Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Brookings Institute tarafından yayınlanan, ekip çalışmasının ürünü, Ortadoğu’ya ilişkin güncel bir değerlendirmede gerçekçi tespitlerde bulunulmuştur.[i] Değerlendirmede; Soğuk Savaşın sona ermesinden (1991) bu yana yaşananların Ortadoğu’nun jeopolitiğini değiştirdiği ve ABD’nin artık Ortadoğu’nun tartışmasız ve egemen tek dış gücü olmadığı ifade ediliyor. Ayrıca ABD’nin Ortadoğu’dan çekildiği algısının gerçeği yansıtmadığına, ABD’nin Ortadoğu’da mevcut çatışmalar konusundaki diplomatik liderliğinin gerilediğine, bölgede İran’a odaklandığına ancak bu odaklanmanın da turtalı olmadığına, ABD’nin bölgedeki ortaklarını -gücünü hala koruduğu konusunda- ikna etmesi gerektiğine işaret ediliyor.
Değerlendirme yazısında, Sovyetler Birliği’nin resmen dağıldığı 1991 yılının hemen öncesinde ve sonrasında, Ortadoğu’nun bölgesel güç dinamiklerinin nispeten istikrarlı ve ABD’nin de tartışmasız ve egemen bölge dış güç olduğu; fakat bugün, bu durumun değişmiş olduğu ifade ediliyor.
Daha önceki yazılarımda ifade ettiğim üzere, Sovyetlerin dağılması ile birlikte ABD’nin, bir taraftan kapıldığı rehavetin, diğer taraftan da her şeyi yapacak gücü kendisinde görmesinin (kibrin) etkisinde, Ortadoğu ve ABD, bugün bu noktaya gelmiştir. Bugün Ortadoğu’da öne çıkan Kürtler konusunun arkasında ABD vardır. “Körfez Harekâtı” ABD merkezlidir. Irak, ABD tarafından işgali edilmiştir ve işgal hala sürmektedir. “Büyük Ortadoğu Projesi-BOP”, sonrasında Kuzey Afrika’yı da içine alan “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi-GBOP”, ABD’ye ait, Ortadoğu’ya ilişkin projelerdir. Bölgeye ilişkin en son “proje” ise, münhasıran bugün Suriye’de ve Yemen’de görülenleri doğurmuş Arap Baharı’dır. Onun içindir ki; eğer bugün Ortadoğu’nun jeopolitiği değişmiş ve ABD artık bölgenin egemen gücü değil ise; bunun nedenlerini, “rehaveti” ve “kibri” iç içe geçmiş olarak yansıtan ABD’nin kendisinde aramak gerekir.
Bu durum, hiç şüphesiz ABD’nin Ortadoğu’dan çekildiği ya da çekileceği anlamına gelmemektedir, böyle bir anlama alınmamalıdır. Değerlendirme yazısında da ifade edildiği üzere, ABD’nin bölgeden çekilmesi (çekileceği) algısı abartılmaktadır. ABD, halen Ortadoğu’daki birçok ülkede (Katar, Irak, Türkiye, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve diğerleri) ciddi bir askeri varlık bulundurmaktadır. Bu askeri varlık ortada iken, ABD’nin Suriye’den çekilmesinin Ortadoğu’dan çekilme olarak yorumlanması, hem doğru değildir, hem de maksatlıdır. Hala nasıl olacağı belirsizliğini koruyan Suriye’den çekilme, karşıtları tarafından ABD’deki güç kaybının bir işareti olarak kullanılmaktadır. Ancak Suriye’den çekilmeye ilişkin haberler, ABD’nin, Suriye’den çekilme konusuna Ortadoğu’daki ABD karşıtlığını (ABD’ye yönelik tepkiyi) kontrol altında tutma işlevini yüklemiş olabileceğini de akla getirmektedir. Yani Suriye’den çekilme konusundaki gelişmelerin ve tartışmaların, ABD’nin sahne gerisinden sevk ve idare etmesi de mümkündür.
Değerlendirme yazısında da ifade edildiği üzere, Ortadoğu’nun birçok ülkesinde ABD askeri varlığı bulunmasına rağmen, ABD’nin bölgedeki mevcut çatışmalara askeri açıdan müdahalesi oldukça sınırlıdır. Yani eskiden (alışılmış) olduğu gibi, ileri bir askeri angajman söz konusu değildir. Bunu, ABD’deki güç kaybının bir işareti olarak mı görmek gerekir, yoksa değişen küresel ve bölgesel koşullarda “yeni Amerikan diplomasinin” bilinçli bir tercihi olarak mı görmek gerekir? Bu, bana göre, tartışmaya açık bir husustur. Ortadoğu’nun ABD için ifade ettiği anlam, bugün dünden çok farklıdır. ABD, artık Ortadoğu’nun petrolüne bağımlı değildir. Dünyanın en büyük petrol üreticisidir ve Ortadoğu petrolünün pazarını ele geçirme peşindedir. ABD, rekabet içinde olduğu Çin’in enerjide dışa bağımlı olması ve Dünyanın en büyük enerji tüketicisi olması nedeniyle, sadece Ortadoğu ile bağlantılı enerji pazarını değil, bu rekabette Çin karşısında üstünlük sağlamak için küresel enerji pazarının kontrolünü ele geçirmek peşindedir. Hiç şüphesiz, enerji ulaşım yollarının kontrolü ile Doğu Akdeniz’de yeni bulunan enerji kaynaklarının bir şekilde kontrolünü de, ABD’nin peşinde koştuğu hususlar arasında görmek icap eder. Yani, Ortadoğu’nun ABD’nin gözündeki değerinde bir gerileme yoktur. Aksine, dünden farklı nedenlerle, bir değer artışı söz konusudur.
Küresel ve bölgesel koşullar değişirken, ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin yaklaşımının aynı kalması, sonu başarısız bir tercih olacaktır. Değişimi yönetip yönlendirme ile değişime uyum, uluslararası ilişkilerin de yaşamsal gerçeğidir.
Güncel Ortadoğu bağlamında, ABD açısından belirsiz olan, ABD’nin Ortadoğu’daki güncel durumunun, bir zayıflıktan mı kaynaklandığı, yoksa Amerikan diplomasisinin bilinçli bir tercihinin ürünümü olduğudur.
ABD, bugün Ortadoğu’da geçmişte olduğu gibi kendisi öne çıkmak yerine, bölge ülkelerini ve proxy unsurları öne çıkarmayı, kendisi arka planda ipleri elinde tutmayı tercih etmiş gibi gözükmektedir. Ancak söz konusu değerlendirme yazısında, Ortadoğu’daki çatışmaların yönetiminde ABD’nin diplomatik liderliğinde gerileme olduğu ifade edilmektedir ki; bu, hem ABD’nin “iniş” sürecine girmiş olduğu tezini, hem de ABD’ye ilişkin “belirsizliği” iç içe olarak beslemektedir.
Eğer ABD’nin, Sovyetlerin dağılma sürecinde ortaya attığı ve diplomatik liderliğinde işleyen Ortadoğu Barış Sürecinde başarılı olamadığı; bu sürecin 1990’lı yılların ikinci yarısından bugüne doğru, tersine işlemeye başladığı çıkış noktası alınır ise; ABD, bir “iniş” sürecini yaşamaktadır. Fakat ABD’nin, İsrail’de önümüzdeki 9 Nisan (2019)’da yapılacak genel seçimler sonrasında açıklayacağını duyurduğu, Ortadoğu’ya ilişkin “yüzyılın anlaşması” diye nitelendirilen (henüz içeriği kamuoyu ile paylaşılmamış) planı ile, bu plan konusunda ABD adına bölge ülkelerine yapılan ziyaretler ve bölgede bu planla ilişkilendirilebilen bazı askeri hareketlilikler, “zayıflık” ya da “iniş” süreci görüşlerinin gücünü/etkisini sınırlamakta, belirtilen “belirsizliğe” güç vermektedir.
Fakat işaret edildiği gibi, söz konusu ABD planının içeriği henüz açıklanmış değildir. Açıklandığında kimden ne tepki geleceği ve ABD’nin gelecek tepkileri karşılamada başarılı olup olmayacağı da bilinmiyor. Eğer bu bilinmezler belirtilen planın açıklanması ile birlikte ABD lehine bir mecraya kayar ise; bu, hem ABD’nin bölgede hala güçlü olduğuna, hem de bugün Ortadoğu’da geçmişte olduğu gibi öne çıkmak yerine arka planda kalmayı tercih etmesinin Amerikan diplomasisinin bilinçli bir tercihi olduğuna işaret edecektir.
Brookings Institute’nün söz konusu değerlendirmede yazısında, Ortadoğu’da bugün itibarıyla öne çıkan aktörler olarak, altı ülkenin adı belirtilmektedir. Bu ülkeler, Suudi Arabistan, İran, Türkiye, İsrail, ABD ve Rusya’dır. Mısır, eski konumunda olmamakla beraber, hala bir kısım etkilerini koruyan ülke olarak geçmektedir. Çin’in, bugün itibarıyla, bölge üzerinde yönlendirici bir konuma sahip olmadığı, ancak bölge ülkeleri ile ekonomik ve diplomatik bağlarını geliştirdiği ve gelecekte bölge üzerinde daha etkili olmaya hazırlandığı ifade edilmektedir.
Bu noktada, eğer ABD’nin “yüzyılın anlaşması” dediği planının tutup tutmayacağı bir kenara bakılırsa, Ortadoğu’nun giderek ABD-Çin mücadelesine konu olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. ABD bölgede yıpranmış olduğu için, bölge ülkeleriyle olan ekonomik ve diplomatik bağlarını geliştirerek bölgede her gün biraz daha güç/nüfuz sahibi olacak Çin karşısında, ABD’nin Ortadoğu’da tutunması giderek artan bir zorluk arz edecektir. Sert gücü çağrıştıran, bölgeyi istismar ettiği artık çok açığa düşmüş ve artan bir tepkiye muhatap olan ABD karşısında, Çin’in yumuşak gücü ve yıpranmamış ismi bölgeye çekici gelebilecektir. Yani ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmekte olduğu algısı, bugün itibarıyla gerçeği yansıtmıyor gibi gözükse bile; görünür gelecek, ABD için, çekilmenin kaçınılmaz olacağına işaret etmektedir. Eğer ABD’nin önümüzdeki Nisan (2019) ayında açıklayacağım dediği Ortadoğu’ya ilişkin plan tutmaz ise…
Bölgeye ilişkin söz konusu değerlendirme yazısında, İran’ın ve Suudi Arabistan’ın birbirlerini dengelemeye çalıştıkları ifade edilmektedir ki; bu, gerçeği yansıtan bir ifade olarak görülmemektedir. Çünkü bölgedeki denge İran lehine zaten bozulmuştur. Ortada, yıllardır ABD yaptırımlarına muhatap olmasına rağmen ayakta kalabilmiş, üstelik güçlenebilmiş, Temmuz 2015’deki nükleer anlaşma ile de adeta gücünü “ taçlandırmış” bir İran vardır. Aynı bağlamda Suudi Arabistan için söylenebilecek bir şey var mı? Bunun anlamı, dengeyi sağlama peşinde olanın İran değil, Suudi Arabistan olduğudur. Çünkü önde olan İran’dır. Suudi Arabistan, İran’ın çok gerisinde kalmıştır.
Suudi Veliaht Prensi Salman’ın son Asya turunun ve bazı idari tasarruflarının, İran ile Suudi Arabistan’daki bozulmuş dengeyi yeniden sağlama potansiyelinin ne olduğu belirsizdir. Bu tasarrufların, Riyad’ı Tahran’ın önüne geçirme potansiyeli çok daha belirsizdir. Ancak bu belirsizlik, Veliaht Prensin söz konusu etkinliklerinin anlamlı ya da önemli olmadığı anlamına da gelmemektedir. En azından, Riyad’ın durumun farkında olduğuna ve bir şeyler yapmak istediğine işaret etmektedir. Ayrıca Veliaht Prensin Asya turu, eş zamanlı sayılabilecek gelişmeler ile birlikte, Riyad lehinde ciddi bazı algılara da yol açmıştır.
Suudi Arabistan açısından dikkati çeken bir diğer husus da, Washington-Riyad ilişkilerindeki belirsizliktir. Bana göre, bu belirsizlik, geçen her gün artmaktadır. Bunun, İran-Suudi Arabistan rekabetinde, Çin’i ve AB’yi, biraz da Rusya’yı, öne çıkaracağını düşünüyorum.
Değerlendirme yazısında, İsrail’in, bölgede, İran’ın hem nükleer, hem de bölgesel emellerine karşı durmayı hedeflediği ve Filistinliler ile çatışmanın çözümü yerine çatışmanın yönetimini tercih ettiği ifade edilmektedir. İsrail’in İran konusundaki endişelerinin Suudi Arabistan tarafından paylaşıldığı, iki ülkenin İran konusunda yakın oldukları ancak, Suudi Arabistan kamuoyu ile Arap kamuoyunun bu yakınlığın derinlik kazanmasını sınırladığı belirtilmektedir. Ayrıca Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki bölünmeye işaret edilmekte; bu bölünmenin, bir taraftan Katar’ı İran’a ittiği, diğer taraftan da Başkan Trump’ın yeni bir Orta Doğu Güvenlik İttifakı kurma konusundaki ilgisinin ertelenmesine neden olduğu vurgulanmaktadır. Değerlendirme yazısında ABD ile ilgili olarak da, şunlara yer verilmiştir: (i) ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin stratejisi, en iyimser yaklaşımla “karışık”tır. (ii) Bölgede istikrarı destekleyecek ve İran’ın yayılmasını sınırlandıracak bölgesel bir ekonomik ve askeri çerçeveyi zorlamak için ABD’nin “diplomatik katılımının” hala sonuç verebilir, işe yarayabilir. (iii) Ancak bunun için, ABD’nin bölgedeki mevcut ortaklarını (müttefiklerini) gücünü koruduğuna ikna etmesi gerekmektedir.
Yukarıda belirtilenler, ABD’nin Ortadoğu’da hala güçlü olduğuna işaret etmemektedir. Ancak belirtilen gerilemeye rağmen, ABD’nin Ortadoğu’da yeniden güçlü olma potansiyelini koruduğu anlamını çıkarmak mümkündür. Bütün sorun, ABD’nin bu potansiyeli değerlendirip değerlendirmeyeceğindedir.
Bugün itibarıyla, ABD’nin söz konusu potansiyeli değerlendirmesinin oldukça güç olacağına işaret eden çok sayıda etkenden söz edilebilir. Bunlara bakarak, ABD’nin Ortadoğu’da “belini doğrultmasının” çok zor olacağı da söylenebilir. Ancak ABD, artık Dünyanın en büyük petrol üreticisidir ve her şeye rağmen koruduğu, Dünyada başka bir örneği olmayan, denizaşırı ciddi bir askeri varlığa sahiptir. ABD Yönetimine dâhil bütün unsurların “aynı noktaya vurduğu” uyumlu bir yönetim ile, yeni sahip olduğu ve koruduğu avantajlarını kullanarak ABD’nin mevcut olumsuzlukların üstesinden gelmesi mümkündür. Bunun, ABD’ye, Ortadoğu’da eskisi gibi güçlü olma imkânını ve fırsatını verebileceği, zayıf da olsa, bir ihtimal olarak görülebilir.
Bu ihtimali zayıf görmeme neden olan üç temel etken vardır. Birincisi, Rusya, Sovyetlerin dağılmasının verdiği tecrübeye sahip olarak, Suriye üzerinden Ortadoğu’ya ciddi bir dönüş yapmıştır. İkincisi, enerji yönünden dışa bağımlı ve Dünyanın en büyük enerji tüketicisi Çin, rekabet ettiği ABD’nin Ortadoğu’da yeniden güçlenmesinin kendisi için ne anlama geleceğinin farkında olarak hareket edecektir. Üçüncüsü de, bölgenin öne çıkan ülkeleri olarak, İran, Türkiye ve Suudi Arabistan, hatta İsrail, dünden çok farklıdırlar.
İran, artık nükleer güç sahibidir ve AB, ABD’ye rağmen İran yakındır. Petrol zengini ABD’nin yeniden Ortadoğu’da güçlenmesi, İran’a elindeki enerji pazarını kaybettirebilecek; İran’ın “Şii/İran Yayı” hedefinin gerçekleşmesi zora girebilecektir.
Türkiye, Rusya ile yakınlaşmıştır. ABD’nin, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü tehdit altında görmesine neden olan, bölücü/ayrılıkçı Suriye Kürtlerine verdiği destek, Türk toplumunun genelinde artık çok ciddi bir rahatsızlık haline gelmiştir. Türkiye’de beka sorunu ABD ile ilişkilendirilir hale gelmiştir.
ABD’nin, Suudi Arabistan’ı aşağılayıcı yaklaşımı ile, Suudilerin enerji pazarına ve enerji ulaşımına hâkim Suudi coğrafyasına göz dikmiş “görüntüsü”, Suudi Veliaht Prensin geçtiğimiz günlerde arka arkaya Pakistan’a, Hindistan’a ve Çin’e yaptığı ses getiren ziyaretleri, Riyad-Washington ilişkilerinin bir daha eskisi gibi olmayacağına işaret eden hususlardır.
İsrail de, artık eskiden olduğu gibi ABD’ye ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü hem ABD’nin “yakınlığı” eski caydırıcılığından uzaktır, hem de bölgede İran yayılmacılığından rahatsız olanlar arasından kendisine ciddi bölgesel müttefikler bulmuştur.
Bu tabloda, ABD’nin, değil eski güçlü günlerine dönmesi, Ortadoğu’da hala koruduğu potansiyelini ayakta tutmasını bile başarı olacaktır diye düşünüyorum.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 08 Mart 2019
[i] https://www.brookings.edu/research/the-new-geopolitics-of-the-middle-east-americas-role-in-a-changing-region/?utm_campaign=Center%20for%20Middle%20East%20Policy&utm_source=hs_email&utm_medium=email&utm_content=70522875, 07.3.2019.