SIRA “SLAV-ORTODOKS MEDENİYET GRUBU”NA GELMİŞ İKEN TÜRK DÜNYASI’NA DİKKAT

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

16 Şubat tarihi geride kaldı…

ABD’den gelen onca endişe verici açıklamalar “tutmadı”; ABD, “Ukrayna’yı Rusya’ya işgal ettiremedi”, beklenen Rusya işgali gerçekleşmedi, Rus birlikleri geri çekilmeye (üslerine dönmeye) başladı…

Bu “saatten” sonra Ukrayna’nın Rusya ile bu boyutta yeni bir gerginliği yaşaması, mevcut koşullarda, uzak bir ihtimal olarak görülmektedir. Niçin böyle görüldüğü ayrı bir çalışmanın konusu ve burada buna değinilmeyecektir.

Şu an itibarıyla, ABD için de, Rusya için de, Ukrayna gerginliğine dair bazı kazanımlardan söz edilebilir. ABD, fiilen ve fiziki olarak biraz daha Rusya’ya yaklaşmış oldu, Rusya (ve Çin) karşısında “güvenilir müttefik” değerlendirmesi yapma ve NATO’yu “tartma” imkânı buldu. Ancak dünün hatıraları ışığında beklenirdi ki, ABD gücünü öne çıkarsın ve Rusya Ukrayna konusunda geri adım atsın, bu olmadı. Rusya ise, NATO’nun doğuya doğru genişlemesine karşı olan duruşunu, güçlendirilmiş olarak “tazeleme” ve bir kere daha gösterme imkânını buldu, “arka bahçesi” konusundaki hassasiyetini güçlü bir şekilde ortaya koydu. Sovyetlerin dağılmasından sonra Suriye’deki iç çatışma üzerinden görülebilen Rusya’nın askeri imkân ve kabiliyetinin gerçek büyüklüğü, Ukrayna gerginliği sırasında gözler önüne serildi. Eğer Suriye’deki iç çatışmaya bakılarak Rusya’nın Sovyetler dönemindeki eski güçlü günlerine dönme sürecine girdiğine dair yorumlar hatırlanırsa, Rusya’nın Ukrayna gerginliğindeki duruşundan çok daha fazlasının çıkarılması gerekecektir. Rusya, Ukrayna gerginliğinde, açıkça ve çok net olarak, ABD’yi ve ABD’nin liderlik ettiği ülkeleri karşısına alarak, hepsi karşısında kararlı, özgüveni tam, “dik” bir duruş göstermiştir. Bu duruşun arkasında belirgin bir ekonomik ve askeri güç olduğu görülebiliyor. Ve şimdiden sonra Rusya’nın uluslararası politikada çok daha belirgin bir güç sahibi olacağı da görülecektir diye beklenebilir.

Böyle bakınca, şu an itibarıyla, Rusya’nın Ukrayna gerginliğinden elde ettiği kazanımlar, ABD’nin kazanımlarından fazla gözüküyor. Öyle anlıyorum. Ancak bugün için durum böyle anlaşılsa da, ABD konusunda, Rusya’yı oldukça sıkıntılı bir sürecin beklediği de görülebilmektedir. ABD, Ukrayna gerginliğini kullanarak dolaylı ve fiilen Rusya sınırına daha çok yaklaşmıştır. Rusya’yı sadece Avrupa’da değil, Kazakistan’daki son olaylardan da çıkarılabileceği üzere Orta Asya’da da çevreleme peşindedir. ABD, eğer Ukrayna gerginliğinin gerçekçi analizini yapar zayıflıklarını ve eksikliklerini telafi etme cihetine giderse, eğer enerji zenginliğini hem istediği gibi değerlendirip ekonomik açıdan rahatlarsa hem de diplomaside kullanmaya başlarsa, Rusya’nın ABD karşısında işi zor olacaktır.

Rusya için zorluk, sadece bunlarla sınırlı olarak görülemeyecek, daha başka boyutları da olan oldukça ciddi bir zorluktur. 

Küresel ekonomi yeni bir sıkışıklık içindedir. Küresel ısınma ve yaşanan iklim değişiklikleri, Rusya’nın uzakdoğu topraklarını daha kolay yaşanabilir ve değerlendirilebilir kılmaktadır. Aynı şey, çok büyük bir kısmı Rusya’nın ülkesine dâhil Arktik Okyanusu kıyıları için de söz konusudur. Rusya’nın uzakdoğu topraklarının ve Arktik Okyanusu kıyı şeridinin içerdiği zenginlikler, küresel ekonomideki sıkışmanın da etkisinde, giderek belirginleşen bir çekicilik sergilemektedir. Bu çekiciliğin, Çin, ABD, hatta Japonya bağlamında görülmesi gerekir. Keza, bu bağlamda, çok büyük bir kısmı Rusya’nın ülkesine dâhil kıyılar üzerinden daha çok kullanılır olacak Kuzey Deniz Ticaret Yolunun hatırlanması da icap eder. Rusya, 17 milyon km² büyüklüğünde bir ülkeye sahip ve bu devasa ülkede 142 milyon gibi oldukça küçük bir nüfus yaşıyor. Rusya’nın uzakdoğusu ve Arktik Okyanusu kıyıları, Moskova’nın çok uzağındadır. Yani zenginlikler içiren ve gelecek vadeden uzakdoğu topraklarını ve Arktik Okyanusu kıyılarını elinde tutabilmesi, Moskova için ciddi güçlükler arz ediyor.

Bu güçlükler kendisini gösterdikçe, Rusya, Avrupa cephesinde ABD karşısında bugünkü gibi sağlam bir duruş sergileyemeyecektir. NATO, doğruya doğru genişleyecektir. Eğer ortada, NATO Antlaşması’na aykırı olmasına rağmen Afganistan’a angaje olmuş ve NATO üyesi olmamasına rağmen Ukrayna için harekete geçmiş bir NATO’nun olduğu çıkış noktası alınırsa, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin hedefinde hem Rusya’nın hem de Çin’in olacağını düşünmek icap eder. Bu noktada, bugün karşı karşıya gözüküyor olsalar da, vakti/saati geldiğinde, Rusya’nın uzakdoğu topraklarına ve Arktik Okyanusu kıyılarına erişim için, ABD ile Çin’in işbirliğine gitme ihtimali de akla gelebilmektedir ki: bu konuda, farklı mülahazalar ile farklı işbirliği senaryoları akla gelse de burada bunlara değinilmeyecektir. Eğer küresel ekonomide bir sıkışma varsa, eğer ABD ile Çin bu sıkışmadan en çok olumsuz etkilenecek aktörlerse, eğer Rusya’nın büyük ülkesine dâhil uzakdoğu toprakları ile Arktik Okyanusu kıyıları bu sıkışmanın aşılmasında bir çözüm olarak görülebiliyorsa, eğer bu yerler Moskova’nın çok uzağındaysa ve o yerlerde Rus nüfus çok azsa, Rusya için gözüken sıkıntı oldukça ciddi demektir.

Evet, Rusya Ukrayna gerginliğinden başarıyla çıkmış, kazanımları ABD’den fazla gözükse de, bunlar da var. Yukarıda belirtilen mülahazalar ışığında, Ukrayna gerginliğinin, Rusya için, böyle sıkıntılı bir sürecin başlangıcı olabileceği, zayıf bir ihtimal olmaktan uzak olarak kendisini belli etmektedir.

Daha önemlisi, Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkmış, Samuel Huntington’a ait, “medeniyetler çatışması tezi”ni hatırlayınız. O tezde deniliyor ki; uluslararası politikada artık politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyet grupları belirleyici olacak, ittifakları ve anlaşmazlıkları medeniyetler belirleyecek. Tez bağlamında da, Batı, Çin, Japon, İslam, Hind, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemel olarak Afrika şeklinde medeniyet gruplarına işaret ediliyor. Ve son 20-25 yılda yaşanan ya da yaşanmakta olan gelişmeler de, ABD’nin bu tez istikametinde hareket ettiğini çağrıştırıyor.

Rusya, ABD ile ilgili olarak bundan sonrasına bakarken, “medeniyetler çatışması tezi”ni ve ABD’nin bu tezi çağrıştıran adımlarını “etraflı” bir şekilde düşünmek durumundadır.

ABD, Sovyetlerin çökmesinden sonra, önce bir “atalet” içine girmiş, arkasından yeni bir “düşman” arayışına girmiş, “medeniyetler çatışması tezi” tam da bu sırada ortaya çıkmıştır. 11 Eylül saldırıları, bu tezin ortaya çıkmasından 8 yıl sonra yaşanmıştır. Bu saldırı sonrasında, saldırının failleri ile ilişkilendirilmiş olarak “İslami terörizm” kavramı kullanılmaya başlanmış, “teröre karşı savaş” olgusu geliştirilmiş ve bu savaş da “sonsuza özgürlük operasyonu” olarak takdim edilmiştir. ABD’nin gözünde bütün Müslümanların potansiyel terörist olarak görüldüğü bir süreç başlamıştır. Bu süreçte, ABD, bir taraftan kendi ifadesi ile “İslami terörizm” ile mücadele etmiş, diğer taraftan da Müslümanları “sözde” özgürlüklerine kavuşturma çabası içinde gözükmüştür. 2001 yılında Afganistan’ı işgali, ABD’nin terörizmle mücadelesi olarak görülmüş-gösterilmiştir. Nüfusunun çok büyük kısmının Müslüman olduğu ülkelerde 2010’larda görülmeye başlanan Arap Baharı da, ABD’nin “sonsuz özgürlük operasyonları”ndan başka bir şey değildir. Bugün görülebiliyor ki; ABD, ne terörizmle mücadelede başarılı olmuştur, ne de Müslüman ülkeleri/Müslümanları özgürleştirmede… Terörizmle mücadele bağlamında girdiği Afganistan’ın bugünkü hali de, Arap Baharının uğradığı Müslüman ülkelerinin bugünkü hali de ortadadır, herkes görüyor; paramparça…

Görünen böyle, ancak bir de madalyonun diğer yüzü var. Ve madalyonun o yüzünde de ABD’nin “İslam medeniyet grubu” konusunda elde ettiği müthiş bir başarı var. Hatırlayınız, “medeniyetler çatışması tezi”ne göre, Batının ilk karşı karşıya geleceği medeniyet grubu İslam’dı ve ABD yaklaşık 20 yıl içinde “İslam medeniyet grubu”nu saf dışı bırakmıştı, işe yaramaz hale getirmişti…

Belki Rusya’nın bu noktada hatırlaması gereken bir başka benzeri husus da, “renkli devrimler”… Renkli devrimlerin, “medeniyetler çatışması tezi”nden sonra (2000’lerin başında) ve eski Sovyet coğrafyasında yaşanması, bir tesadüf olabilir mi? Öyle anlaşılıyor ki, ABD, önce “Slav-Ortodoks medeniyet grubu”nu karşısına almaya teşebbüs etmiş, sonra yönünü “İslam medeniyet grubu”na çevirmiş, 20 yıl İslam ile uğraşmış…

İslam Dünyası, bugün paramparça… ABD, bazen “sopa” bazen “havuç” kullanarak, İslam Dünyası ile, Müslüman nüfusa sahip ülkelerin yöneticileri ile, istediği gibi oynayabilir, İslam ülkelerini biri birlerine karşı kullanabilir bir pozisyona kavuşmuş gözüküyor. “ABD sayesinde” İslam medeniyet grubunun uluslararası politikada oyuncu olma potansiyeli erimiş dip yapmıştır. Bu kadarla kalmamış, ABD aynı zamanda İslam medeniyet grubuna dâhil ülkeleri Batının yanında diğer medeniyet gruplarına karşı kullanabilir bir duruma da gelmiştir ki; bundan, ABD’nin başlangıçta “Slav-Ortodoks medeniyet grubu”na yönelmiş iken, sonra niye yönünü “İslam medeniyet grubu”na çevirdiği çıkarılabilmektedir. ABD, diğer medeniyet grupları karşısında, doğrudan ve dolaylı (gizli ve açık) olarak kontrol edebildiği İslam medeniyet grubunun sahip olduğu avantajlardan yararlanmak için önce İslam’ı hedef almıştır, öyle anlaşılıyor.

İşte, Ukrayna gerginliği, tam da bu noktada durulup bir değerlendirilmelidir.

Rusya, Ukrayna gerginliği sonrası için tam da bunu görmek durumundadır.

Ukrayna gerginliği, ABD’nin İslam medeniyet grubunu “hallettiğini” düşündüğüne ve yüzünü yeniden aynı şekilde “Slav-Ortodoks medeniyet grubu”na çevirdiğine işaret ediyor. Slav-Ortodoks medeniyet grubuna dâhil Ukrayna’nın yanında, aynı medeniyet grubuna dair Rusya’nın karşısında… ABD’nin “İslam medeniyet grubu”na uyguladığı stratejinin aynısını “Slav-Ortodoks medeniyet grubu”na da uygulamaya yöneldiği görülüyor: “böl, parçala, kullan”… Haliyle, “Slav-Ortodoks medeniyet grubu”nun akıbetinin de “İslam medeniyet grubu”nun akibeti gibi olacağı beklenebilir. Fakat “İslam medeniyet grubu”ndan farklı olarak burada Rusya var…

Rusya için söz konusu edilebilen böyle bir beklenti bağlamında Türk Dünyasının önemi büyüktür. Rusya’nın (ve Çin’in), Türk Dünyasına ilişkin politikasını gözden geçirmesi bir zorunluluk gibi gözükmektedir.

Rusya bugünkü Ukrayna gerginliğinde ABD’ye göre biraz daha kazançlı gözükse de, Rusya’nın karşısında açık-gizli olarak “siyasal İslam” ile, “militan İslami aşırıcılık” ile, ilişkilendirilebilen bir ABD vardır. Ve ABD’nin bir şekilde ilişkilendirilebildiği “siyasal İslam” ile “militan İslami aşırıcılık”, bugün artık Balkanları, Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı kapsayan “eski Sovyet coğrafyası”nda belirgin mevzi sahibidir.

Bu noktada hatırlatayım: ABD mahreçli “medeniyetler çatışması tezi”nde, Türkler/Türkiye ayrı bir medeniyet grubu olarak yer almamakta, Türkiye Batının değil İslam Dünyasının bir parçası olarak görülmekte ve Türkiye için İslam Dünyasının liderliği öngörülmektedir. Bu öngörü hatırlandığında, 2002’de başlayan ve bugüne kadar gelen AKP iktidarında Türkiye’de yaşanan değişimlerin ve siyasal İslam’ın öne çıkmış görüntüsünün spontane (kendiliğinden) olmadığı düşünülebilmektedir. Keza, tezde Türklerin en az beş-altı bin yıllık tarihinin (bu bağlamda örneğin bugünkü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihinin M.Ö. 209’a gittiğinin) ve tezin ortaya çıktığı tarih itibarıyla Türkiye’nin 75 yıllık Cumhuriyet kazanımlarının göz ardı edilmesi ile, AKP’nin 20 yıllık iktidarında Cumhuriyet’in “milli karakteri”nin ciddi şekilde aşınmış olması arasındaki paralellik de dikkat çekicidir. Bir de, AKP’nin iktidara geliş sürecinin ve milli değerlere yönelik düşünsel saldırının arkasındaki “Sorosçu tayfa”nın ABD ile ilişkilendirilebilir bir görüntüsü vardır ki; bunu da yine bu noktada hatırlamak gerekir. Ve Türkiye, 20 yıldır devam eden böyle bir süreç içinde, bugün artık ne Batılı bir ülkedir ne de uygulamada Batının müttefikidir, Batının ihtiyaç duyduğunda kullandığı zayıf ve güçsüz, “siyasal İslam”ın öne çıkmış olduğu sıradan bir Ortadoğu ülkesidir, bunları çağrıştıran bir görüntü verir hale gelmiştir. Öyle ki; artık, birçok gelişme/olay açıkça Türkiye’yi karşısına aldığına işaret etmesine rağmen, hala ABD’ye yakın durabilmek için çabalayan, bu yolda her şeyi yapmaya hazır bir görüntü veren, bir Türkiye ortaya çıkmıştır.

Bu noktada şunu görmek gerekir: Türk Cumhuriyetlerinin İslam medeniyet grubunu “halletmiş” Slav-Ortodoks medeniyet grubuna yönelmiş gözüken ABD’nin Ukrayna üzerinden Rusya’yı karşısına aldığı bir sırada “Türk Devletleri Teşkilatı-TDT”na dönüşmesi, bu dönüşmedeki zamanlama, önemlidir. Bana göre bu dönüşümü önemli kılan bir diğer etken de, siyasal İslam’ın öne çıktığı ve hala ABD’ye yakın durabilme peşinde koşan Türkiye’nin bu dönüşüme önderlik etmiş gözükmesidir. Türkiye’nin, Ukrayna gerginliğine ilişkin yaklaşımı da, Kafkasya’da yaşanan son gelişmelere ve yaşanmakta olan gelişmelere dair güncel yaklaşımı da, yine bu bağlamda görülebilen hususlardır.

Bunlardan ne çıkıyor, biliyor musunuz? Türk Dünyasının günümüz jeopolitiğinin, uluslararası politikada dengeleri yakından etkileme potansiyeline sahip olduğu ve ABD’nin de bunun farkında olarak Türkiye üzerinden bundan yararlanmaya yönelmiş olabileceği çıkıyor, bu çıkarılabiliyor.

Türk Dünyası, artık, günümüz uluslararası politikasında oyuncu olma kapasitesi oldukça yüksek, potansiyel bir unsurdur. Ancak “İslam medeniyet grubu”nun başına gelenler hatırlandığında, ABD’nin Türk Dünyasına yönelmiş olması, yakında bu potansiyelin de boşa çıkacağı algısına neden olmaktadır.

Türkler, gerçekte büyük bir medeniyet geçmişine sahip, medeniyet gelişmelerine ciddi katkıları olmuş bir millettir. Zaman içinde gerektiği gibi sahip çıkılmadığı için, bu büyük medeniyet geçmişi ve medeniyet gelişmelerine yaptığı katkılar ya başkalarınca sahiplenilmiş ya da görülmesin diye üzeri örtülmüştür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu niçin kurduğunu, AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye’nin son 20 yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef almaların niçin hiç hız kesmediğini ve Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nun bugünkü durumlarını, belirtilen bu hususlar ışığında durup bir düşünmek icap eder. Türkler/Türk Dünyası, tarihten gelen ve bugün de devam eden her türlü engellemeye ve “maksatlı” tahribata/lekelemeye rağmen, bir medeniyet grubu olarak, uluslararası politikada yer almasına imkân veren bir potansiyele sahiptir. Bizatihi, bu engellemelerin ve “maksatlı” tahribatın/lekelemenin kendisi, dolaylı olarak bu potansiyele karine teşkil eder. Ve Türk Dünyasının ABD, Çin ve Rusya nezdinde ve bunlar arasındaki rekabet bağlamında son derece anlamlı günümüz jeopolitiği, bu potansiyelin hayata geçmesi bağlamında, bugün Türkler/Türk Dünyası için tarihi bir fırsat niteliğindedir.

Öyle anlıyorum ki, ABD, “medeniyetler çatışması tezi”nde öngörüldüğü üzere, Türkiye’yi İslam Dünyasının lideri mevkiine getirememiştir ama, şimdi Türk Dünyasının lideri olmaya ittirmektedir. Ne yazık ki; bu ittirmenin sonu da şimdiden bellidir: “bölünme, parçalanma ve kullanılma.” ABD’nin, el attığı yerlere huzur ve düzen getirmediği, geride acı ve ızdıraptan, yıkıntıdan, yokluktan başka bir şey bırakmadığı ortada, herkes görüyor. Bu, söz konusu ittirmenin ya da el atmanın Türkler/Türk Dünyası ile ilgili muhtemel boyutudur. Ancak ABD’nin Türk Dünyasına el atma çabasının Rusya’ya ve Çin’e dair çok ciddi muhtemel boyutları da vardır.

Türkler/Türk Dünyası, geçmişten günümüze Moskova ve Pekin ile ilgili acı deneyimlere sahiptir. Sovyetlerin dağılmasından sonra, Washington ile de acı deneyimleri yaşamış, yaşamaktadır. Türkler/Türk Dünyası, bugüne dek yeteri kadar acı ve ızdırap gördü, halen görmeye de devam ediyor. ABD’nin “Slav-Ortodoks medeniyet grubu”na karşı Türkleri/Türk Dünyasını kullanma çabasında Türkler için bir istikbal yoktur. Yukarıda değişik vesilelerle ifade edildi, Irak’ta ve Suriye’de de görüldü; ABD “kullanıp atacak”, Türkleri acıları, ızdıarpları, yoklukları ve yoksullukları ile yalnız bırakacaktır. Bu yetmezmiş gibi, Türkleri/Türk Dünyasını Moskova ve Pekin ile de karşı getirecektir. Bu oyuna gelmemeli… Bu oyunda yer almanın sonu Türkler/Türk Dünyası için ağır bir felaket olacaktır.

Ancak Türkler/Türk Dünyası, ABD’nin oyununa gelmekten kaçınırken, Rusya’nın ve/veya Çin’in oyununa da düşmemelidir. Böyle bir şey, “yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya” gibi olur ve Türkler/Türk Dünyası için çok ağır sonuçlara yol açar. Çünkü bu, tarihten gelen, yüzyıllardır devam eden, bugün de karşı karşıya bulunan, Türkleri “yok etme”, en azından “ezip geçme” emelinin gerçekleşmesine kapıyı ardına kadar açmak anlamına gelir. Çünkü bu, Türklerin/Türk Dünyasının sadece ABD tarafından değil Rusya ve Çin tarafından da hedef alınmasına yol vermek olur. Türkiye’nin öne çıkmış “siyasal İslam” görüntüsü ile Türkiye’ye dair “militan İslami aşırıcılık” ile ilişkilendirme iddiaları nedeniyle, Türkler/Türkiye/Türk Dünyası karşısında örtülü veya açık böyle bir ortak paydanın ortaya çıkması hiç de zor olmayacaktır.

Onun içindir ki; Türkler/Türkiye/Türk Dünyası, tarihine/medeniyetine yaraşır onurlu bir duruş içinde ABD’ye de, Rusya’ya da, Çin’e de mesafeli/dengeli bir duruş içinde olmalıdır. Müslüman Uygur Türklerinin yaşadığı zulüm ve asimilasyon elbette ki görmezden gelinemez; ancak Müslüman Uygur Türklerinin ABD tarafından Pekin’e karşı kullanıldığı da bir vakıadır. Türklerin/Türk Dünyasının mesafeli/dengeli duruşu, bu tür sorunların aşılmasına imkân verdiği kadar, bunun ilerisinde olarak Türklere/Türk Dünyasına uluslararası politikada saygın bir yer de kazandırabilecektir. Hem bunun görülmesi, hem de “İslam medeniyet grubu”nun bugün içine düşmüş olduğu “berbat” durumun görülmesi gerekir.

Türkiye’ye düşen, Türk Dünyasında bunların görülmesine, Türklerin/Türk Dünyasının uluslararası politikada saygın bir yer kazanmasına diğer Türk Cumhuriyetleri ile birlikte katkı sunmaktır.

18 Şubat 2022, Ankara


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.