğilmiş(!) ABD’ye “gel ilişkilerimizi kurtaralım” diyor!…

Türkiye, hem Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG yapılanmasının kendisinin milli ve coğrafi bütünlüğünü yakından tehdit eden bir durum olduğunu, hem de ABD’nin YPG’yi eğittiğini, onlara ağır silahlar da dahil binlerce TIR silah-mühimmat yardımında bulunduğunu ve danışmanlık yaptığını söylüyor; ondan sonra da, ABD’ye, ikili ilişkilerin kurtarılması için hala vakit var deniliyor!…

Bunlar, birer çelişki değil midir? Ankara’ya duyulan güvensizliğin, Ankara’nın “dip” yapmış değerli (!) yalnızlığının arkasında bunlar yok mudur?

ABD’nin, Ortadoğu’yu istikrara kavuşturmak için, “Arap NATO’su” olarak da anılan bir proje üzerinde çalıştığı, bu konuda önümüzdeki sonbaharda (12-13 Ekim 2018 tarihlerinde) Washington’da bir toplantı yapılacağı ifade ediliyor. ABD için Suriye krizine “önayak” olmuş, bu yüzden şimdi bölgede ciddi sıkıntı içinde Türkiye bu projede yok!…

ABD’nin, F-35 savaş uçaklarını karşılama yeteneği olan S-400’leri Rusya’dan almasına karşı çıkmasının ve iki adet F-35 uçağının teslimini geciktirmesinin yol açtığı çağrışımlara hiç değinmiyorum[v]!…

Bundan ve diğer belirtilenlerden, ABD’nin, Türkiye ile yollarını ayırdığı, Türkiye’yi Ortadoğu’da istikrarın önünde bir engel olarak gördüğü ve bu engeli aşma peşinde olduğu çıkmıyor mu?

Ancak devam eden bu çelişkili tutumu/duruşu yanında, Ankara, dış politikaya (uluslararası ilişkilere) dair değişim sinyalleri de vermeye başlamıştır. 24 Haziran seçimlerinden hemen sonra kendisini belli eden ve şimdilik “cılız” gözüken değişim işaretleri, Türkiye’nin “dip” yapmış yalnızlığından kurtulması bağlamında önemli bulunmaktadır. Bu işaretlerden bir tanesi, Ankara-Pekin ilişkilerinde görülen/hissedilen yakınlaşmadır. 24 Haziran seçimleri sonrasındaki “tebrikleşme”, 3.6 milyar dolar tutarındaki bir kredi paketi üzerinde varılan anlaşma, Türkiye’den ve Çin’den yatırımcıların katıldığı “Bir Kuşak Bir Yol Projesi” kapsamındaki önemli bir etkinliğe Ankara’nın ev sahipliği yapması, Ankara-Pekin yakınlaşması bağlamında dikkat çekici bulunmuştur. Yine bu kapsamda ikinci bir işaret de, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından daha yeni açıklanan, önümüzdeki Eylül ayının başlarında, Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki sorunları ele almak üzere, Rusya Devlet Başkanı Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Almanya Başbakanı Merkel ile Türkiye’de bir araya gelinecek olunmasıdır. Sayın Erdoğan, Sayın Putin, Sayın Macron ve Sayın Merkel, Ortadoğu’yu ele almak üzere, Türkiye’de bir araya gelecekler. Bu bir araya gelişten ne çıkar, bilinmez ama, dip yapmış yalnızlık düşünüldüğünde, bir şey çıkmasa bile, bu bir araya geliş bile, Türkiye’nin tutumunda/duruşunda “değişim” adına olumlu bir işaret olarak görülmektedir.

Eğer Suriye krizinin Türkiye’ye kayma ihtimali varsa ya da Suriye krizine benzer bir krizin Türkiye’de uç verme ihtimali görülüyorsa, Türkiye’nin dış politikadaki (uluslararası ilişkilerindeki) çelişkili tutumunda/duruşundan bir an evvel kurtulması, muhataplarına güven verir hale gelmesi ve yalnızlıktan sıyrılması bir zorunluluktur. Ankara, kendisini çelişkili tutumundan/duruşundan kendisini kurtaramıyorsa, hiç değilse, çelişki olarak algılanabileceklerin üzerini “örtmeyi” düşünmelidir.

Suriye krizi ortada, gözler önünde…

Hataları tekrarlamamak ve oyuna gelmemek adına, Suriye krizine dair süreçten dersler çıkarma zamanı

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 30 Temmuz 2018.

[i] https://www.aljazeera.com/news/2018/07/backed-syrian-kurds-agree-roadmap-assad-government-180728082610203.html, 29 Temmuz 2018.

[ii] SDG’nin, Suriye’nin yaklaşık %25-30’nu kontrol ettiği ve Suriye’nin ürettiği petrol ve doğal gazın büyük kısmının SDG kontrolündeki bölgede bulunduğu ileri sürülüyor.

[iii] “Turkey cannot turn a blind eye to the actions of a NATO ally when they threaten its national security at home and abroad.” https://www.dailysabah.com/columns/ibrahim-kalin/2018/07/28/basic-rule-of-turkish-us-relations-mutual-respect-and-shared-interest, 29 Temmuz 2018.

[iv]  “The relationship can be saved and improved provided that the U.S. administration takes Turkey’s security concerns seriously.” agm.

[v] http://ascmer.org/cinin-rusyadan-aldigi-s-400lerin-turkiye-cagrisimi/


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.