Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
I. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner’in geçtiğimiz gün basına yaptığı açıklamada, Ankara-Washington ilişkileri bağlamında dikkatimizi çeken bazı hususlar yer almıştır. Bunlar; (i) ABD Başkanı Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk’un, PYD yönetimindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’ne dâhil grupların liderleri ile Suriye’nin kuzeyinde görüştüğüne, (ii) Menbiç’in IŞİD’dan temizlendiğine, (iii) SDG içindeki Kürt unsurların Fırat Nehrinin doğusuna geçtiğine dair ifadelerdir.
a. Bilindiği üzere, Türkiye, ısrarla ve en yetkili ağızlardan, her vesileyle şu iki hususun altını çizmekte ve dile getirmektedir. Bunlardan birincisi, PYD’nin/YPG’nin Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef almış PKK terör örgütünün Suriye kolu (uzantısı), yani terör örgütü olduğudur. İkincisi de, güneyinden algıladığı tehdit nedeniyle, Azez-Cerablus hattının Türkiye için hayati önemi haiz bir hat olduğu ve PYD/YPG unsurlarının Fırat Nehrinin batısına geçmesine asla izin verilmeyeceğidir.
ABD ise, açıkça PYD’ye/YPG’ye destek vermekte ve PYD’yi/YPG’yi kullanmaktadır. Bu, artık herkesçe bilinen bir husus haline gelmiştir.
Türkiye, ABD’nin, “müttefikim”, “dostum” ve “stratejik ortağım” dediği bir ülkedir. İki ülke, NATO’da birliktedirler ve aralarında NATO şapkası altında imzalamış anlaşmalar vardır. Bunlar, hem savunma ve güvenlik konusunda karşılıklı yardımlaşmayı öngören uluslararası düzenlemelerdir, hem de tarafların biri birlerine karşı uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülükleri olduğuna işaret eder. Taraflar arasında uluslararası hukuka konu geçerli ve yürürlükte olan böyle bir tablo var, Türkiye milli ve coğrafi bütünlüğü konusunda ciddi bir endişe taşıyor ve bu endişesi PYD’den (YPG’den) kaynaklanıyor ise; normal olarak ABD’ye düşen, bu endişesinin izalesinde Türkiye’nin yanında yer almaktır. Bu, NATO da dâhil, Türkiye ile aralarındaki uluslararası düzenlemelerin lafzında ve ruhunda ifadesini bulmuş bir hukuksal gerekliliktir.
ABD, hukuksal açıdan kendisini bağlayan bu gereği yerine getirmediği gibi, Türkiye’yi milli ve coğrafi bütünlüğü konusunda endişeye sevk eden ve bu gereklerden söz edilmesine yol açan PYD’nin (YPG’nin) yanında yer almakta, ona destek vermektedir.
Bu durum, hedefinde IŞİD’ın olduğu kadar PYD’nin/YPG’nin de olduğu Fırat Kalkanı Operasyonuna ABD’nin müzahir olmasını ve/veya bu yöndeki gelişmeleri sorgulamayı gerektirmektedir.
b. ABD Sözcüsünün Menbiç’in IŞİD’dan temizlendiğini ifade etmesinden, “artık Menbiç’e dokunulmasın” anlamı çıkarılmaktadır. Niçin Sözcünün açıklamasından bu mesaj çıkarılabilmektedir? Çünkü Menbiç, Fırat Nehrinin batısındadır ve Menbiç’te PYD/YPG unsurları vardır. Türkiye, “15 Temmuz” olayını yaşar ve bu olay nedeniyle bir süreliğine içeriye odaklanmış iken, ABD’ye güvenerek ve ABD’nin sağladığı destekle, PYD/YPG unsurları Fırat Nehrinin batısına geçmişler ve Menbiç’te konuşlanmışlardır. Menbiç, güneyden (Türkiye-Suriye sınırına biraz uzak, Türkiye’nin uzaktan atış alanına girmeden), batıdaki Afrin Kantonu ile en kısa ve en kolay birleşme avantajı sunmaktadır. Menbiç ve Afrin Kantonunun birleşmesi demek, üç yönden (batıdan, güneyden ve doğudan) kuzeye (Türkiye sınırına) doğru ilerleyip Türkiye’nin güney sınırlarına bitişik “Kürt Koridorunun” tamamlanması demektir. Eğer ABD’nin yıllardır bölgede müstakil bir Kürt kartına sahip olma peşinde koştuğu ve bugün bu amacına çok yaklaşmış olduğu düşünülürse, ABD’nin niçin “Menbiç’e dokunma” mesajını verdiği daha iyi anlaşılacaktır. Ancak burada dikkati çeken bir diğer husus da, Menbiç’in IŞİD’dan temizlendiği ifadesinin, aynı zamanda Ankara’ya adeta “parmak sallanmış” olduğu çağrışımına yol açmasıdır. Şöyle düşünülebilir: Fırat Kalkanı Operasyonunun amacı IŞİD’ı temizlemek olduğu ve Menbiç IŞİD’dan temizlendiği için, Menbiç’e artık yönelmeye gerek yoktur, yönelinirse bu operasyonun amacı dışına çıkma anlamına gelir ve bu da Türkiye’nin aleyhine olarak ABD’nin müdahalesine yol açar.
c. ABD Sözcüsünün açıklamasında geçen Kürt unsurların Fırat Nehrinin doğusuna geçtiği yolundaki ifadenin ise, çok daha vahim bir ifade olduğu düşünülmektedir. Çünkü gerçeği yansıtmadığı değerlendirilmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G-20 Zirvesi için Türkiye’den ayrılmadan önce yaptığı basın toplantısında kullandığı ifadeler vardır. Bu ifadeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil eden, bu Devletteki en yetkili makamdan gelen ifadelerdir ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elinde PYD/YPG unsurlarının Fırat nehrinin doğusuna geçmediğine dair güvenilir veriler bulunduğu anlamına gelir. Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonunu güneye doğru “derinleştirmeye” yönelik son hamleleri, bir yönüyle Türkiye’nin elindeki verilere, diğer yönüyle ABD Sözcüsünden gelen açıklamaların gerçeği yansıtmadığına işaret eder.
Bir bütün olarak yukarıda belirtilenlerden; (i) öncelikle Türkiye’nin ciddiye alınmadığı, (ii) tarafların Suriye krizine ilişkin yaklaşımlarının örtüşmek bir yana çatıştığı, (iii) Türkiye-ABD ilişkilerinin geriye dönüşü giderek zorlaşan ciddi bir bozulma sürecine girmiş olduğu ve (iv) Türkiye ile oyun oynandığı (adeta “dalga geçildiği”) çıkarsamalarına ulaşılmaktadır.
Seversiniz, sevmesiniz o ayrı bir konudur. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fırat Kalkanı operasyonuna ilişkin “mevcut” duruşu, Türkiye için, yerinde ve olması gereken bir duruştur. Fırat Kalkanı Operasyonu, IŞİD’ı olduğu kadar, PYD’yi/YPG’yi de hedef alan bir operasyon olmak durumundadır. Türkiye’deki sığınmacılardan ülkelerine dönenlerin olması ve Kurban Bayramı için ülkelerine geçenlerin sayısının önceki yıllara göre bu yıl çok daha fazla olması, Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu ile açıklanabilecek bir durum olarak görülmektedir. Yasadışı göç endişesi içindeki Batı, bunu görmek ve Fırat Kalkanı Operasyonunda Türkiye’ye destek vermek durumundadır. Şam Yönetimi ile de koordine edilmek suretiyle, Türkiye-Suriye ortak sınırının Suriye tarafında bir güvenli bölge oluşturulması ve bu bölgede Suriyeli sığınmacılar için bütünlük arz edecek yerleşim yerleri oluşturulması, hem Türkiye’nin üzerindeki yükü, hem de Batının da endişelerini hafifletecektir.
II. Önceki yazılarda da ifade edildiği üzere; Suriye krizi, Kürt hareketini taşıdığı nokta üzerinden, Orta Doğu’da kaosun yeni adı olma yolunda ilerlemektedir. Görülen, bu ilerleyişin küresel politikaları da etkilemeye başlamış olabileceğidir. Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonunun ve bu operasyonun Ankara ile Moskova ve Tahran arasındaki yakınlaşmanın bir işareti ve sonucu olarak görülmesinin, bu tabloyu belirginleştirdiği düşünülmektedir.
Rusya’nın, Ukrayna krizinin yanında, Suriye krizini de sürdürebilecek güce, imkân ve yeteneğe sahip olduğu az-çok belli olmuştur. Suriye’de krizi başlatan, ABD; kontrolü büyük ölçüde ele geçiren, Rusya olmuştur. Ankara-Moskova ilişkileri, düzelme yoluna girmiş gözükmektedir. Çin’in Hangzhou’da ev sahipliği yaptığı G-20 Zirvesinde yaşananlar ve bu zirveden kamuoyuna yansıyanlar, küresel politikada Çin gerçeğini adeta Dünyanın gözünü sokmuştur. Zirvede Türkiye’nin Çin ile imzalamış olduğu anlaşmalar ve toplu kapanış töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ayrılan yer, Ankara-Moskova ilişkilerinden sonra, Ankara-Pekin ilişkilerinin de olumlu bir mecraya kaydığının işareti olmuştur. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in, AB’nin Dış Politikadan ve Savunma Politikasından sorumlu Yüksek Temsilci Federica Mogherini ile yine AB’nin Komşuluk Politikasından ve Genişlemeden sorumlu Komiseri Johannes Hahn’ın, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil El Cubeyr’in, hemen hemen aynı günlere denk gelen Ankara ziyaretleri, Suriye krizinde ifadesini bulduğu düşünülen, Ankara ile Moskova ve Pekin (+İran) arasındaki yakınlaşmanın ne denli önemli ve tedirgin edici bulunduğuna işaret ettiği düşünülmektedir. (Bu noktada, Soğuk Savaş yıllarında, NATO üyesi Yunanistan’ın Sovyetler Birliği ile olan yakın ilişkileri akla gelmektedir.) Söz konusu ziyaretlerin Fırat Kalkanı Operasyonunda ifadesini bulan Türkiye’nin güncel duruşunda bir değişikliğe yol açmaması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna izin vermemesi, Türkiye’nin devlet olarak ciddiyetini besleyecek ve hakkındaki “güvensizliğin” izalesine hizmet edecektir.
Ankara’nın Moskova ve Pekin ile yakınlaşma sinyalleri vermesinin, önümüzdeki 08 Kasım (2016)’da yapılacak Başkanlık seçimi öncesinde, bu seçimi de etkilemiş olduğu düşünülmektedir. Yaklaşık birkaç hafta öncesine kadar, Demokratların adayı Hillary Clinton’un seçimlerin sonucu garantilemiş olduğu yolunda kamuoyunda bir kanaat mevcut iken, son birkaç bir-iki hafta içinde bunun değiştiği ve Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın Hillary Clinton’un iki puan önüne geçtiği yazılıp konuşulmaya başlanmıştır. Bu, bana göre, Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonunun Putin’i öne çıkarması ve ABD’nin Suriye politikasının başarısız olduğuna işaret etmesi ile de ilişkilendirebilecek bir durum olarak görülmektedir. Bu noktada, Türkiye’nin Rusya ve Çin (+İran) ile yakınlaşmasının, küresel dengeleri ne denli ABD’nin aleyhine değiştirebileceğinin değerlendirildiği ve bundan tedirgin olan “ABD derin devletinin” Cumhuriyetçilerin Başkan adayı Donald Trump’ın rüzgârına katkı sunmuş olabileceği de akla gelmektedir. Suriye krizi konusunda ABD’de -tabir hoş görülür ise- “her kafadan” (CIA’den, Pentagon’dan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan) farklı sesler çıkması, yani Washington’un Suriye krizinin yönetiminde birliği sağlayamaması, bu düşünceyi beslemektedir. Ancak Demokratların koşullardaki değişimi dikkate alan ve kontrollü değişimi öngören ılımlı yaklaşımları yerine, Cumhuriyetçilerin Bush dönemlerini çağrıştırır müdahaleci ve saldırgan yaklaşımının, ABD’yi ve Dünyayı nereye götürebileceğini, bölgelerin/ülkelerin paylarına bundan ne düşeceğini de ayrıca oturup sakin kafayla düşünmekte yarar olduğu değerlendirilmektedir.
Bu tabloya bağlı olarak, ABD’nin Suriye krizinde birliği sağlayamamasının etkisinde, Suriye’de müstakil hareket edebileceği varsayılabilecek ABD unsurlarının, “oldu-bitti” peşinde olması ve krizde üstünlüğün ABD’ye geçmesi sonucunu doğurabileceğini düşündükleri adımları atması; bunların da, bölgeyi sıcak bir çatışma ortamına dönüştürmesi, bir ihtimal olarak dışlanamamaktadır. ABD’ye ait HIMERS Bataryalarının Gaziantep’te konuşlandırılması; Rusya’nın Karadeniz ve Hazar havzalarında başlattığı, halen devam eden, 10 Eylül (2016)’e kadar devam edeceği açıklanan, geniş katılımlı “Kafkas 2016” tatbikatı; Basra Körfezi’nde, ABD Donanma unsurları ile İran Devrim Muhafızlarına bağlı Donanma unsurları arasında tırmanan gerilim, bu ihtimal ile ilişkilendirilebilecek hususlar olarak görülmektedir. ABD’nin, Menbiç’e “dokunamazsın”, fakat El Bab’a, hatta daha güneydoğudaki (Suriye’nin derinliklerindeki) Rakka’ya “dokunabilirsin” yaklaşımının da; Türkiye’yi adeta “tuzağın” içine çekme anlamına gelmenin ötesinde, yine bu paragrafta değinilen ihtimal ile ilişkilendirilebilecek bir başka husus olduğu değerlendirilmektedir.
Türkiye, Azez-Cerablus hattını güneye doğru derinleştirmede dikkatli olmak zorundadır. ABD’nin Suriye krizine ilişkin yaklaşımının Türkiye’nin yaklaşımı ile “çatıştığı” açıkça görüldüğü/bilindiği için; Ankara, derinleşmeyi Moskova ve Tahran ile koordine etmek, Şam Yönetimini ihmal etmemek, ancak her hal ve şart altında “ihtiyatı” elden bırakmamak durumundadır.
Suriye krizindeki tablo yukarıda izah edilmeye çalışılan durumu yansıtırken, Türkiye’nin, güçlü ve güvenilir “yol arkadaşlarına” ihtiyacı olduğu (olacağı) izahtan varestedir. Bu bağlamda, G-20 Zirvesi sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden kamuoyuna yansıyan Ankara-Pekin ilişkilerine dair olumlu havanın sürdürülmesi ve beslenmesi Türkiye için oldukça önemlidir. Daha somut bir ifade ile, Suriye krizinde gelinen nokta nedeniyle, Ankara’nın Pekin’in desteğine ihtiyacı olduğu değerlendirilmektedir. Buna bağlı olarak, geçtiğimiz günlerde Çin’in Bişkek (Kırgızistan)’teki Büyükelçiliğine yapılan saldırının Türkiye’de olduğu ileri sürülen faillerinden birinin bulunmasına ya da yapılacak samimi bir araştırma ile bu iddianın doğru olmadığının ortaya konulmasına Türkiye’nin özel bir önem atfetmesinde yarar görülmektedir. Bu, G-20 Zirvesi sırasında kamuoyu ile paylaşılan, iki ülkenin terörizmle mücadele konusundaki ortak duruşlarının da bir gereği olacak ve taraflar arasındaki ilişkilerde “güveni” besleyecektir.
Ve son olarak, hedefin Türkiye olabileceği senaryolar asla ihmal edilmemelidir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 08 Eylül 2016.