Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Orta Doğu, beş yıl öncesine kadar Filistin-İsrail anlaşmazlığını ve petrolü çağrıştıran bir coğrafya idi. Aradan geçen süre içerisinde, Suriye krizi çıkmış ve bu kriz, bugün itibarıyla, tıpkı Filistin sorunu gibi kronikleşme eğilimi yansıtan bir mecraya kaymıştır. Suriye krizi öne çıkarken, bununla ters orantılı olarak Filistin sorunu gündemde gerilere gitmiştir. Orta Doğu’nun petrolü çağrıştıran özelliği, eski parıltısını kaybetmiştir. Bugün bakıldığında ise; bölgede İran öne çıkmış ve bölgesel dengeleri lehine değiştirmeye başlamıştır. ABD’nin Suriye krizi konusundaki yaklaşımı, Rusya’nın Orta Doğu’ya dönmesine neden olmuştur. Orta Doğu’da Kürt hareketi güçlenmiş ve öne çıkmıştır. Başkanlık koltuğuna oturan Trump’ın İsrail’e ve Suriye krizine ilişkin söylem ve yaklaşımı, ABD’nin Orta Doğu konusunda Obama Yönetiminden farklı bir yaklaşım içinde olabileceğine işaret etmiştir.
Suriye krizini bugün hala anlaşılamamış ve beklenmedik bir şekilde başlatan ülkelerden biri olan Türkiye; hem Orta Doğu’ya ilişkin yukarıda değinilen değişimin baş aktörlerinden biri olmuş, hem de ismi Orta Doğu’yu çağrıştıran olumsuzluklar ile giderek daha çok anılan bir ülke haline gelmiştir.
Orta Doğu denilince akla gelen sorunlar ve olumsuzluklar, daha önce uzaktan, dolaylı ve zayıf olarak Türkiye ile ilişkilendirilebilirken, bugün bu ilişkilendirme çok yakından, doğrudan ve daha güçlü bir şekilde yapılır hale gelmiştir. Suriye krizine Batı ile birlikte müdahil olan Türkiye, bu süreç içerisinde, giderek Batı tarafından ortada bırakılmış ve bunun etkisinde Batıdan uzaklaşmaya başlamıştır. Ancak Batı, sadece Türkiye’yi yalnız ya da ortada bırakmakla kalmamış, Türkiye’nin değişen koşullarda bölgeden algıladığı tehdidin (endişenin) büyümesinde de pay sahibi olmuştur. Türkiye, Batının desteğinden yoksun kaldığı bir sırada, bununla eş zamanlı olarak, ciddi şekilde artan bir tehdit ve risk ile de karşı karşıya kalmıştır. Suriye krizini başlatan aktörler arasında yer almasına rağmen, Türkiye, bu krizi yönetememiştir. Bugün bakıldığında görülen, krizin yön değiştirerek Türkiye’yi hedef alan bir mecraya kaydığıdır. Öyle anlaşılmaktadır ki; Türkiye, ya ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin Suriye krizine ilişkin yaklaşımlarına vücut vuran unsurları iyi değerlendirmemiş ya da bu unsurların farkında olmakla beraber ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin yaklaşımlarını değiştirebilecek gücü kendisinde görmüş, yani gücünü çok abartmış, gerçekçi olamamıştır.
ABD, Suriye krizinde yola Türkiye ile çıkmıştır. Ancak Türkiye ile yolları giderek ayrılmış, günümüze doğru makas iyice açılmıştır. Öyle ki, ABD’nin Suriye krizinde bir boşluğa yol açmasının ve dolayısıyla Rusya’nın Suriye’ye “iyice” yerleşmesinin arkasında yer alan en önemli unsurlardan birinin Türkiye olduğu bile ileri sürülmüştür. Ancak bu, münhasıran Türkiye’nin gücü ile açıklanabilecek bir durum olarak görülmemelidir. Çünkü Türkiye, Rusya ile anlaşana kadar, Suriye topraklarında güvenli bölge oluşturma işine girişememiş, Fırat Kalkanı Operasyonunu başlatamamıştır. Obama Yönetiminin Suriye krizine ilişkin eleştiri konusu yapılan yaklaşımını; Türkiye ile ilgili belirsizliğin, güvensizliğin ve öngörüde bulunma güçlüğünün etkisinde ortaya çıkmış, Kürtler konusunda o güne kadar yapılmış “yatırımları” riske atmamayı ve “sabırlı” olmayı öngören, bir yaklaşım olarak görmek daha rasyonel gelmektedir. Başkanlık koltuğuna oturan Trump’ın Rusya ile yakınlaşması ve Irak’ı İran’a terk etmesi, aynı zamanda ABD’nin bölgede Türkiye engelini aşmasına da hizmet edebilecek bir durum olarak görülmelidir.
Rusya, 4-5 yıl öncesi ile karşılaştırıldığında, Sovyetler dönemini çağrıştırır bir şekilde Orta Doğu’ya geri dönmüş gözükmektedir. Suriye’deki askeri varlığını ciddi şekilde artırmıştır. Suriye’nin güncel jeopolitiği nedeniyle, askeri varlığındaki bu artış, sadece Orta Doğu için değil, Doğu Akdeniz, Kafkasya ve Hazar Bölgesi için de oldukça anlamlıdır. Ukrayna ve NATO üzerinden ABD (ve Batı) ile yaşamakta olduğu kriz devam ederken, Rusya’nın ABD ile yakınlaşmasının, Orta Doğu’daki mevcut durumda fazla bir değişikliğe yol açmayacağı düşünülebilir. Ancak bu yakınlaşma eğer Çin’i dikkate alan (Çin’e yönelik) bir yakınlaşma olur, yani Orta Doğu’da sadece IŞİD ile mücadele ile sınırlı kalmaz, derin ve stratejik bir yakınlaşma olur ise, bunun Orta Doğu’daki mevcut durumu yakından etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Rusya’nın Çin’i dikkate alarak ABD ile stratejik bir yakınlaşma içine girmesi; her iki aktörün de Kürtler ile bağlantıları bilindiği ve ortada gözüktüğü için, Orta Doğu’daki Kürt hareketine güç verecek ve bölgede müstakil bir Kürt devletinin ortaya çıkması kaçınılamaz olacaktır. Bu, İsrail’in de işine gelen ve ABD-İsrail ilişkilerini hal yoluna koyabilecek bir durum olacaktır.
Rusya ile ABD’nin cihatçı gruplara ya da militan İslami aşırıcılara yönelik bakış açıları genelde örtüşmektedir, her ikisi de bunlarla mücadele etmektedir. Ancak bu örtüşmenin, bir de Taliban ile görüşme konusunda benzerlik arz eden farklı bir yanı daha vardır. ABD gibi Rusya da artık Taliban ile görüşmektedir, ayrıca her iki ülke de İslami hareketler ile “özel” bağlara sahiptirler. Örneğin Moskova Çeçenler üzerinden, Washington da IŞİD üzerinden İslam Dünyasına nüfuz edebilmektedir. Ve bir başka konu, Rusya’nın yanısıra artık ABD de enerji zengini bir ülkedir. Bu ortak noktalar, Rusya ile ABD’nin Çin’i dikkate alan bir yakınlaşma içine girmeleri bakımından anlamlı olduğu kadar, bu yakınlaşmanın Orta Doğu’da yol açabileceği değişiklikleri görebilmek açısından da önemlidir. Trump’ın sadece Çin konusunda değil, (eğer gerçekten isterse) İran’ı karşısına alma ve Avrupa’yı kontrol altında tutma açısından da Rusya’ya ihtiyacı olacaktır.
Rusya-ABD yakınlaşması, Moskova’nın ve Washington’un sahip oldukları avantajları ve kolaylıkları birlikte değerlendirme ve birleştirme imkânı vereceği için, Orta Doğu’yu kontrol etmenin çok daha ilerisinde, taraflara küresel ölçekte çok ciddi avantajlar sağlayacaktır. Rusya-ABD yakınlaşmasının stratejik bir mahiyet arz etmesi halinde, tarafların İslam Dünyasını karşısına almaları da söz konusu olabilecektir. Ancak Rusya ve ABD, sadece İslam Dünyasını karşısına almakla kalmayacak, İslami hareketler ile olan bağlar üzerinden İslam Dünyasının içi ile oynama, İslam Dünyasını Çin’e karşı kullanma imkânına da sahip olacaklardır. Bir taraftan örtülü yollarla “İslam içi çatışmayı” teşvik ve tahrik edebilecekler, mezhepsel çatışmayı “körükleyebilecekler”; diğer taraftan da, Müslüman coğrafyasının enerji zenginliğini, jeopolitik ve jeostratejik değerlerini boşa çıkarabileceklerdir. Çin’in enerjideki dışa bağımlılığı ve dış ticaretinde kullandığı deniz ticaret yolu dikkate alındığında, Rusya-ABD yakınlaşmasının Orta Doğu’ya (ve Çin’e) nasıl yansıyabileceği daha iyi anlaşılabilecektir. Suudi Arabistan, enerji zenginliğini değerlendiremeyebilir; Irak, parçalanabilir; Türkiye, İran ile karşı karşıya gelebilir ve parçalanabilir; müstakil bir Kürt devleti, ciddi bir engel ile karşılaşmadan ortaya çıkabilir; böyle bir tabloda İsrail de, rahatlar.
Avrupa ülkelerinin Orta Doğu’ya olan ilgisi, son 4-5 yıl içinde, özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya ile sınırlı kalmıştır. İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı alması sonrasında, Fransa’nın ve Almanya’nın bölgeye olan ilgileri, biraz bu ülkelerin AB içindeki liderlik mücadelesinin, biraz da ABD’nin bölgede neden olduğu boşluktan özellikle ekonomik olarak yararlanmak istemelerinin etkisinde şekillenmiştir. Mevcut koşullarda, Rusya-ABD yakınlaşması, Avrupa’nın artık genelde durağan bir seyir arz eden enerji ihtiyacının istikrarlı bir şekilde karşılanmasına ve şimdilerde hissedilen askeri harcamalardaki artış baskısının hafifletilmesine hizmet edebilecektir. Yani genel olarak Avrupa’nın işine gelebilecektir ki; bunun, Avrupa ülkelerinin Orta Doğu konusunda sahip oldukları avantajların Rusya-ABD ikilisi tarafından kullanılması (değerlendirilmesi) şeklinde bir başka boyutunun olabileceği de düşünülmelidir. Bu noktada, İngiltere önemli olacaktır. İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının ABD’yi de içeren “örtülü” bir kısmının olup olmadığı şimdilik bilinmemektedir. Ancak İngiltere’nin; ABD’nin görünür geleceğine ilişkin olarak yaptığı (varsayılan) değerlendirmeler ışığında, Çin ile aralarındaki tarihsel bağlarını ve Çin’in kullanımına sunabileceği avantajlar karşılığında elde edebileceklerini dikkate alarak, önümüzdeki dönemde ABD’den uzaklaşıp Çin ile yakınlaşmayı öngören bir yaklaşım içinde olabileceği de bir ihtimal olarak akla gelebilmektedir. IRA’nın ABD ile olan bağlantısı, hâlihazırda Ada’daki ayrılma (bölünme) çabaları ve küresel ısınmaya bağlı olarak kuzeyde, Arktik Okyanusu kıyıları üzerinden işleyecek bir ucunda İngiltere’nin diğer ucunda Çin’in olacağı yeni deniz ticaret yolu, bu ihtimal bağlamında anlamlı bulunan hususlardır. Üzerinde “güneş batmayan İmparatorluk” ABD ile yolun sonuna yaklaşmışsa ya da öyle gözüküyorsa, Çin’in İngiltere’nin “güneşi” biraz daha görmesine hizmet edebileceği pekâlâ düşünülebilir. Böyle bir durumda, ABD’nin İngiltere’nin neden olabileceği muhtemel boşluğu doldurması son derece önemli olacaktır ki; burada da yine kendisini belli eden husus, Rusya olmaktadır. Almanya, Rusya’ya uygulanmakta olan yaptırımların bir parçası olmasına rağmen, Rusya’ya yakın bir ülkedir ve eğer Rusya-ABD yakınlaşması gerçekleşirse bu, hem Avrupa’da Almanya’nın işine gelecektir, hem de ABD’nin İngiltere’nin neden olabileceği boşluğu doldurmasına hizmet edebilecektir. Bu takdirde, Rusya-Almanya ikilisinin ABD’yi etkileme gücünün artabileceği de düşünülmelidir.
Orta Doğu’da görülecek Rusya-ABD yakınlaşmasının, gerçekte Çin’i dikkate alan, Çin’e yönelik bir yakınlaşma olup olmayacağı son derece önemlidir. Son 4-5 yıl içinde, enerji konusundakiler de dâhil Asya’da attığı adımlar bir haritaya işlendiğinde, Rusya’nın Çin’i çevreleme politikası izlediği algısı ortaya çıkmaktadır. Bu algı hatırlandığında, Çin’in aynı dönemde attığı bazı adımlar da, Rusya’nın kendisini çevreleme politikasını dengelemeye çalıştığı algısına yol açmaktadır. Çin’in Ukrayna’daki ve Doğu Avrupa ülkelerindeki varlığı, enerji konusunda Suudi Arabistan ile olan ilişkileri ve ortak yatırımları, Pakistan ile olan ilişkilerini geliştirmesi, Uzakdoğu’da Rusya sınırına yakın bir bölgeye daha yeni kıtalararası balistik füze konuşlandırması, Çin’in bu bağlamda akla gelen adımlarıdır. Bunlar, Rusya ile Çin arasındaki mevcut “yakın” görüntünün, güvenilir ve kalıcı bir görüntü olmadığına işaret eder ki; bu görüntüyü çıkış noktası alacak yorumların ve değerlendirmelerin bize göre isabet derecesi düşük olacaktır.
Yukarıda belirtilenler ışığında; Orta Doğu’da IŞİD konusunda kendisini gösterecek ve devamı gelecek Rusya-ABD yakınlaşmasının hedefinin gerçekte Çin, İran, Türkiye ve Suudi Arabistan olacağı değerlendirilmektedir. Eğer Çin bölgede varlığını belli etmez ise; İran, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın karşı karşıya gelme, İslam içi (mezhepsel) çatışmanın yaygınlık ve yoğunluk kazanma ihtimali yüksek olacaktır. İran’ın Obama Yönetimi ile sahip olduğu “yakın” ilişkilerini Trump Yönetimi ile sürdürmesi, “şimdilik” güç gözükmektedir. Ancak böyle gözükmesine rağmen, bölgede asıl sorun, Türkiye’de ve Suudi Arabistan’dadır. Bu iki ülke (özellikle Türkiye), muhataplarına güven vermemektedir, ciddi bir güvensizlik ve istikrarsızlık söz konusudur. Türkiye, ayrıca içeride ve dışarıda ciddi olumsuz koşullar altında gözükmektedir.
Çin’in; (i) İran’ın ve Suudi Arabistan’ın enerji kaynaklarına, (ii) bu kaynakların taşınacağı güzergâhın güvenliğinin sağlanmasına, (iii) Rusya’yı ve ABD’yi dengelemek için de İran’a ve Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Eğer Çin, Orta Doğu’da kendisini gösterir ve bu suretle Rusya ile ABD’nin İslam Dünyasını istismar etmesini sınırlayabilir ise; bu, hem Rusya ile ABD’nin İslam Dünyasını kendisinin aleyhine istismar etmesini engelleyecektir, hem de Çin’in Müslüman coğrafyasının enerji zenginliği ile, jeopolitik ve jeostratejik açıdan önemli geçiş yollarını kendisi için değerlendirilmesine imkan verecektir.
Rusya ise, şunu görmek durumundadır. Rusya’nın Orta Doğu’da IŞİD ile mücadele üzerinden ABD ile yakınlaşması ve bunun devamının gelmesi, sadece Orta Doğu’yu etkilemeyecektir, küresel ölçekte “taşları yerinden oynatma” potansiyelini (riskini) de içermektedir. Süreci böyle görünce, yakınlaşmayı başlatma ile kontrol altında sürdürebilmenin farklı şeyler olacağını görmek gerekir. “Hele bir yola çıkalım, kervan yolda dizilir” mantığı, güçsüzlüğe delalet edecek ve küresel ölçekte sonuçları ağır olabilecek bir mantıktır. Böyle bir süreçte, Rusya’nın ABD’nin yükünü sırtlaması gibi bir durumun söz konusu olabileceği de akla gelebilmektedir. Yani başarısızlık halinde Rusya’nın kaybedeceği çok şey olacaktır, en başta geniş/büyük ülkesi elinden kayıp gidebilecektir.
Orta Doğu’nun görünür geleceği bağlamında bu noktada akla şu soru gelmektedir: Acaba, Orta Doğu’da Rusya’ya yer açan ve Rusya ile yakınlaşan ABD, aynı zamanda Çin’e de yer açar mı, bunu Amerikan çıkarlarına uygun görür mü? Bu soruyu, ABD’nin Orta Doğu’da Rusya’yı Çin’e karşı kullanma ihtimalinden söz edilebilir mi şeklinde almak da mümkündür.
Son olarak, yukarıda belirtilen mülahazalara ilave olarak, Türkiye’nin mevcut durumunun, hem kendisi, hem de Orta Doğu’nun geleceği açısından olukça kritik olduğunun altını özellikle çizmek gerekir. Dışarıdan Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğünü hedef alan tehdit ve risk artarken, bu konuda Türkiye üzerindeki baskının artması kuvvetle muhtemel gözükürken; içeride, toplumsal bozulma, parçalanma ve kutuplaşma giderek kendisini daha çok belli etmekte ve bu Türkiye’nin mevcut durumunu daha da hassas ya da kritik hale getirmektedir. Ankara Yönetimi, içeride ve dışarıda giderek artan bir şekilde muhataplarına güven vermemektedir. Bize göre bütün bunların arkasında, Türkiye’de toplumun yaşamakta olduğu “kişiliğini” kaybetme ya da “kişiliksizleşme” süreci vardır. Bu sürecin temelinde ise, her alanda bilinen-yerleşik ahlak kurallarını toplumun dışına iten, farklı, yeni, subjektif ya da “özel” bir ahlak anlayışı vardır. Dinsel söylem kullanılarak yapılanların dinle bağdaştırılamaması, hem bu iki anlayışı, hem toplumsal ayrışmayı, hem de doğan güvensizliği ortaya koymak açısından, bir çıkış olarak alınabilir. Bu suretle toplumda ortaya çıkan güvensizlik, kaçınılmaz olarak dış politikaya da yansımaktadır. Kişiliksizleştirilme, hem ahlaki yetkilendirmeye imkân vermekte, hem de bu yetkilendirmenin ürünü “subjektif” ya da “özel” yeni ahlak anlayışının sorgulanmasını engellemektedir. Türkiye’nin iç ve dış politikada geldiği noktayı, böyle bir süreç ile açıklamak bize göre mümkündür.
Ancak hemen ifade etmem gerekir ki, özellikle Türkiye için ifade ettiğimiz bu durum yeni değildir. Yakın geçmişten Almanya ve Bosna çağrışımları vardır. Bugün Duterte ile Filipinler ve Trump ile ABD, bu bağlamda akla gelebilmektedir. Hatta IŞİD’ın ve Şii milislerin insanlık dışı bazı eylemleri de bu bağlamda görülebilir. Yani kişiliksizleştirme ve subjektif-özel ahlaki yetkilendirme, küresel ölçekte kendisini belli eden “güncel” bir eğilim gibi gözükmektedir. Eğer bu görüşe iştirak edilir ise; mevcut sürecin devamı, Dünyanın yeni bir kaotik döneme girmesi ve bunun fitilinin Orta Doğu’da İslam Dünyası (Müslümanlar) üzerinden ateşlenmesi olacaktır.
Akla “medeniyetler çatışması” tezi ve bu tezin içerdiği ilk ciddi çatışmanın İslam-Batı çatışması olacağı öngörüsü geliyor. Söz konusu tezde, merkezinde Rusya’nın yer aldığı Slav-Ortodokslar ile, merkezinde Çin’in yer aldığı Konfüçyusluk, diğer önemli medeniyet gruplarındandır. Orta Doğu’nun görünür geleceğine bakarken; Çin’in (yukarıdaki mülahazalar ışığında) Rusya ile ABD’nin İslam’ı hedef almasına seyirci kalamayacağı düşünülebilir, ancak sadece buna bel bağlamak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Doğru olanı, İslam (ve Türk) Dünyasının zenginliğinin ve avantajlarının farkında olarak öz gücüne dayanması, direnmesi ve bu suretle ayakta durması ve öz gücü ile yükselmesidir. Toplumu kişiliksizleştirme ve kendini subjektif-özel yeni bir ahlak anlayışı üretme, bunun önünde bir engeldir ve İslam’ı (Türk’ü) hedef alan (alacak) medeniyet gruplarının işine gelmektedir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 31 Ocak 2017.