Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Başlık, Washington Post Gazetesi’nin Editörlerinden Steve Coll’un, Pulitzer 2005 Ödülüne layık görülen “Hayalet Savaşları” adlı kitabından (İstanbul, Truva Yayınları, 2. Baskı, Ağustos 2011, 664 sayfa) çıkarılmıştır. Kitapta, ABD’nin 1979-2001 yılları arasında Afganistan’daki faaliyetleri, perde arkaları ile birlikte, üstelik kaynak gösterilmek suretiyle anlatılıyor. Sıkıştırılmış sayfa düzeninde, küçük puntolarla yazıldığı için hızlı okumakta zorlandığım kitap, uzunca bir süre elimden hiç düşmedi, içeriği nedeniyle düşüremedim, yavaş yavaş da olsa, okudum ve bitirdim. Çünkü kitap, Afganistan ile ilgili olsa da, aynı zamanda ABD’yi, bölgesel politikaları, uluslararası ilişkilerde örgütsel davranışları anlamak açısından, bana göre önemliydi. Üstelik kitapta, bugünkü Türkiye için çıkarılabilecek ciddi dersler olduğunu da düşünüyordum.
ABD’nin dışişleri, güvenlik ve istihbarat birimlerindeki görüş ayrılıkları, Pakistan ve Suudi Arabistan istihbaratlarının ABD nezdindeki bağlantıları ve nüfuzları, Afganistan adına yapılan mücadelede Afganistan gerçeklerinin nasıl görmezden gelindiği, ABD’nin Afganistan’da nasıl “yolunu” kaybettiği ve ne yapacağını bilemez bir duruma düştüğü, Afganistan sorununun çözümü zor bir mecraya nasıl kayarak bölgesel bir soruna dönüştüğü, Pakistan’ın Taliban ile ilişkileri ve bu ilişkiler üzerinden nasıl giderek adeta “Talibanlaştığı”, Pakistan-Taliban ilişkilerinin şekillenmesinde İslamabad’ın Afganistan’ı kontrol etmek ve İslami direnişçileri Keşmir sorunu üzerinden Hindistan’a karşı kullanmak düşüncesinin etkili olduğu, Hindistan’ın Afganistan’da dolaylı olarak var olduğu, ABD’nin uzun süre Afganistan’da Hindistan’ı ihmal ettiği, zaman zaman Amerikalı yatırımcıların enerji konusu üzerinden Afganistan konusuna yaklaştıkları, kitaptan çıkarılabilen bazı hususlardır. Kitapta, Afganistan’da Taliban’ın ortaya çıkmasından ve El Kaide’nin Afganistan’da Taliban’ın himayesine girmesinden sonra, Ahmet Şah Mesut’un; “Kuzey İttifakı” olarak, bunları Afganistan’dan temizlemek ve Afganistan’ı istikrara kavuşturmak için ABD nezdinde ısrarla destek aradığı, bu arayışın yıllarca karşılık görmediği, 2001 yılında nihayet destek vermeye karar verdiği, bu kararın şekillenmesinden birkaç gün sonra Ahmet Şah Mesut’un bombalı bir intihar saldırısı ile öldürüldüğü ve 11 Eylül saldırılarının da bu olaydan birkaç gün sonra gerçekleştiği anlatılıyor ki; bu, oldukça dikkat çekici bir husustur.
Bilineceği ve kabul edileceği üzere, ABD, Dünyanın en büyük güçlerindendir, bu güçlerin en önde olanıdır. Bunun kendisine küresel sorumluluklar yüklediği kabul edilir. Kitap, ABD’nin bu sorumluluklarını nasıl yerine getirdiği ya da getiremediği konusunda da oldukça anlamlı bulunmuştur. Kitaptan, ABD’nin sadece yaptıkları ile değil, gösterdiği kararsızlık ya da yapmadıkları ile de Afganistan’ın ve Afgan halkının kaderini olumsuz yönde etkileyebildiği çıkarılabilmektedir. “Yaratıcı/yapıcı kaos ya da kriz” olgusu nedeniyle ABD’nin Afganistan’daki kararsızlığının ya da hareketsiz kalışının bilinçli olabileceği düşünülebilir. Görünenden farklı, sahadaki üst düzey temsilcilerden/yöneticilerden bile saklanan daha büyük bir senaryonun uygulamaya konulmuş olabileceği akla gelmektedir. Ancak, 1979’dan günümüze kadar gelen süreç bir bütün olarak dikkate alındığında, ABD’nin Afganistan yükünü kaldırmakta zorlandığı, Afganistan sorununu yönetemediği, itibar kaybı yaşadığı da bir vakıadır. Afganistan konusunda, Sovyetlerin 1991 yılında dağılmasından sonra ABD’nin rehavete kapıldığı ve bunun neden olduğu boşluğun Pakistan, Suudi Arabistan ve İslami direnişçiler tarafından nasıl istismar edildiği ve kullanıldığı da düşünülebilir.
Konuların/olayların dipnotlarda kaynak gösterilmek suretiyle ele alındığı kitapta yer alan hususlar, dolaylı olarak, 11 Eylül saldırılarından ABD yönetiminin de sorumlu tutulabileceği görüşüne yol açmaktadır. Nedeni de, kitapta, ABD güvenlik ve istihbarat birimlerinin Afganistan konusunda Pakistan ve Suudi Arabistan istihbaratlarına adeta “teslim” olmuş bir durumda bulunduğu, son dönemde de Amerikan yönetiminin kendi güvenlik ve istihbarat birimlerinden gelen önerilere kulak vermediği belirtilmektedir. Bu noktada, Obama’nın direnmesine rağmen, 2016 yılında son aylarında ABD Kongresi’nde kabul edilen ve 11 Eylül saldırılarının mağdurlarının Suudi Arabistan aleyhine ABD’de dava açmalarına imkan veren yasa akla gelmektedir ki; kitabın, sadece Suudi Arabistan aleyhine açılacak davalar için değil, Amerikan Yönetimi aleyhine açılabilecek davalar için de anlamlı olabilecek bir içeriğe sahip olduğu düşünülmektedir. Kitabın kaynaklara dayalı olması bu düşünceyi beslemektedir.
Gücün uluslararası ilişkilerde önemli olduğu bilinmektedir. Ancak kullanımının doğru ve adil olması da, en az gücün kendisi kadar önemlidir. Güç konusunda anlamlı olan, yetersiz bile olsa var olan uluslararası hukukun ve uluslararası düzeyde kabul görmüş evrensel değerlerin şekillendirdiği çağdaş uluslararası ilişkiler anlayışı ve bu anlayışın gerekleri de vardır. ABD gibi büyük güçlerde olması gerektiği kabul edilen “küresel sorumluluk”, güç bağlamında hatırlanması gereken bir başka husustur. Bu belirtilenler ve kitap çıkış noktası alındığında, 1979-2001 döneminde, ABD’nin gücünü “iyi” kullanamamış olduğu, bugün ABD’nin ve Dünyanın içinde bulunduğu durumun bunun bir sonucu olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Barış ve istikrar giderek bozulmaktadır, silahlanma yarışı yeniden başlamıştır, yoksulluk yaygınlık ve yoğunluk kazanmıştır, demokrasilerde ciddi bir geriye gidiş baş göstermiştir, insan hakları ihlalleri artmıştır, vahşet görüntüleri sıradanlaşmaya başlamıştır ve bunlara eklenebilecek benzeri diğer hususlar…
Suriye krizi nedeniyle, zaman zaman medyada, Suriye krizini Afganistan sorununa, Pakistan’ın Afganistan sorunu nezdindeki durumunu da Türkiye’nin Suriye krizi nezdindeki durumuna benzeten yorum ve değerlendirmeler ile karşılaşılmaktadır. Kitap, bu yöndeki değerlendirmelerin isabetli/yerinde olduğuna işaret etmektedir. Eğer dün Afganistan üzerinden gerçekte büyük bir senaryo bağlamında Pakistan’ın hedef alındığı düşünülür ya da kabul edilir ise; bugün Suriye krizi üzerinden aynı büyük senaryo bağlamında bu kez Türkiye’nin hedef alındığını ileri sürmek pekâlâ mümkündür diye düşünülmektedir. Türkiye’nin Pakistan ile aynı cepheye itilmek ya da aynı paydada buluşturulmak istendiği akla gelmektedir ki; bu da, “medeniyetler çatışması” tezi bağlamında ele alınması gereken bir husus olarak bize gözükmektedir. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın güncel durumu da akla gelmektedir. Suudi Arabistan, bugün ekonomik bir sıkıntı içindedir. Petrol gelirleri azalmış iken, savunma harcamalarında ciddi bir artış olmuştur ve olmaya da devam edecek gözükmektedir. Riyad yönetimi, söz konusu sıkıntıyı aşmak için bazı adımlar atmıştır. Bunlardan konumuz itibarıyla anlamlı olanı, Riyad’ın, uluslararası tahvil borsasından “borç para” alması ve Aramco petrol şirketinin bir kısmını “halka açması”dır. Bunlar, ekonomik sıkıntı içinde gözüken Riyad yönetiminin kaynak ihtiyacını karşılama açısından görülebilir. Ancak “borçlanmanın” ve “halka açılmanın”, Riyad için dolaylı “garanti” anlamına geleceğini de görmek gerekir. Çünkü Riyad’a borç veren ya da Suudi Arabistan’da yatırım yapan yabancı sermayenin “güven arayışı”, Suudi Arabistan için dolaylı garanti demektir. Yani Suudi Arabistan’ın söz konusu adımları, ekonomik mülahazalar ile karşılanabileceği gibi, siyasal mülahazalar ile de karşılanabilir. Bu siyasal mülahazaların neler olabileceği sorusunun cevabının ise, yine “medeniyetler çatışması” tezinde saklı olduğu düşünülmektedir.
Kitapta dikkatimizi çeken ve sizlerle paylaşmakta yarar gördüğümüz bazı hususlar, aşağıda tırnak içinde sunulmuştur. Bu yapılırken, hem bazılarına parantez içinde küçük yorumlar getirilmiş, hem isimleri geçen kişiler görevleri itibarıyla okuyucuya hatırlatılmış/tanıtılmış, hem de isimleri geçen yerler konusunda okuyucuya bilgi verilmiştir.
– “Suudi İstihbarat Başkanı Prens Turki el Faysal’a göre, Mekke ayaklanması (1979), şeyhler, hükümet ve genelde halk da dâhil olmak üzere tüm Suudilere karşı bir protestoydu. Suudi kraliyet ailesi, yolsuzlukları azaltıp halk için ekonomik fırsatlar yarattığı takdirde, gelecekte sosyal gelişmelerle geleneksel dinsel uygulamalar arasında hiçbir tehlike ya da çatışma kalmayacaktı.” (s. 45. Prens Turki el Faysal, 1977-2001 yılları arasında, aralıksız 24 yıl Suudi İstihbarat Başkanı, 2005-2007 yılları arasında da Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. Bugün Suudi Arabistan’a bakıldığında, o günkü bu değerlendirmenin isabetli olduğu ileri sürülebilir mi? İran ile yürüttüğü mezhepsel rekabet, Suudi Arabistan’ın savunma harcamalarını artırmış; düşük petrol fiyatlarının da etkisinde, uluslararası tahvil piyasasından borç alan, en büyük petrol şirketini halka açmaya hazırlanan ve halkına yeni vergiler getiren bir Suudi Arabistan görüntüsü ortaya çıkmıştır.)
– “Yuri Andropov, Kremlin’in efendisi…. Aldatma üzerine kurulu bir politik sistemde önde gelen casuslardan biriydi Andropov. … Ama Afganistan’daki antikomünist isyanın gelişini ne KGB, ne de Andropov görebildi.” (s.48. Yuri Andropov, KGB Başkanı iken, Kasım 1982’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreteri olmuş ve Şubat 1984’e kadar bu görevi yürütmüştür. Acaba o dönemde Sovyetlerin içinde bulunduğu durum ile, Sovyetlerin dağılmasından sonraki dönemde -yine Afganistan üzerinden- ABD’nin içinde bulunduğu durum arasında bir benzerlik bulunduğu düşünülebilir mi?)
– “Kabil Marksistleri, komünist rejimine başkaldırması muhtemel olan din ve toplum liderlerine karşı bir terör kampanyası başlattılar. 1979 yılı geldiğinde yaklaşık on iki bin siyasi tutuklu vardı ülkede. Hapishane duvarları arkasında sistematik idamlar başladı.” (s. 49)
– “Herat yeni ortaya çıkan bir İslam muhalefetinin eline geçiyordu ve şehir hemen tamamen Şii sloganlarla doluydu.” (s. 51. Herat, Afganistan’ın batısında, İran’a komşu bir Afganistan şehridir.)
– “… İran ve Pakistan, dincileri (direnişçileri) takviye etmek için, bu yöntemi kullanıyorlar, askerlerini gerilla gibi gönderiyordu Afganistan’a.… Mart 1979 başlarında, Herat’taki (İran bağlantılı) ayaklanmalar başlarken, CIA da antikomünist Afgan isyancılara vermek istediği gizli destek hakkındaki teklifi Beyaz Saray’a, Jimmy Carter’a, gönderdi.” (s. 52. Jimmy Carter, 1977-1981 yılları arasında ABD Başkanı’dır.)
– “Casey, Sovyet emperyalizmini engellemek için uyguladıkları gizli operasyonlarla, politik İslam ve Katolik kilisesinin müttefik olduklarını söylüyordu.” (s. 114. William Casey, 1981-1987 döneminde CIA Direktörüdür.)
– “Sovyetler, tüm dinleri engel olarak görüyor, kiliseler gibi camileri de ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Onlarla mücadele etmek için İslam ve Hıristiyan militanları el ele vermeli, birlikte savaşmalıydı.” (s. 115. Sovyetler dağılınca, İslam hedef olmuş, bunun için de “İslami terörizm” nitelemesi kullanılmıştır.)
– “Ziya’nın Case’ye söylediğine göre, ABD’nin müttefiki olmak büyük bir nehrin kenarında yaşamaya benziyordu. Ziya, ‘Topraklar çok verimli,” dedi, “ama nehir dört ya da sekiz yılda bir yatığını değiştiriyor ve o zaman insanlar kendilerini birden çölde buluyorlar.” (s. 117. Ziya, 1977-1988 yılları arasında Pakistan’ı yöneten General Muhammet Ziyaülhak’tır.)
– “El-Zevahiri, ‘Bir cihat hareketinin kuluçka makinesi görevi yapacak bir alana ihtiyacı vardır.’ diyordu. “Hareketin tohumları orada kök salar, yeşerir ve savaş, politika ve organizasyon konularında orada tecrübe kazanılır.” (s. 174. Ayman el-Zevahiri, İslami Cihad’ın Mısır doğumlu lideridir, 1998’ten sonra Usame bin Ladin’in yakın müttefiki olmuş, onun Mayıs 2011’de öldürülmesinden de sonra da El Kaide’nin yeni lideri olduğu açıklanmıştır.)
– “İslamabad İstasyonunda Milt Bearden’e göre, (Usame) bin Ladin de güzel şeyler yapıyordu. Afganistan’da birçok yere para veriyor ve bir Amerikan karşıtı olarak görülmüyordu. Ama CIA, Afgan ajanlarından ve Batılı ve Hıristiyan yardım kuruluşlarından Arap gönüllülerle ilgili olumsuz raporlar alıyordu. Bu raporlar CIA ve Dışişleri Bakanlığı iletişim sistemlerinde dolaşıp duruyor ama bunlara karşı bir politika ya da hareket planı oluşturulmuyordu.” (s. 175. Milton Bearden, 1986-1989 yılları arasında CIA’nin Pakistan/İslamabad İstasyon Şefidir.)
– “Gorbaçov o gün arkadaşlarına, ‘Stratejik hedef, savaşı bir, en fazla iki yıl içinde bitirmek ve askeri geri çekmektir.’ dedi. ‘Açık bir hedef belirlememiz gerekiyor; Bu süreci hızlandırarak dost bir tarafsız ülke kazanmalı ve oradan çekilmeliyiz.’ Soğuk Savaşın sonunun en belirgin Politbüro toplantılarından biriydi bu, ama CIA bu konuda hiçbir şey bilmiyordu. Amerikalılar Gorbaçov’un bu kararını bir yıl daha öğrenemeyeceklerdi. … CIA teşkilatı, Politbüro içinde gerçekte neler yaşandığını Sovyetler Birliği dağılana kadar öğrenemeyecekti. … Sovyetler Birliği’nin iyice çürümüş ve çökmekte olduğu konusunda bilgisi yoktu CIA’nin. … Bilgiler açığa çıkmasına karşın, Washington ve Langley (CIA), Sovyet gücünün zayıflamakta olduğu konusunu dikkate almak istemiyorlardı sanki. … CIA’nin İstihbarat Direktörlüğü, Afgan savaşının Sovyet ekonomisine fazla bir yük getirmediğini ve Moskova’nın, bu yüke her şeye rağmen katlanacağını açıklayan bir rapor yazdı. …Gorbaçov, Necibullah’a, Afganistan’daki politik pozisyonunu güçlendirmesini, çünkü Sovyet kuvvetlerinin bir buçuk ya da iki yıl içinde tamamen geri çekileceğini söyledi. Gorbaçov, geri çekilmeye zemin hazırlamak için sakin, sessizce diplomatik görüşmelere yol açmak istedi, ama ABD’nin Afganistan ya da Orta Asya ülkelerinin geleceğiyle hemen hiç ilgilenmediğini anlayınca şaşırdı. Amerikalılar cihattan mutlu görünüyorlardı. (s. 178-179. Mihail Gorbaçov, 1985-1991 döneminde Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreteri, Aralık 1991’e kadar da Sovyetler Birliği Devlet Başkanı’dır. Muhammed Necibullah, Eylül 1987-Nisan 1992 tarihleri arasında Afganistan Devlet Başkanı olarak görev yapmış, Sovyet destekli komünist liderdir.)
– “Bin Ladin, sadece Sovyetlere değil, Ortadoğu’daki çürümüş hükümetlere, ABD’ye ve İsrail’e karşı açılacak global bir cihattan da söz ediyordu.” (s. 182. Bu söylem, taraftar kitlesini artırma stratejisinin bir parçasıdır ve aynı strateji, aynı amaçla, ülkelerin iç politikalarında da kullanılmaktadır.)
– “ISI’nın Afganistan bürosu, Pakistan Ordusunun en zengin ve en güçlü birimlerinden biri haline gelmişti ve onlar da yetki ve ayrıcalıklarını muhafaza etmek istiyorlardı. … ISI’nın ön hatlarında görevli Pakistan subayları için Afganistan savaşı zaman içinde gittikçe daha çok bir iman, bir din savaşına dönüşmeye başladı. … ISI’nın albay ve generalleri, Pakistan etkisini kuzeye ve batıya, Sovyetlerin Orta Asya topraklarına doğru yaymayı düşünüyorlardı.” (s. 185. ISI (Inter-Services Intelligence), Pakistan Hükümeti’ne kritik ulusal güvenlik ve istihbarat değerlendirmesi sağlamaktan operasyonel olarak sorumlu, ülkenin en büyük/yetkili istihbarat servisidir. Afganistan’daki iç savaşta, Kuzey İttifakı’na karşı Afgan Talibanı’na stratejik destek ve istihbarat sağlamıştır.)
– “Amerikalılar, Rusların Afganistan’dan gerçekten çıkacağına inansalar, onlara hiç kuşkusuz destek vereceklerdi. O zaman, süper güçlerin ortak çıkarları da olacaktı: Orta Asya bölgesinde istikrar arayacak ve İslam radikalizmini dizginleyeceklerdi. … Şevardnadze, radikal İslam’ın yayılmasını kısıtlamak için ABD’den işbirliği istemişti; Shultz, bu talebe olumlu bakıyordu, ama Reagan yönetiminde hemen hiç kimse bu konuya gereken önemi göstermedi. Pakistan istihbaratına baskı yaparak, Sovyetler ya da ABD’nin hatırı için, desteğin yönünü Müslüman Kardeşlik bağlantılı gruplardan, daha dost görünen Afgan liderliğine çevirmesini istemek onları ilgilendirmiyordu. Washington’da CIA ve diğerleri, Sovyet liderliğinin İslam radikalizmiyle ilgili uyarılarını umursamıyordu. Kuşkucu Amerikalıların çoğu, Rusların bunu, kendi başarısızlıklarını örtbas etmek için yaptığını düşünüyordu. Fakat Sovyetler, radikal İslam’ın kendi güney sınırlarında güçlendiğini görüyor ve Afganistan’dan çekildiklerinde aşırı dincilerin daha da güçleneceğini düşünüyorlardı. … Kryuçkov, Gates’e Afganistan’dan çıkacaklarını ama siyasi bir çözüm yolu bulmak için CIA’nin işbirliğine ihtiyaçları olduğu söyledi. Sovyet liderleri, Afganistan’da da İran’daki gibi aşırı dinci bir yönetimin iktidara gelmesinden korkuyorlardı. … Gorbaçov, ertesi gün şansını Başkan Yardımcısı George Bush’la denedi ve, ‘Biz askerimizi çekerken Amerikan yardımı sürerse ülkede çok kanlı bir savaşa yol açılır.’ dedi. … O dönemde Afgan politikası ile ilgili bir Amerikan politikası yoktu, fiili olarak sadece Pakistan istihbaratının Pakistan çıkarlarını kollayan çalışmaları görülüyordu. CIA’nin tahminine göre savaş sonrası Afganistan çok karışacak, berbat bir ülke olacaktı, kimse önleyemezdi bunu. Pakistanlıların bölge politikasını geliştirmesine izin verilmeliydi, burası onların komşu bölgesiydi.” (s. 187-188. Eduard Şevardnadze, önce Temmuz 1985-Aralık 1990 tarihlerinde, sonra 19 Kasım-26 Aralık 1991 tarihleri arasında Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış; Kasım 1995-Kasım 2003 tarihleri arasında da Gürcistan Devlet Başkanı olmuştur. George Shultz, 1982-1989 yılları arasında ABD’nin Dışişleri Bakanı’dır. General Vladimir A. Kryuçkov, 1988-1991 yılları arasında KGB Başkanıdır.)
– “1988 yılı başlarında ABD Kabil Büyükelçiliği’nde sorulan iki büyük soru vardı: Sovyetler gerçekten çekilecek miydi? Ve eğer giderlerse, eski gizli polisi şefi Necibullah başkanlığındaki Afgan komünist hükümeti ne olacaktı? … McWilliams Ocak ayında Washington ve Langley’e şifreli bir mesaj gönderdi ve bu kâbus senaryosunu bildirdi; Kabil Büyükelçiliğinin değerlendirmesi değildi bu, ama Kabil’de bazı çevreler şimdiki rejimin Sovyetler gittikten sonra da ayakta kalabileceğinden söz ediyorlardı. McWilliams topladığı bilgileri verdikten sonra, ‘Bu senaryo can sıkacak kadar mantıklı,’ diye yazdı. ‘Afgan hür iradesinin yok edilmesi karşılığında barış ve Sovyet askerinin çekilmesi sağlanabilir.’ … CIA’in tahminine göre yeni hükümet İslamcı olacak ama İran’daki kadar aşırı dinci olmayacaktı…” (s.193-194. Edmund McWilliams, 1988-1989 yıllarında, ABD’nin Afgan Direnişi Özel Elçisidir.)
– “Cumhurbaşkanı Ziya, Pakistan’ın batı sınırında karışıklık olmaması için Sovyetler gitmeden önce aracı bir Afgan hükümetinin getirilmesini istiyordu. Fakat ABD’nin bu konuyla ilgilenmediğini gören Ziya, Pakistan ordusuyla istihbaratının Kabil’e dost bir hükümet getirmek için çalışacağını açıkladı, böylece Hindistan’a karşı Pakistan’ın çıkarlarını koruyacak ve Pakistan topraklarında Peştu milliyetçilik hareketini engelleyecekti. ‘Kabil’de bize dost bir hükümet istemeye hakkımız var,’ dedi. ‘Ülkemizde Hindistan ve Sovyet etkili Afgan talepleri ve savaş öncesi durum görmek istemiyoruz. Yeni güç gerçek İslamcı, İslam rönesansının bir parçası olacak ve zamanı geldiğinde Sovyet Müslümanlarını da kucaklayacaktır.’” (s. 197)
– “… 14 Nisan 1988’de imzalanan Cenevre Anlaşması’yla Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme koşulları resmen belirlendi.” (s. 198)
– “… tarih 17 Ağustos 1988’di. Büyükelçilik memuru iyi okunmayan bir mesajı aldıklarını bildirdi ve bunda, Ziya, General Akhtar, Arnold Raphel (ABD Pakistan Büyükelçisi) ve diğer Amerikalı ve Pakistanlı subayların uçtuğu uçağın Bavalpur yakınlarında düştüğü bildiriliyordu. Ziya ve diğerleri, oraya ABD’den satın alınacak yeni bir tankın gösterisini izlemeye gitmişlerdi. … Ziya, Akhtar, Raphel ve diğer Amerikalı ve Pakistanlı subayları kendi C-130 uçağıyla İslamabad’a götürmek istemiş ve onları uçağına almıştı. Fakat uçak kalkıştan birkaç dakika sonra düşmüş, yolcuları da yanarak ölmüştü.” (s. 199-200. General Akhtar Abdurrahman, 1978-1987 yılları arasında ISI’nın başındaki isimdir. Bavalpur, İslamabad’ın güneyinde, Hindistan sınırına yakın bir yerleşim yeridir. Pakistan Devlet Başkanı General Muhammet Ziyaülhak’ın hayatını kaybettiği bu uçak kazasının ‘arka planı’ açıklığa kavuşturulamamıştır.)
– “Afgan cihadı, kurucu babasını yitirmişti. Modern Pakistan istihbaratının mimarı General Akhtar da ölmüştü. Fakat Ziya ve Akhtar arkalarında büyük ve uzun ömürlü bir miras bıraktılar. 1972’de Pakistan’da sadece dokuz yüz medrese vardı. 1988 yaz ayları başladığında ise yaklaşık sekiz bin resmi din okulu bulunuyordu ülkede, yaklaşık olarak yirmi beş bin kadar da resmi olmayan okul vardı, bunların çoğu Pakistan-Afganistan sınırındaydı ve Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri tarafından destekleniyorlardı. … Şimdi ise ISI, ordu içinde oduydu ve Prens Turki ve onun Suudi Genel İstihbarat Dairesi gibi hamileri vardı. ISI, ayrıca CIA ile yakın işbirliği içinde çalışıyor, dünyanın en gelişmiş istihbarat sistemlerine sahip olabiliyordu. ISI, İslam dünyasından gelen gönüllüleri de bünyesine alıp yetiştiriyor, Pakistan dış politikasına göre bunları hem ülke içinde ve hem de dışında kullanabiliyordu, bunlar özellikle Afganistan eğitimli gerillaların Hindistan birlikleriyle çatıştığı Keşmir’de, doğu sınırlarında yararlı oluyorlardı. ISI Pakistan ordusunun en önemli politik bürosu olduğu için gerekli zamanlarda telefonları dinleyebiliyor, milletvekillerine rüşvet verebiliyor ve seçimlerde oy sandıklarını kontrol edebiliyordu. Sovyet işgalinden sonra on yıldan az bir süre içinde, CIA ve Suudi mali yardımları sayesinde Pakistan’ın en güçlü kuruluşu olmuştu ISI. Şimdi her konuda ISI’nın onayı alınıyordu.” (s. 201-202. Bu belirtilenler uçak kazası ile birlikte mütalaa edildiğinde, kazanın ‘arka planına’ ilişkin bazı ihtimaller akla gelebilir.)
– “Sovyet ordusu çekilirken ortaya çıkan manzara hiç de iç açıcı değildi; Hikmetyar ve ISI, rakipleri ortadan kaldırmak ve Müslüman Kardeşlik destekli İslam Partisi’nin Afganistan’ın en güçlü partisi olması için ellerinden geleni yapıyorlardı. … ISI’nın bölge bürosu, para ve gıda yardımlarını Hikmetyar’a katılacak olan komutanlara vermek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. … ISI bir yol izin sistemi kurmuştu ve sadece bu izne sahip olan komutanlar insani yardımları sınırdan geçirip Afganistan’a sokabiliyordu. (s.203. “Gülbüddin Hikmetyar, Mesut’un rakibi, radikal İslam Afgan gerilla şefi.” 1977 yılında kurulmuş Hizb-i İslami’nin kurcusu ve önderi olup, Afganistan’da SSCB işgaline karşı mücadele etmiş, işgalin sona ermesinden sonra 1992 yılında kurulan Afganistan Hükümetinde -Yönetim Konseyinde- Başbakanlık yapmıştır. Kitapta yazılanlar, bizde, Suriye krizi bağlamında Türkiye’yi çağrıştırıyor.)
– “Oakley aynı zamanda, Pakistan istihbaratının (ISI’nın) Butto’yu devirme çabalarına karşı onu korumak zorundaydı.” (s. 215. Robert Oakley, 1988-1991 yılları arasında, ABD’nin Pakistan Büyükelçisi’dir. Benazir Butto, 1988-1990 (ve 1993-1996) yılları arasında Pakistan Başbakanı’dır. Yazılanlar, ABD’nin başka ülkelerin iç işlerine müdahale ettiği yolundaki yaygın iddialara bir örnek olarak görülebilir.)
– “Reagan döneminin hedefi olan, Sovyetlerin geri çekilmesini sağlama amacına ulaşılmıştı. Yeniden gözden geçirilen belgede CIA’in yeni hedefi, Afganlara hür iradelerini, kendilerini yönetme hakkını kazandırmak olacaktı. Bunu Mücahidin amacını bilen Kongre üyeleri de destekliyorlardı. McWilliams’a göre, Afganlara hür iradelerini kazandırmak için CIA’in Pakistan istihbaratıyla olan işbirliğine son vermesi gerekecekti. McWilliams, Afganistan’ın bağımsızlığı için en büyük tehdidin komünizmden ziyade ISI (Pakistan istihbaratı) ve onun desteklediği İslamcılar olduğuna inanıyordu. … McWilliams, Stinger füzelerinin İran’ın eline geçmesiyle ilgili bir raporunun Oakley tarafından tutulduğuna, engellendiğine inanıyordu. … Oakley, Afganistan’da bir Pakistan etkisinin ABD’nin çıkarına olacağını söylüyordu. … McWilliams’ın, Pakistan istihbaratı (ISI) ile Hikmetyar’ın ABD’ye karşı ittifak yaptıkları hakkındaki fikri gittikçe güçleniyordu.” (s. 219. Daha önce işaret edildiği üzere, Edmund McWilliams, 1988-1989 yılları arasında Afgan Direnişi Özel Elçisidir; Robert Oakley, 1988-1991 yılları arasında ABD’nin Pakistan Büyükelçisi; Ronald Reagan da, 1981-1989 yılları arasında ABD Başkanı’dır. Yazılanlar, birçok şeye işaret ediyor diye düşünülmektedir. (i) ABD’nin desteğinin, Afganlara “hür iradelerini kazandırma” değil, “iradelerini hür olarak kullanabilecekleri koşulları sağlama” olarak ifade edilmesi daha uygun olacaktır. Bu ifade, Sovyet işgali sonrasındaki dönemi de kapsayacaktır. (ii) Diğer taraftan, bugün Afganistan’ın, Irak’ın ve Suriye’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullar çıkış noktası alındığında, ABD’nin, irade hürriyetini sağlamaktan çok, bu hürriyeti ortadan kaldırdığı ya da bu hürriyeti sağlamada ayrımcılık yaptığı – subjektif hareket ettiği- akla gelmektedir. (iii) Yazılanlara bugün bakıldığında, hem ABD’nin sahadaki temsilcileri arasındaki görüş ayrılıklarının yüksek bir maliyetinin olduğu, hem de Afganistan konusunda bazı konuların çok üst seviyede yürütüldüğü ve sahadaki yüksek temsilcilerin bile buna dahil edilmediği akla gelmektedir.)
– “Dışişleri ve CIA Afganistan konusunda fikir ayrılığı içindeydi ama bunu İslamabad Büyükelçiliği değil, Washington’da Başkan ve yönetimi çözebilirdi ancak.” (s. 222)
– “1989 yazında teşkilat (CIA) Paktia ve güneyindeki Arap gönüllülerin gittikçe güçlendiğini ve sorun olmaya başladığını anladı. … Sovyetler gitmişti ve şimdi cihada katılanları kim birleştirecekti? … Hikmetyar ve Mesut arasında kendini gösteren iç savaş Arap gönüllüleri de çekiyor ve bölüyordu.” (s. 224-225. Paktia, Kabil’in güneyinde, Pakistan sınırına yakın Afganistan yerleşim yeridir.)
– “Berlin Duvarı’nın Kasım 1989’da yıkılması Afgan savaşının jeopolitik şartlarını değiştirmişti.” (s. 232)
– “Fakat CIA’in başkanlık belgesiyle desteklenen bir misyonu vardı; ne kadar karışık olursa olsun, Pakistan ve Suudi istihbaratları işbirliğiyle ve gizli operasyonlarla Afgan hür iradesini sağlamalıydı. … Pakistan istihbaratı şimdi gizlice kendi planını uygulamaya koyuyor ve Hikmetyar’ı Afganistan’ın yeni yöneticisi olarak Kabil’e sokmaya çalışıyordu.” (s. 236-237. Pakistan’ın bugün geldiği noktanın arkasında, o yıllardaki bu gelişmelerin de payının olduğu ileri sürülebilir.)
– “Pakistan istihbaratı Hikmetyar konusunda CIA’e karşı dürüst davranmamıştır. … ABD Dışişleri Bakanlığına göre, Suudi istihbaratı Afgan savaşının en önemli gizli eliydi.” (s. 238-239. Bu tespitler, Afganistan savaşının, istihbarat örgütlerinin savaşı olduğu algısına yol açıyor.)
– “CIA gibi Suudi hükümeti de uluslararası İslam tehdidinin büyüklüğü(nü) ve şiddetini idrak etmekte geç kalmıştı.” (s. 241. Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezinin bu yıllarda ortaya çıkmış olması, ABD için durumun hiç de öyle olmadığını söylemektedir. Keza bugün çok belirgin hale gelmiş Sünni-Şii rekabeti ve 2016 yılında çıkarılan bir yasa ile 11 Eylül saldırıları için Riyad’ın da sorumlu tutulması, Suudi Arabistan için de bu tespitin tartışmaya açık olduğu algısını doğurmaktadır. Afganistan savaşı ve bugün gelinen nokta, bir bakıma, dinin uluslararası ilişkilerdeki zıt yönlü farklı işlevlerine işaret etmesi açısından dikkat çekici bulunmaktadır.)
– “İslamcı ya da laik, Pakistan generallerinin çoğu şimdi Kabil’de kurulacak Pakistan yanlısı hükümet için Hikmetyar’ı en uygun aday olarak görüyorlardı. … İslamabad CIA istasyonu Pakistan’ın nükleer program konusunda da endişeliydi. … Pakistan nükleer bomba üretme aşamasına çok yaklaşmıştı. … Pakistan’ın nükleer silahlara sahip olması konusundaki ABD endişesi yersiz değildi. Pakistan Genelkurmay Başkanı Mirza Aslan Bey Tahran’a giderek, İran Devrim Muhafızları komutanlarıyla olası bir nükleer işbirliğini görüştü. Pakistan nükleer bomba üretimi konusundaki teknolojisini petrol karşılığında İran’a verebilirdi. … Pakistan istihbarat subayları, Afganistan’daki Sovyet güçlerine karşı yaptıkları başarılı operasyonlara güvenerek, Hindistan’ı cihat hareketiyle Keşmir’den çıkarabileceklerini söylediler Butto’ya. Din okullarını ve profesyonel organizasyonları kullanarak Keşmir Vadisi’nde Müslüman Kardeşlik militanlarını toplamaya başlamışlardı bile. ISI Afganistan’ın Paktia eyaletinde, eski Arap kamplarında, Keşmir gerillaları için eğitim kampları açtı.” (s. 245-246. Nükleer silah üretimi konusunda Şii İran’a teklif götüren Pakistan, Sünni nüfusa sahiptir, Suudi Arabistan’ın çok yakın olduğu bir ülkedir, üstelik Afganistan’da İran ile karşı karşıyadır. Belirtilenler, bir taraftan uluslararası ilişkilerde “çıkar”ın temel belirleyici olduğuna, diğer taraftan Pakistan’ın Afganistan’daki savaşı nasıl kullandığında -istismar ettiğine- işaret eder. Bu bağlamda, o tarihte İran’a söz konusu teklifi götüren Pakistan’ın bugün Türkiye ile çok yakın olması ve nükleer programı nedeniyle Türkiye ile İran arasındaki dengenin Türkiye aleyhine bozulmuş olması akla gelmektedir. Acaba güncel Türkiye-Pakistan ilişkilerinin nükleer boyutu olabilir mi?)
– “Soğuk Savaş cihadının bağlantıları artık kopuyordu.” (s. 249. Kitapta, ABD ile Pakistan’ın Afganistan konusunda yollarının ayrılmaya ve Pakistan tarafındaki ABD karşıtlığının giderek kendisini göstermeye başladığına değinilen çok sayıda ifade var. Ayrıca kitapta geçen ifadeden yola çıkılarak, Soğuk Savaş sonrası cihattan bahsetmek de mümkündür. Bu durumda bir karşılaştırma yapmak, farklı ve ortak noktalar bulmak, gelecek açısından anlamlı olabilir.)
– “CIA şimdi, Afganistan’da eğitim görmüş olan Arap gönüllülerinin Suudi Arabistan için de bir tehdide dönüştüğünü görebiliyordu.” (s. 256)
– “CIA uzmanlarına göre İran dünyanın en aktif terörizm sponsoruydu.” (s. 279)
– “ABD’nin Afganlar hakkındaki ‘hür irade’ fikri, yani kendi kaderlerini tayin edebilme gücünü kazanmaları çeşitli dış güçlerin müdahaleleriyle engelleniyordu.” (s. 292. ABD’yi de bu güçler arasında mütalaa etmek uygun olacaktır diye düşünülmektedir.)
– “Bin Ladin’e göre Suudi Arabistan toprakları yasal olmayan bir şekilde Suudi ailesinin toprakları gibiydi. Arap Yarımadası Büyük Yemen ve Büyük Hicaz olarak ikiye bölünmeliydi.” (s. 300)
– “Bir teröristin mahkemeye çıkarılmadan bir ülkeden diğerine gönderilmesi CIA’in tercih ettiği yöntemlerden biriydi. Böylece kuşkuluları sorgulama için başka ülkelere rahatça gönderebiliyor ve istediklerini de mahkemeye çıkarmak için ABD’ye götürebiliyorlardı. Bu uygulama ABD içinde yasak ama yabancı ülkelerde serbestti, bu yasa Reagan dönemi ulusal güvenlik politikasına dayanıyordu ve Başkan Clinton tarafından da onaylanmıştı.” (s. 302. ABD’nin savunduğu ve bayraktarlığını yaptığı “evrensel” değerler, bu uygulama ile örtüşmemektedir. Ülke güvenliği, bu değerlerin önüne geçiyor. Doğru, ancak başka ülkelerin güvenlik endişeleri söz konusu olduğunda, belirtilen evrensel değerlerin dayatılması ya da bu değerler üzerinden başka ülkelerin iç işlerine müdahale edilmesi anlaşılır gelmemektedir. ABD, kendisinin ülke güvenliği için söz konusu değerleri ihlal edebilecek, ancak başka ülkeler kendi güvenlikleri için bu değerleri ihlal edemeyecek, ABD buna izin vermeyecek!… Böyle bir mantık ve uygulama, doğal olarak ABD’nin sorgulanmasına yol açmaktadır.)
– “… ama ani siyasi değişiklik için müthiş bir şiddet eylemi gerekleydi.” (s. 303)
– “İslamcı teröristlerin kitle imha silahlarına yöneldiklerine dair işaretler görülüyordu.” (s. 305)
– “1995’te Clinton Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan Amerikan stratejisi İran ve Irak’ın engellenip kontrol altına alınmasını öngörmekteydi. Bu misyonda Suudi Arabistan biraz çekingen ama müttefikti. Amerikan dış politikasını planlayanlara göre Suudi işbirliği olmadan İran ve Irak kontrol altına alınamazdı. Ayrıca Suudi Arabistan’ın global petrol piyasasında da büyük önemi vardı. Washington radikal İslamcılara para desteği verdiği, Amerika karşıtı vaaz verenleri yatıştırmadığı ya da aşırı dincileri desteklediği için Suudi kraliyet ailesine kafa tutmaktan çekiniyordu. Suudi para yardımlarının ABD ulusal güvenliği için tehdit oluşturup oluşturmadığı gibi zor sorular sormak kimsenin aklına gelmiyordu.” (s. 307-308. Bugünkü durumu, o zamanki bu bakış açısı ile değerlendirmek uygun olacaktır. 11 Eylül saldırıları için Amerikan mahkemelerinde Suudi Arabistan aleyhine dava açılmasının önünü açan yasaya direnen Başkan Obama ile, Obama döneminde bozulmuş ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin düzelme yoluna girebileceği sinyallerini veren Trump… Değişim ve direnç iç içe…)
– “FBI analiz raporu, ‘Devlet destekli ya da İran/Hizbullah modeli terörizmin aksine, Sünni radikaller bir devlet desteğiyle eylem yapmıyor ya da bir devletten etkilenmiyorlar.’ diye devam ediyordu. ‘Bu teröristler kendi başlarına hareket ediyorlar.’” (s. 308. IŞİD üzerinden bakıldığında, bu değerlendirme tartışmaya açıktır.)
– “1994’te Taliban’ın doğup gelişmesi ve hareketin ünlü lideri Molla Muhammet Ömer’in ortaya çıkması ABD ve Avrupa’da genellikle olumlu karşılandı; dindar kararlı ve genç öğrencilerin oluşturduğu bu güç, Kandahar’daki suç örgütlerine karşı bir koruyucu kalkan olarak görülüyordu. … Cüppeli Katolik rahipler İrlanda kırsalında nasıl tanınıyorsa, Taliban da güneydeki Peştu köylerince öyle tanınıyordu ve rolleri aynıydı. … Resmi hükümet hizmetlerinin olmadığı bölgelerde bu dindar gezginler gevşek bir İslami halk hizmeti sunuyorlardı.” (s. 316-317. Kandahar, Afganistan’ın Pakistan’a komşu vilayetidir. Peştu ya da Peştunlar, Afganistan’da nüfusun (33 milyon) % 40’nı (13 milyon), Pakistan’da ise nüfusun (202 milyon) % 15’ni (31 milyon) teşkil eder. Yani Taliban’ın ana unsuru olarak kabul edilen Peştunların çoğu Pakistan’da yaşamaktadır. Bu veriler, Pakistan’ın, Afganistan ilgisini ve Afganistan’daki nüfuzunu anlamak açısından önemlidir diye düşünülmektedir.)
– “Hamid’in (Karzai) kralcı Peştu kökeni ve yabancılarla kolay ilişki kurması, Sovyetler çekildikten sonra Afgan liderleri arasında arabuluculuk yapmasını sağladı.” (s. 319. “Hamid Karzai; Afgan Peştun kabile reisi ve politikacı, önce Taliban’ı destekledi, sonra Taliban karşıtı Peştun muhalefetine katıldı.” Afganistan’ın Taliban sonrası ilk Devlet Başkanı’dır. 2001-2014 yılları arasında Afganistan Devlet Başkanı olarak görev yapmıştır. Ancak 2001-2004 yılları arasındaki unvanı, “Geçici” Devlet Başkanı’dır.)
– “Butto, ‘Para yardımını onayladım.’ diye anlattı. ‘Taliban’a para gönderilmesi emrini verdim, ama onlara ne verildiğini bilmiyorum… Fakat çok para verildiğinden haberim var.” (s. 326-327. Benazir Butto, 1988-1990 ve 1993-1996 yılları arasında Pakistan Başbakanı’dır.)
– “Benazir Butto yeni Afgan siyasetinde kontrolü elden kaçırdığını hissediyordu. Pakistan istihbaratının Kabil’e yürüyecek Taliban’a destek vermesini istemiyordu. Butto’ya göre, Taliban’ın yükselen gücünü Afganistan’da yeni bir koalisyon hükümeti kurulması için kullanabilirlerdi. … Rafsancani, Pakistan ordusunun, Taliban’la birlikte savaşmak için Afganistan’a kılık değiştirmiş askerler gönderdiğini duymuştu. Butto bunu duyunca şaşırıp inkar etti ama daha sonra Mesut’un elinde esir olarak Pakistanlı subaylar olduğunu öğrenince her şeyi bilmediğini anladı.” (s. 327. Geçtiğimiz Ocak (2017) ayında vefat eden Haşimi Rafsancani, 1989-1997 yılları arasında İran İslam Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’dır. Ahmet Şah Mesut, “Tacik gerilla komutanı, kuzey Afganistan’da Sovyet karşıtı direnişe komuta eder, daha sonra Kuzey İttifakı’nı oluşturur, Taliban karşıtı güçlere komuta eder.” 11 Eylül (2001) saldırılarından birkaç gün önce, kendisiyle röportaj yapmak isteyen, Belçika pasaportlu, Fas asıllı -Arap- iki kişinin intihar saldırısı sonucu hayatını kaybetmiştir.)
– “ISI Pakistan istihbaratı) çok hırslıydı ama parası o kadar fazla değildi. 1995’te Pakistan ordusu mali sıkıntı içindeydi. Pakistan bütçesinin çoğunu ordu harcıyordu ama nükleer sorun nedeniyle Amerikan yardımı kesilince yapacak fazla bir şey kalmamıştı. Ülke borç içindeydi, Hindistan’la yapılan silah yarışı nedeniyle kaynaklar kuruyordu. ISI 1980’lerde olduğu gibi yine Suudi istihbaratı ve zengin Körfez ülkelerine ihtiyaç duyuyordu.” (s. 327. Bu ifadeleri, bugün mevcut olan durum ile birlikte değerlendirmek uygun olacaktır.)
– “Taliban’ın askeri gücü artarken liderlerinin Suudilerle temasları da gelişti. Suudi istihbaratı Butto hükümetini atlayarak ISI ile işbirliği yapıyordu. … Amerikan yardımının kesildiği o yıllarda Riyad’ın mali yardımı ve indirimli petrol fiyatları Pakistan ordu ve istihbaratına büyük destek oldu. Suudi desteği ISI’nın Pakistan’da hükümete karşı adeta bir gölge kabine gibi güçlenmesini sağladı. … Suudi din polisi kendi polis gücünü kurmak isteyen Taliban’a bu konuda yardımcı oldu. … Taliban’da Suudi din adamlarını çeken bir saflık var gibiydi.” (s. 329-330)
– “3 Kasım 1994’te Washington’a mesaj gönderen Peşaver konsolosu, ‘Taliban hem Pakistan yanlısı, hem de karşıtı gibi görünüyor.’diye yazdı. (s. 330)
– “Taliban desteğini gizlice onaylayan Benazir Butto Amerikalılara bundan hiç söz etmedi. 1995 baharında Washington’a gitti, Başkan Clinton’la görüştü ve Taliban’ı, Afganistan’a düzen getirebilecek Pakistan yanlısı bir güç olarak tanıttı. … Butto’ya göre Pakistan ordusu ve istihbaratını kızdırmamak, Amerikalı dostlara doğruyu söylemekten daha önemliydi.” (s. 331-332)
– “Prens Turki El-Faysal Afganistan’ı uzun zamandan beri bir dayanak noktası, bir transit merkezi olarak görmüştü. Ona göre Sovyetler bu ülkeyi (Afganistan’ı) Ortadoğu petrollerine ulaşmak için bir geçit noktası olarak kullanmak istemişlerdi. ( s. 342. Prens Turki El-Faysal, 1977-2001 yılları arasında Suudi istihbaratının başkanı olarak görev yapmıştır.)
– “İslamabad’daki ABD Büyükelçisi Tom Simons CIA’in artık Afganistan’da varlık göstermediğini öğrenince çok şaşırdı. ‘Her şeylerini alıp gitmişler buradan. Bırakmışlar bu bölgeyi.’ Bölgede en iyi finans desteği gören gizli proje şimdi, Stinger füzelerinin geri satın alınmasıydı.” (s. 352. Bugün ABD’de, Rakka operasyonunda Türkiye faktörünü aşmak için PYD/YPG’ye geri alınmak üzere, benzeri ağır silahların verileceği konuşulmaktadır. ABD, dün Afganistan’da bu silahları para ödeyerek bile geri toplayamamış iken, acaba bugün Rakka operasyonu için bunun konuşulmasını nasıl anlamak uygun olacaktır? Afganistan örneği ortada iken ABD’nin samimi olduğu düşünülebilir mi?)
– “CIA’in Karşı-Terörist Merkezi Usame bin Ladin’i izlemek üzere Ocak 1996’da yeni bir büro açtı. Daha önce tek bir teröriste yönelik böyle bir çalışma yapılmamıştı.” (s. 356. Bunun rasyonel bir yaklaşım olduğu ve bugün bu uygulamanın yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır. Güney Kore’nin ABD’de Başkan seçildiğinin belli olmasından hemen sonra Trump için oluşturduğu ileri sürülen büro bu bağlamda mütalaa edilebilir.)
– “ABD yönetimi CIA kanalıyla Suudi Arabistan’a, Mısır’a ve Ürdün’e, bin Ladin’i tutuklu olarak isteyip istemeyeceklerini sordu. Her üç hükümet de istemeyeceklerini açıkladılar. (s. 360. Gerekçe, neden olacağı sorunlardı. Böyle bakınca, PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi akla geliyor. Getirilmesinin Türkiye için soruna yol açtığı ya da getirilmeseydi daha iyi olurdu diye düşünülebilir mi?)
– “Suudi Arabistan 1996 başlarında bin Ladin’i tutuklama fırsatına sahipti ama bunu yapmamıştı.” (s. 361)
– “Pakistan Taliban’a verdiği gizli destek ve söylediği yalanlar sayesinde Taliban’ı uluslararası diplomasinin bir parçası haline getirmişti ve ABD bu grubun yasallığını sonunda kabul etti. (s. 365)
– “ISI Başkanı General Naseem Rana ve yardımcıları, Taliban’a silah verip eğiterek Kabil üzerine göndermek için Butto’dan izin istediler. … Fakat Butto bunu istemiyordu. Ona göre Kabil’de bir Taliban hükümeti İslam militanlığını Orta Asya’ya doğru yayabilir ve onun hayalindeki ticari çıkarları baltalayabilirdi. … Pakistan ordusu Afganistan’daki kendi politikası yüzünden tuzağa düşmüş gibi görünüyordu.” (s. 367)
– “… Robin Raphel BM Güvenlik Konseyi’nde Taliban’ın yasallığını savundu ve izole edilmemeleri gerektiğini söyledi.” (s. 378. Robin Raphel, 1993-1997 yılları arasında, Güney Asya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısıdır.)
– “Sünni Müslüman olan Taliban İran ve Şiilere karşıydı ve (bu) durumda Amerikan çıkarlarına uygun bir hareket oluyordu.” (s. 378)
– “Taliban Kabil’i aldıktan sonra Suudi Arabistan’a bir mesaj gönderdi ve ‘Bin Ladin burada. Onu size teslim edelim mi, yoksa burada tutalım mı? Ona burada kalabileceğini söyledik.’ dedi. Suudiler bir yıl önce de Sudan’dan bin Ladin’i almak istememişlerdi.” (s. 381)
– “Taliban’ın Orta Asya Müslümanları(nı) özgürleştirme planları Rusya, Tacikistan ve Özbekistan için bir tehdit niteliğindeydi.” (s. 384)
– “Taliban’ın Kabil’i alışından kısa bir süre sonra Pakistan ordusu ve cumhurbaşkanı Benazir Butto’yu başbakanlıktan aldılar. … Turki’nin de ısrarıyla, sonunda Suudiler Afganistan’daki boşluğun doldurulması için Taliban yönetimini tanıma kararı aldılar. Taliban ülkesinde lüks şahinli avlama partilerine giden Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) prensleri de onları izlediler. Fakat acele etmişlerdi. Mezar-ı Şerif çok geçmeden bir Taliban ölüm tuzağına dönüştü. Üç ülkenin Taliban’ı tanıma kararından birkaç gün sonra şehirdeki Özbek ve Şiiler Peştu işgalcilere karşı ayaklandılar, üç yüz Taliban askeri öldürüldü.” (s. 388. Mezar-ı Şerif, Afganistan’ın kuzeyinde, Özbekistan sınırına yakın bir yerleşim yeridir.)
– “…ABD Dışişleri Bakanlığı, 1997 sonbaharında ilk kez olarak resmi bir Yabancı Terörist Organizasyonlar listesi yayınladı. Fakat bu listede bin Ladin ve El Kaide örgütü yoktu.” (s. 380. Bundan dört yıl sonra 11 Eylül saldırılarının gerçekleşmiş olması, o yıllarda ABD’nin nasıl bir “rehavet” içinde olduğuna işaret eder. Sovyetler Afganistan’dan çıkarılmakla kalmamış, dağılmıştı da… Acaba söz konusu listede Taliban’ın yer almaması da, bu bağlamda mütalaa edilebilir mi?)
– “CIA’in başına geldikten birkaç hafta sonra Tenet, Eski Başkan Gerald Ford tarafından ‘Amerika’nın CIA’e ihtiyacı var mı?’ başlıklı bir panele davet edildi. Bu toplantı bile teşkilatın dibe vurmakta olduğunun bir belirtisiydi. Tenet konuşmasına hazırlanırken, CIA’in Henry Truman tarafından kuruluşu olayına döndü. Teşkilatın amacı bir başka Pearl Harbor olayını engellemekti. CIA bu stratejik sürprizler için bir sigorta politikasıydı. Tenet Ford panelinde konuşurken ‘Tehlikeli bir sürpriz ihtimali her zaman olduğu gibi yine var, bundan eminim.’ dedi. … CIA’in ilk görevi Amerikalıların yaşamını korumaktı. (s. 401-402)
– “Tenet göreve geldiğinde CIA kurmaylarına, ‘Her şeyden önce tehdit alanı daha genişliyor, çeşitleniyor, tehlike büyüyor; karşımızda biyolojik silahlar, terörizm ve istihbarat savaşı var. Bu ortamda daha küçük gruplar kimseye görünmeden ve uyarı yapmadan etrafa büyük zararlar verebilir. Sürpriz saldırı olasılığı gittikçe artıyor.’ (dedi). (s. 404)
– “… bin Ladin nükleer bomba yapımında kullanılabilecek uranyum satın alma girişiminde bulunmuş ama başarılı olamamıştı.” (s. 408)
– “Kendisini Kudüs’ten Orta Asya’ya kadar işgal edilmiş tüm İslam topraklarını özgürlüğe kavuşturacak bir savaşçı, sürgünde yaşayan bir şeyh olarak görüyordu bin Ladin.” (s. 422)
– “Suudi Arabistan’ın 1996’da bin Ladin’i almaktan kaçınması iyi olmamıştı ve duyulması kraliyet ailesi üzerinde baskı yaratabilirdi.” (s. 435. Eğer Riyad o tarihte bin Ladin’i almış ve gereğini yapmış olsaydı, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de gerçekleşen terörist saldırılar belki olmayacak, üç bin kadar masum sivil hayatını kaybetmeyecek, on milyar dolar dolaylarında maddi bir kayıp ortaya çıkmayacaktı. O gün Suudi Arabistan’ı karşısına alamayan ABD, 2015 yılında P5+1 ülkelerinin İran ile nükleer anlaşma imzalanmasının önünü açmak suretiyle Suudi Arabistan’ı karşısına alabilmiştir. Bu, ABD’nin bugüne ve görünür geleceğe ilişkin muhtemel duruşunu anlamak adına üzerinde durulması gereken bir değişimdir. Koşullardaki değişim, değişimin yönü ve bunun ABD açısından anlamı…)
– “Bin Ladin ve El-Zevahiri kraliyet ailesinin, Sünni İslam’ın en kutsal yerleri olan Mekke ve Medine’nin gerçek ve yasal koruyucuları olduğu gerçeğini kabul etmiyorlardı.” (s. 440. Eymen ez-Zevahiri, Mısırlı ilahiyatçı, tıp doktoru ve el-Kaide’nin şu anki lideridir.)
– “CIA yirmi yıl çalıştıktan sonra, terörist saldırıların sadece önceden haber alınarak önlenemeyeceğini öğrenmişti. Ne kadar uyarı alsalar, kaç tane terörist yakalasalar, geride yine saldırıyı yapacak kadar terörist kalıyor ve işi yapıyordu.” (s. 447. Günümüzde terörizm tehdidinin mahiyetini ortaya koyan, gerçekçi bir tespit; güncel terörizmle mücadele stratejisi, bu gerçeği çıkış noktası almak zorundadır.)
– “Bin Ladin … Pakistan istihbaratı ile anlaşarak Keşmir için İslamcı savaşçıları eğitiyor, Taliban’ın kuzeydeki güçlerle savaşını destekliyor, Çeçenistan, Özbekistan ve Çin’den (Sincan-Uygur Özerk Bölgesinden, Doğu Türkistan’dan) gelen gönüllü militanlara ev sahipliği yapıyordu. (s. 449)
– “Karşı Terörist Merkezi bin Ladin biriminde Suudilere karşı duyulan kuşku daha da arttı. Arkadaşlarının Mike dediği bin Ladin timi komutanı, CIA ve Beyaz Saray’ın, Suudi Arabistan ve Pakistan istihbaratlarının adeta esiri olduklarını söyledi. ABD tehlikeli bir terörist örgütüyle savaştaydı, ama güvenilmez müttefiklere biraz fazla inanıyor, güveniyordu. Mike’a göre CIA, ISI ve Suudi istihbaratı gibi teşkilatlara bu kadar çok güvenmekten vazgeçmeliydi. Bu yapılmazsa bedelini ağır ödeyebilirlerdi.” (s. 456. Nitekim öyle oldu, 11 Eylül saldırıları ile ağır bir bedel ödendi. Ancak kitabı okurken, en tepedeki yöneticilerden 3-5 kişinin bilgi sahibi olduğu, bunlar tarafından sevk ve idare edilen, sahadaki yüksek temsilcilerin/yöneticilerin bile haberdar olmadığı, farklı/büyük bir senaryonun sahaya sürülmüş olabileceği de akla gelmektedir. Böyle bir algıyı doğuran en dikkat çekici husus, daha önce de ifade edildiği üzere, Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin ortaya çıkış zamanıdır.)
– “Mesut’a göre, Pakistan ve Arap müttefikleri Taliban’a yardım etmek için Afganistan’a yirmi sekiz bin asker ve militan getirmişti. Afganistan fanatiklerin, aşırı uçların, terörist, paralı asker, uyuşturucu mafyası ve profesyonel canilerin eline bırakılmıştı. Amerika bunların kovulması için onlara (Mesut’a) yardım edebilirdi. Washington, Afgan politikasını yapmak için Pakistan’a güvenmekten artık vazgeçmeliydi.” (s. 472. Bize göre, Ahmet Şah Mesut’un yaklaşık 20 yıl önce Afganistan’a ilişkin olarak yaptığı bu tasvir, biraz bugünkü Suriye’yi çağrıştırıyor. Bu, Suriye krizi için, Afganistan’dan çıkarılacak dersler olduğu anlamına gelir.)
– “Dışişleri istihbarat analizcileri 1999’un ilk yarısında Taliban’a karşı direnişin arttığını rapor ediyorlardı. Inderfurh, ‘Bu iç savaşta askeri bir çözüm olmadığına inanıyorduk.’ diye konuştu. ‘ABD Afganistan’da hiçbir tarafı desteklemedi ve barışçı bir çözüm bulunması için uğraştı.’” (s. 507. Karl F. Inderfurh, 1997-2000 yılları arasında, Güney Asya işlerinden sorumlu, Dışişleri Bakan Yardımcısı’dır. Kitapta anlatılanlar ve bir kısmına bu çalışmada yer verilen hususlar, ABD’nin Afganistan’da barışçı bir çözüm bulunması için uğraştığı yolundaki görüşü oldukça tartışmalı hale getirmektedir.)
– “Pakistan ve İran destekledikleri taraflara artık silah yardımı yapmayacaklarını taahhüt ediyorlardı.” (s. 508. Bu ifade “tersinden” okunduğunda, bu iki ülkenin Afganistan’daki savaşa dolaylı yollardan ciddi şekilde müdahil oldukları anlamı çıkar. İmzalanan Taşkent Deklarasyonu da, biri Sünni, diğeri Şii bu iki ülkenin Afganistan’da durumun kontrolden çıktığında hemfikir olduklarına ve gelinen noktadan ciddi şekilde endişe duyduklarına işaret eder.)
– “Mesut’un (Ahmet Şah Mesut-Kuzey İttifakı) yardımcılarından biri daha sonra, ‘ABD’nin itirazı olmadığı için Rusya, İran ve Hindistan, Taliban savaşımız için bize silah ve malzeme yardımı yapıyorlardı.’ diye konuştu. (s. 509)
– “CIA yetkilileri 1999’da El-Kaide’yi bir kuyruklu yıldıza ya da bir dizi ortak merkezli daireye benzetiyorlardı. Örgütün çekirdeği etrafında CIA’in hedefi olan Afganistan’daki bin Ladin ve yardımcıları, onların etrafında da bölgesel müttefiklerinden oluşan koruyucu daireler vardı. Bunlar da Taliban, Pakistan istihbaratı elemanları, Özbek ve Çeçen sürgünler, Pakistan’daki anti-Şii grupları ve Keşmir radikallerinden oluşuyordu. Bunların dışında ise Endonezya’dan Yemen’e, Suudi Arabistan’dan Gazze Şeridi’ne, Avrupa’dan Amerika’ya kadar uzanan daha yumuşak finans, eleman kazanma ve siyasi destek daireleri geliyordu ki bunlar da uluslararası yardım kuruluşları, dinci gruplar, radikal cami mensupları, eğitim merkezleri ve siyasi partilerden oluşmaktaydı. CIA Karşıterörist Merkezi’nin 1999 sonlarında yaptığı bir araştırmaya göre El-Kaide altmıştan fazla ülkede faaldi.” (s. 519)
– “Liberal ya da dindar, her Pakistanlı general 1999’da cihad savaşçılarına inanıyordu, onlara İslamcı oldukları için değil, uzun yıllardan beri, Hindu çoğunluğu olan Hindistan ordusunu korkuttuğu, uğraştırdığı için inanıyor, güveniyordu.” (s. 522)
– “Pakistan’da hemen tüm siyasiler, en azından belirli zamanlarda, İslamabad’da başbakanının kim olacağına CIA’in karar verdiğine inanıyordu.” (s. 525)
– “Müşerref’e göre, Clinton yönetimi Taliban’ı küçümseyerek Araplara daha bağımlı hale gelmelerine ve terör olaylarının da artmasına neden olmuştu. Müşerref Clinton’dan, Taliban’la görüşüp onları yumuşatmasını ve Afgan halkının da sevgisini kazanmasını istiyordu.” (s. 528. General Pervez Müşerref, 1998-1999 yıllarında Pakistan Genelkurmay Başkanı, 1999-2001 yılları arasında Pakistan Yüksek Askeri lideri, 1999-2002 yıllarında Pakistan Başbakanı ve 2001-2008 yıllarında da Pakistan Cumhurbaşkanı’dır.)
– “Pentagon ve özellikle Müşerref’e yakın olan CENTCOM’da görevli General Anthony Zihni, Pakistanlı generallerle diyaloga girmenin yararlarından söz ediyordu. Mesut’a gizlice silah ve savaş alanı istihbaratı sağlamak bir yerde Hindistan’ı desteklemek ve Pakistan’a karşı tavır almak gibi olacaktı. … ABD yirmi yıl boyunca Afganistan politikasında kararları Pakistan’a bırakırken Mesut öfkeyle onları izledi.” (s. 540. CENTCOM, sorumluluk alanı Mısır’dan başlayıp Arap Yarımadası ve İran üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan coğrafya olan, 20 civarında ülkeyi kapsayan bu bölgede istikrarı ve güvenliği sağlamaktan sorumlu olan, bölgede unsurları bulunan ABD Merkez Komutanlığı’nın kısaltılmış adıdır.)
– “Pakistan ordusu 2000 yılının bahar ve yaz aylarında Afgan meselesini iki taraflı kullanmayı sürdürüyor ve Amerikalılar da bunu görüyorlardı. Mahmut ABD tehditlerini karşı tarafa iletmiş olabilirdi ama ISI Taliban’a yakıt, para ya da askeri yardım kesmeye henüz hazır değildi.” (s. 561. General Mahmut Ahmet, 1999-2001 yılları arasında Pakistan istihbaratının (ISI’nın) başındaki isimdir.)
– “Krallığın (Suudi Arabistan) en büyük yardım kuruluşlarından Uluslararası İslam Yardımı Organizasyonu Taliban’a yaklaşık 60 milyon dolar yardım yaptığını açıkladı.” (s. 563)
– “Daha sonraki Kongre soruşturmaları CIA ve diğer istihbarat teşkilatlarının da El-Kaide içine casus sokmak için çalışmadığını ortaya koydu ve bunun nedeni de genelde yabancı irtibat örgütlerine olan fazla bağımlılıktı.” (s. 564. Bu, 11 Eylül saldırılarının önlenememiş olması bağlamında görülebilecek bir husus olarak değerlendirilebilir. Buna bağlı olarak, 11 Eylül saldırılarının mağdurlarının ABD yönetimi aleyhine de dava açmaları beklenebilir. Çünkü belirtilenler, “görevi ihmale” işaret etmektedir ki, bu da hukuken sorumluluğu gerektiren bir durumdur.)
– “ABD Mesut’a destek vermemekte ısrar ederek, geçmişte olduğu gibi, Pakistan politikasını kendi politikası gibi kabul ediyordu.” (s. 567. Öyle gözüküyor, ama ya daha büyük ve farklı bir senaryo varsa!..)
– “Armitage bu konuda, ‘İki yanımızdaki okyanuslara rağmen güvende olmadığımızı hala anlayamamıştık galiba,’ diye konuştu.” (s. 598. Richard Armitage, 1983-1989 yılları arasında ABD Savunma Bakanlığı’nda uluslararası güvenlik işleri konusunda yüksek yönetici, 2001-2005 yılları arasında da ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’dır.)
– “Halilzad, Taliban ideolojisinin Pakistan’a da yayılmasından korkuyordu. Ulusal Güvenlik Konseyi’ne katılmadan bir yıl kadar önce ‘Şu anda mümkün görülmüyor ama Taliban ideolojisi benimseyen ve nükleer silahlara sahip bir Pakistan, görmezlikten gelinmeyecek kadar riskli bir ülke.’ diye yazmıştı. (s. 601. Zalmay Halilzad, Ronald Reagan ve George H.W. Bush dönemlerinde ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarında görevler üstlenmiş; 2003 yılından itibaren de, ikişer yıllık sürelerle, sırasıyla ABD’nin Afganistan, Irak ve BM nezdinde Büyükelçisi/Temsilcisi olarak görev yapmıştır.)
– “Mesut’a göre Taliban’ın dinsel öğretileri Pakistan’dan ithal edilmiş ve hiç esneklik olmadan uygulamaya geçilmişti. … (Mesut) ‘Usame Afganistan dışında popüler bir kişi olabilir ya da olmaz.’ diye devam etti. ‘Ama Afganistan içinde hiç de popüler bir adam sayılmaz, ben ve arkadaşlarım için o sadece bir suçludur. Halkımıza karşı suç işlemiş bir adamdır. Geçmişte belki Araplar için saygı duyuluyordu, halk onları Müslüman olarak görüyor, kabul ediyor, ülkemize misafir olarak geldiler. Ama şimdi onları zalim birer suçlu olarak görüyoruz.’”(s. 615)
– “Mesut mümkün olduğunca geniş tabanlı bir anti-Taliban koalisyonu kurmak istiyordu ve …” (s. 617)
– “Her şeyden önce, Pakistan’a zarar vermeden, Pakistan ordusunun ve istihbaratının içine kadar girmiş olan el-Kaide’yi nasıl yok edeceklerdi?” (s. 618. Bu ifadeler; “15 Temmuz olayı”, sonrasında devlet çarkını işleten siyasilerden gelen açıklamalar, yargıda açılmış davalara ilişkin iddianameler ve bu davalardaki sanık/tanık ifadeleri ile birlikte düşünüldüğünde, ister istemez insanın aklına acaba Türkiye de bu duruma düşebilir mi, Türkiye’de gidişat bu yönde olabilir mi soruları gelmektedir.)
– “Genç ve zayıf bir ülke olan Afganistan seçenekler sunabilen ve ülkeyi içeriden düzene sokabilecek pek fazla milliyetçi çıkaramıyordu. Ahmet Şah Mesut bu konuda bir istisnaydı. Fakat Mesut’un gücü de yetmedi istediği gibi bir Afganistan kurmaya, 1990’ların başlarında bir politikacı olarak başarılı olamadı ve ayrıca, özellikle Afgan savaşı halkı etnik olarak parçaladığından gücünü kullanamadı. Hepsinden öte, Pakistan ve Suudi Arabistan’daki rakiplerinin zengin kaynakları da onu kısıtladılar. … Korkunç bir şiddet ortamında tartışacak kadar hoşgörülü ve affedici bir adamdı, sabırlıydı ve koalisyonlarla çalışmaya hazırdı. … Mesut’un bağımsız karakteri ve davranışları, ayrıca Pakistan’ın onu ABD’ye kötü gösterme çabaları sonucu, Mesut-ABD ittifakı uzun süreli mümkün olunamadı. Ama ABD de 2001’den önceki yıllarda onun liderliğinden yararlanamadı. ABD onun yerine, biraz ilgisizlik, biraz kuşkular ve korkular asık suratlı, karmaşık ve bazen de hayati müttefikleri Pakistan ve Suudi Arabistan’ın Afganistan politikalarını onayladı. … 2001 Eylül ayına gelene kadar ABD’nin kaçırdığı fırsatlar, Mesut’la ittifak kurmanın çok ötesine geçti. … Bölgede Mesut’un dışındaki en doğal ABD müttefiki, demokrasisi ve halkı radikal İslam şiddetinin tehdidi altında bulunan Hindistan’dı. … Bunun sonucu olarak bölgesel ve büyük çıkarları güvenlik kaynakları ve Müslüman nüfusu Afganistan’a gizlice girme konusunda yardımcı olabilecek olmasına rağmen, ABD 1990’larda Hindistan ile teröre karşı mücadelede etkin bir ortaklık kuramadı. ABD aynı zamanda, İslam dünyası halklarının, barışçı ama bozuk moralli yaşam(larında) onlarla ilişki kurmak, demokratikleşme, laik eğitim ve ekonomik gelişme gibi konularda da bir strateji geliştiremedi. Bu ülkelerin öfkeli Müslüman orta sınıf halkları sosyal değerler ve siyasi fikirler için İslam’ın tutucu yorumlarına sığınırken, Washington da anti demokratik ve çürümüş Müslüman hükümetlere yakınlık gösterdi. Böylece ABD az da olsa, el-Kaide’ye militan toplayan adamlara yardımcı oldu.” (s. 630-631-632)
– “ Bush Kabinesi 4 Eylül (2001) günü ABD’nin el-Kaide ve Afganistan’a karşı uygulayacağı yeni politika gündemiyle Beyaz Saray’da toplandı. Gündem kâğıdında amaç bin Ladin ve örgütünün saf dışı bırakılmasıydı. Mesut’a Taliban’a karşı savaşında büyük bir para desteği de vardı gündemde ama miktar belirtilmemişti. … Bu plana göre Mesut’la koalisyon kurmuş olan tüm diğer komutanlar ve Afganistan’ın çeşitli bölgelerinde savaş veren isyancılar, 1990’ların başlarından beri ilk kez olarak bu kadar büyük yardım alacaklardı. Kabine bu planı onayladı ama paranın nereden geleceği ve miktarının ne olacağı konusu henüz belli belirsizdi.” (s. 633-634)
– Mesut 9 Eylül (2001) sabahı, kendisi ile mülakat yapmak için günlerdir bekleyen iki Arap (Fas asıllı) televizyoncuyu kabul etti ve bunların üzerlerindeki bombaları patlatmaları sonucu hayatını kaybetti. (s. 635)
– “Mesut’un ölümü beş gün önce Bush Kabinesi tarafından El Kaide ile mücadele konusunda alınan kararın, ulusal güvenlik stratejisinin hemen uygulamaya konmasını gerektiriyordu. Afganistan’da ve özellikle o bölgede Mesut’un yerini alabilecek bir komutan yoktu. CIA değerlendirmesine göre Mesut olmadan o koalisyonun siyasi ve askeri olarak yaşamasına olanak yoktu. … Karzai birkaç gün önce konuşmuştu Mesut’la, Duşanbe’ye uçmayı ve oradan, Mesut’un bölgesinden geçerek Afganistan’a girmeyi planlıyordu. Ondan sonra Taliban karşıtı Peştunlar arasında bir ayaklanma başlatabilecekti.” (s. 636-637. 11 Eylül saldırıları, Ahmet Şah Mesut’un bombalı intihar saldırısı ile öldürülmesinden sadece iki gün önce gerçekleşmişti. Ölümüne ilişkin soru işaretleri çok. Öncesine bakıldığında, ABD’nin Ahmet Şah Mesut’la nihayet birlikte hareket edecek olmasını çıkarlarına görmeyen aktörler, bunların başında da hemen Pakistan ve Suudi Arabistan akla gelmektedir. Sonrasına bakıldığında ise, ABD’nin terörizmle mücadeleyi yeni “öteki” gibi kullanması ve uluslararası kamuoyunun desteğini arkasına alarak gidip Afganistan’a yerleşmesi ve o tarihten itibaren dillendirdiği “önleyici savunma/preventive defense” kavramı üzerinden ülkelere müdahalesi akla gelmektedir.)
osmetoz/ascmer, www.ascmer, 03 Nisan 2017