MUSUL: ANKARA-BAĞDAT GERGİNLİĞİ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

I. Medyada yer alan haberlerden; Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki Kürt Özel Yönetimi ile anlaşarak, daha önce ABD ile ortaklaşa olarak yürütülen eğitim programı çerçevesinde Musul yakınlarındaki (Musul ile Erbil arasındaki) Başika bölgesinde esasen var olan askeri varlığını takviye ettiği; Türkiye’nin sadece asker sayısını artırmakla kalmadığı, 15 tankı, 8’i büyük 12 zırhlı aracı, ulaşım/servis dâhil değişik amaçlarla kullanılacak 20’ye yakın aracı ve mühimmat yüklü yedi kamyonu anılan bölgeye gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu gelişme, Irak’ta en üst seviyede tepkiye yol açmıştır. Temmuz 2014’de göreve gelen Kürt kökenli Cumhurbaşkanı Fuad Masum, Türkiye’nin attığı adımın uluslararası hukukun ihlali olduğunu ve bölgede mevcut gerginliği artıracağını; Eylül 2014’de göreve gelen Şii Müslüman Başbakan Haydar Abadi, Türkiye’den böyle bir güç talebinde bulunmadıklarını, Türkiye’nin Irak’ın bağımsızlığına saygı göstermesini beklediklerini ve askerlerini çekmesini istediklerini; Sağlık Bakanı olduğu 2006-2007 yıllarında, bu bakanlığın imkanlarını kullanarak Sünni Arapları kaçırtıp öldürtmekle suçlanan ve tutuklanan, şimdi ise Irak Parlamentosu Güvenlik ve Savunma Komitesi Başkanı olan Hâkim el Zamili ise, Türkiye’nin Irak’ın egemenliğini ihlal ettiğini ve Türkiye’ye karşı Rusya’dan yardım isteyebileceklerini ifade etmiş; Irak Dışişleri Bakanlığı da, Bağdat’taki Türk Büyükelçisini bakanlığa davet ederek, Türk askerinin Bağdat Yönetiminin bilgisi olmadan Irak topraklarına girdiğini ve bunun düşmanca bir davranış olduğunu bildirdiği ve Türk askerinin çekilmesini istediği belirtilmiştir. Irak tarafından gelen bu açıklamalardan sonra, Başbakan Davutoğlu, Irak Yönetiminin açıklamalara konu hassasiyetleri giderilene kadar söz konusu askeri intikallerin gerçekleştirilmeyeceğini açıklamıştır. Ancak medyada yer alan haberlerden yukarıda değinilen kuvvet intikalinin esasen yapılmış olduğu çıkarıldığı için, Başbakan Davutoğlu’nun bu açıklaması, yeni (ilave) intikaller olmayacağı anlamına gelmektedir.

II. Bu konuda bir değerlendirme yapabilmek için, önce bu değerlendirmenin zeminini (çıkış noktasını) teşkil edebilecek bazı tespitlerde bulunmak gerekir.

a. BM Şartı, 2/4. maddesinde, tüm üyelerin, uluslararası ilişkilerinde diğer üye ülkelerin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına saygı gösterecekleri, bununla bağdaşmayan girişimlerden kaçınacakları öngörülmüştür.

b. Mevcut, 2005 tarihli Anayasasına göre (madde 1), Irak, federal bir demokrasidir. Irak’ın federal yapısı, ülkenin kuzeyindeki Kürt Özel Yönetimi (Kürdistan Bölgesi-madde 4/3) ile bağlantılıdır. Anayasanın 108/1. ve 77/6. maddeleri, dış politikanın yürütülmesi ve uluslararası anlaşmaların yapılması görevini federal makamlara (Bağdat’a) bırakmıştır. Üstelik 112. maddede, federal makamların görev alanı içinde sayılmayan hususların ancak bölgesel otoritenin (Erbil’in) yetki ve sorumluluk alanına bırakılmış sayılacağı; 117. madde de, bölgesel otoritenin kendi anayasasının federal anayasa ile tezat teşkil edemeyeceği (yani federal makamlara bırakılmamış görev ve yetkileri içereceği) öngörülmüştür.

c. Irak’ın kuzeyindeki Kürt Özel Bölgesinin (Kürdistan Bölgesinin) Irak içindeki mevcut sınırları, hukuki olmaktan çok, fiili bir mahiyet arz etmektedir. Anayasanın 140. maddesi uyarınca 31 Aralık 2007 tarihine kadar yapılması gereken Kerkük konusundaki referandum (bilindiği kadar ile) bugüne kadar yapılamamış ve Kerkük fiilen Kürtlerin denetimine girmiştir. Bu fiili durum, IŞİD’ın varlığı ve Peşmergenin IŞİD ile mücadeleye katılması ile, Kürdistan bölgesinin sınırlarının özellikle batı ve güney istikametlerinde fiilen genişlemesi şeklinde kendisini göstermiştir.

d. Kürtler, Orta Doğu’da, Irak’ta, Türkiye’de, Suriye’de ve İran’da yaşamaktadırlar. ABD merkezli çok uluslu gücün 1991’de Irak’ın kuzeyinde Kürtleri ve güneyinde Şiileri koruma altına alması başlayan ve ABD’nin 2003’te gerçekleşen Irak’ı işgali ile devam eden süreç içerisinde, Irak Kürtleri, Irak içerisinde ayrı/özel bir statüye (yönetime) kavuşmuş ve bu durum, diğer ülkelerdeki (bölgenin genelindeki) Kürt nüfus üzerinde paralel bir hareketliliğe yol açmıştır. Mart 2011’de başlayan Suriye krizi, Irak Kürtlerinden sonra Suriye Kürtlerini de bölgede öne çıkarmıştır. Bu hareketlilikler, bir taraftan Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz kıyılarına uzanan bir “Kürt Koridoru” söylemine, diğer taraftan da Kürtlerin bölgesel ölçekte örgütlenme girişimlerine yol açmıştır. Önce Mayıs 2005’de, dört bölge ülkesindeki Kürtleri kapsayan, konfederal bir çatı örgütlenmesi olarak, KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) siyasal örgütlenmesi; daha sonra da, Temmuz 2012’de, Erbil’de, yine bir çatı örgütlenmesi olarak, “Kürt Yüksek Komitesi” ortaya çıkmıştır. Bu siyasal çatı örgütlenmeleri, hem dört ülkedeki Kürt hareketlerini kontrol etmekte, hem de şimdilik “kantonal” yapılanmalar üzerinden Irak Kürtlerinin Suriye Kürtleri ile birleşerek Kürtlerin Doğu Akdeniz kıyılarına açılmasını öngören silahlı mücadelenin siyasal olarak yönetimini gerçekleştirmektedir.

e. Gelinen noktada, bölgesel ölçekte Kürt hareketinin, homojen bir hareket olmadığı anlaşılmaktadır. Büyüdükçe ve öne çıktıkça, hem kendi içinde bir liderlik mücadelesi, hem de bölge içinden ve dışından artan bir ilgi (müdahale) söz konusudur. Bu bağlamda, (i) Barzani’nin Kürt siyasal çatı örgütlenmesinin kontrolünü ele geçirme çabasından; (ii) Barzani karşısında Tahran destekli ciddi bir muhalefet hareketinden, buna bağlı olarak Şii-Sünni Kürt ayrışmasından ve Türkiye’nin Sünni Kürtler ve İran’ın da Şii Kürtler ile olan ilişkisinden, (iii) Başta ABD ve bazı Avrupa ülkeleri ile Rusya’nın bölgede Kürtlere yükledikleri misyondan ve bu bağlamda geliştirdikleri ilişkilerden söz etmek mümkündür.

f. Bölgesel ölçekteki Kürt hareketinin hem liderlik mücadelesine hem de bölge içinden ve dışından artan bir ilgiye (müdahaleye) konu olması, Ankara Yönetiminin, Barzani üzerinden Kürt hareketini kontrol etme politikasını boşa çıkarmıştır. Bu boşa çıkış, Ankara’nın Barzani üzerinden Kürt hareketini kontrol etme politikası ile paralel yürüttüğü “Açılım Politikası”na yansıyarak bu politikanın sonuçsuz kalmasına ya da başarısız olmasına da yol açmıştır.

III. Ankara’nın Irak topraklarında askeri operasyon yapması yeni bir durum değildir. PKK terör örgütü ile mücadele eden Türkiye, 1980’li yılların ortalarından bugüne kadar, çapları değişik çok sayıda askeri harekâtı Irak topraklarında gerçekleştirmiştir. Keza aynı tarihten bugüne kadar, Türkiye’nin özel askeri birliklerine dahil unsurların Irak’a bulunduğu da sıkça yazılıp söylenmiştir. Irak’ın PKK terör örgütüne ev sahipliği yapması, Bağdat’ın gücünün bunu önlemeye yetmemesi ve uluslararası hukukun “terörle mücadele bağlamında” Türkiye’yi himaye etmesi, Irak’ın bugüne kadar yüksek “perdenden” bunlara ses çıkarmasını engellemiştir. Uluslararası hukukun, (i) terörizmi barışa ve insanlığa karşı işlenmiş bir fiil olarak görmesi, (ii) terör saldırısında bulunan ile bu saldırıya ev sahipliği yapanı aynı kefeye koyması, (iii) içerdiği karada “sıcak takip” kurumu ve (iv) himaye ettiği (oluşum sürecindeki) “önleyici savunma/saldırı” kurumu; Türkiye’nin “terörle mücadele” kapsamında Irak topraklarında askeri harekât yürütmesinin bir soruna dönüşmesini önlemiştir. IŞİD’ın ortaya çıkmasından sonra, IŞİD’a karşı Peşmergenin eğitilmesi amacıyla, “eğitim” programının lafzına ve ruhuna uygun olarak Türk askerinin Irak’ta bulunması da, yine Bağdat için bir sorun olarak görülmemiştir. Bugün Ankara-Bağdat hattında gerileme yol açan Türkiye’nin Musul yakınlarındaki (Musul ile Erbil arasındaki) Başika bölgesinde esasen var olan askeri varlığını takviye etmesi ise; kamuoyuna yansıyan verilere bağlı olarak, ne terörle mücadele ile, ne de eğitim ile ilişkilendirilebilmektedir.

Irak’ın ülkesinde, ABD ve İran askeri varlığının bulunması, Türkiye’nin de asker bulundurabileceği ya da bunun Türk askeri bulundurmanın hukuksal dayanağı olacağı anlamına gelmez. Türk askerine yönelik itirazın bir benzerinin Amerikan ve İran askerlerine yönelik olarak gündeme gelmemesi, karine olarak, Bağdat ile Washington ve Tahran arasında bunu öngören bir düzenlemenin mevcut olduğu anlamına gelir.

Bu durumda, Türkiye’nin Musul/Başika’da asker bulundurmasının hukuksal gerekçesi (dayanağı) olarak geriye Ankara ile Erbil arasında yapılmış bir anlaşma kalmaktadır. Nitekim Türk askerinin Musul/Başika’daki varlığı da, böyle bir anlaşma ile açıklanmaktadır. Ancak, yukarıda da değinildiği üzere Irak Anayasası, Erbil’e bu tür bir anlaşmayı yapma yetkisi vermemektedir ve Ankara da bunu bilebilecek bir durumdadır. İleri sürüldüğü gibi bir anlaşma olsa bile, bu anlaşma, Erbil için yetkisizlik ile malul, yani sonuçta yok hükmündedir. Başkan Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk’un, söz konusu konuşlandırma için, adres olarak Bağdat’ı göstermesi de, yukarıda belirtilen görüşleri teyit etmektedir. Durum böyle iken, Türkiye’nin söz konusu askeri varlığının, Musul Valisinin talebi ya da bir görüşmedeki konuşmalar ile ilişkilendirilmesi ise, ciddiyetle bağdaşmaması bir yana, “komik” sayılabilecek bir yaklaşım olmaktadır. Bütün bu belirtilenler nedeniyle, Türk askerinin Musul yakınlarında artan varlığı konusunda Bağdat’tan ısrarla ve en üst seviyede gelen itirazların uluslararası hukuka dayalı ve dolayısıyla haklı olduğu değerlendirilmektedir. Başbakan Davutoğlu’ndan gelen son açıklama da, bu yönde bir değerlendirmenin yapıldığına işaret etmektedir.

IV. O zaman, bu hukuksal değerlendirme karşısında, Ankara Yönetiminin Musul/Başika’daki Türk askeri varlığını takviye etmesini nasıl anlamak gerekir? Uluslararası hukuka aykırı olduğu bilinmesine rağmen, acaba Türkiye hangi mülahazalar ile Musul/Başika’daki askeri varlığını takviye etme yoluna gitmiş olabilir? Bu konuda akla birçok husus gelmektedir.

Peşmergenin IŞİD ile mücadeleye dâhil edilerek bu gerekçeyle eğitim ve donanım olarak geliştirilmesi, üstelik söz konusu mücadele nedeniyle Kürt Özel Bölgesinin dışına çıkarak Bağdat’ın yetkili olduğu topraklarda askeri operasyonda bulunmasına izin verilmesi, biri Bağdat, diğeri bölgesel Kürt hareketi bağlamında oldukça önemlidir. Bağdat için önemlidir, çünkü Irak’ın kuzeyinin Bağdat’tan kopma ihtimali (arkasında bölge içi ve dışı güçler olduğu halde) güçlenmiş olmaktadır. Hatta Bağdat’tan gelen çok üste seviyedeki ve ısrarlı itirazları çıkış noktası alarak, Erbil’in Bağdat’tan kopuş sürecinde kritik bir eşiğe gelindiği ve Türkiye’nin de Erbil’den yana buna destek verdiği şeklinde çok ileri bir anlam yüklemesinde bile bulunulabilir. Bölgesel Kürt hareketi için önemlidir, çünkü Bölgesel Kürt hareketi içinde Erbil’e (Barzani’ye) rakipleri karşısında güç verilmiş, avantaj sağlanmış olunmaktadır. Belirtilen her iki hususun Ankara açısından anlamı, hem bölgesel Kürt hareketi içinde Barzani muhaliflerini, hem de Bağdat’ı (dolayısıyla Tahran’ı) karşısına almasıdır. Eğer Ankara, Barzani’ye verdiği destek ile; (i) Erbil’in Bağdat’tan kopacağını, Ankara’nın kontrolüne gireceğini ve bunun bölgesel Kürt hareketini kontrol etme anlamına geleceğini, (ii) Irak ve Suriye Kürtlerinin (Türkiye’ye dokunmadan) Türkiye sınırına paralel bir koridor üzerinden Doğu Akdeniz’e açılacağını ve (iii) bu açılımın da Türkiye’deki Kürtleri bu koridora çekeceğini (bu suretle Türkiye için terör ya da Kürt sorunun bitmiş ya da hafiflemiş olacağını) düşünüyor ise, bu ciddi bir yanılgı olacaktır. Çünkü bölge Kürtleri vazgeçseler bile, bölgeyi kendilerinin çıkar (oyun) alanı içinde gören aktörler “Büyük Kürdistan” söylemini canlı tutacak ve istismar edecekledir. Bunlar, yıllardır harcaya geldiklerinin bir çırpıda boşa gitmesine izin vermeyeceklerdir. Onun içindir ki, “açılım” sürecini rafa ya da “buzdolabına” kaldırmanın geldiği anlam ortada iken, Türkiye’nin Musul/Başika’daki askeri varlığını takviye etmesi “açılım” sürecini çağrıştıran yeni bir adım anlamına geliyorsa, bunun, sonucu çok daha ağır olabilecek (sonu hüsranla bitebilecek) yeni bir maceraya başlamak olacağı düşünülmektedir.

Çünkü “açılım” süreci deneyiminin ağır faturası ortaya çıkmıştır, gözükmektedir. Asıl önemlisi, Hatay yöresindeki hareketlilikten, güneyden Türkiye’ye paralel muhtemel bir Kürt Koridorunun sonunda gelip Hatay konusuna dayanacağı çıkarılmaktadır ki, asıl bu kendisini göstermiştir. Hatay, söz konusu gelişmeler bağlamında, özellikle iki açıdan görülebilir. Birincisi, Suriye parçalanmanın eşiğine gelmiştir ve Hatay’ın Türkiye’den koparılması, arkasındaki aktörlere küçük “devletçiklerin” oluşumunda hareket alanı açabilecektir. Şam Yönetiminin 1939’dan bugüne kadar Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmemiş ve Hatay’ı kendi ülkesinin bir parçası olarak göstermiş olması, bunların elini kuvvetlendirebilecek ve Hatay’ın Türkiye’den koparılmasında bunlar tarafından kullanılabilecektir. İkincisi de, eğer (i) Kürt Koridorunun Irak’ın kuzeyindeki petrol ve doğal gazın boru hatları ile Doğu Akdeniz kıyılarına taşınması anlamına da geleceği, (ii) İskenderun Körfezi’nin uluslararası enerji piyasasında önemli bir terminal olarak öne çıkmaya başladığı, (iii) Hatay’ın bu körfezin doğu kıyılarına sahip olduğu ve (iv) İskenderun Körfezi’nde alıcısı ile buluşturulacak Kürt petrolünün/doğal gazının bağımsız bir Kürt devletinin ekonomik olarak ayakta tutulmasını kolaylaştıracağı düşünülür ise, Irak’ın kuzeyindeki ve Kürt koridoru ile ilgili gelişmelerin niçin gelip Hatay konusuna dayanacağı daha iyi anlaşılacaktır. Söylemek istediğimiz, Ankara’nın, Musul yakınlarındaki (Musul ile Erbil arasındaki) Başika bölgesinde yer alan Türk askeri varlığını, önce Azez-Cerablus hattının, sonra da Hatay’ın ileriden savunması bağlamında görmüş olabileceğidir. Bu noktada, Musul/Başika’daki Türk askeri varlığının Musul-Kerkük bölgesinde yoğunlaşmış Türkmen nüfusun korunması ile ilişkilendirilebileceği akla gelse de, Irak Türkmenlerinin 1991’den bu yana kaderlerine terk edilmiş görüntüsü, bu ihtimali zayıflatmaktadır.

Akla gelen bir başka husus, Rusya’ya ait askeri uçağı hava sahası ihlali gerekçesiyle düşürerek Moskova’yı karşısına almasında olduğu gibi, Ankara’nın; ABD’yi hem yanına çekmeyi, hem de Rusya ile karşı karşıya getirmeyi öngören bir politikaya sahip olabileceğidir. Suriye krizine bakıldığında, Rusya’nın, İran’ın ve Irak’ın Şam Yönetimin yanında yer aldığı ve birlikte hareket ettikleri görülür. Bunun bölgesel politikada öne çıkan mezhepsel ayrışma bağlamında ifadesi, Moskova-Şii yakınlaşmasıdır. Yaşanmakta olan ABD-İran yakınlaşması da, yine bu bağlamda, Washington-Şii yakınlaşması anlamına gelmektedir. Ankara ve Erbil açısından bakıldığında; bu, Sünni Türkleri ve Sünni Kürtleri bölgede destekten yoksun bırakan bir süreçtir ve müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Eğer ABD, Rus uçağının düşürülmesinde olduğu gibi, Musul/Başika’daki Türk askeri varlığının takviyesinde de Ankara’ya destek verir ise; bu, (i) dolaylı olarak ABD-Şii yakınlaşması, (ii) ABD ile Rusya’nın daha çok karşı karşıya gelmesi ve (iii) bölgede, ABD’nin müzahir olduğu Sünni cephe karşısında Rusya’nın müzahir olduğu Şii bir cephe ortaya çıkması amaçlarına hizmet edebilecektir. Türkiye’nin, böyle bir yaklaşım içinde hareket etmiş olabileceği de akla gelmektedir. Ancak eğer öyle ise, bu yaklaşım da, doğru bir yaklaşım olarak gözükmemektedir. Çünkü ABD 2003’te işgal ettiği Irak’tan çekilmiş gözükse de, bu ülkede, hala ciddi bir varlık bulundurmaktadır ve ciddi nüfuz sahibidir, adeta Irak’ı İran ile birlikte yönetiyor görüntüsü vermektedir. Yine ABD, görünenin aksine, 1979’dan bugüne, İran’a hep yol vermiş, yani ABD-İran yakınlaşmasına epeyi emek harcamıştır. Durum böyle olunca, Ankara’nın ABD-Şii yakınlaşmasını tersine çevirmeye girişmesi, sonu baştan belli olan, boşuna bir çaba olacağı ortadadır. Nitekim Başkan Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk de, Bağdat Yönetiminin onayı olmadan ırak’a asker konuşlandırmayı ABD’nin desteklemediğini açıklamıştır.

Akla gelen bir başka husus da, Irak Kürtlerinin -Ankara’nın da desteği ile- bağımsızlığını kazanmasının ve bunun, İran karşısında, Erbil merkezli muhtemel bağımsız bir Kürt (Sünni) devletinin Ankara’ya avantaj sağlayabileceğinin düşünülmüş olabileceğidir. Böyle bir düşünce, bölgenin yakın tarihinin göz ardı edildiğine işaret eder ki, bunun anlamı da yine başarısızlıktır. Çünkü Tahran, hem Şah döneminde, hem de 1979’dan sonraki dönemde, Irak Kürtleri üzerinde belirgin bir nüfuz sahibi olmuş ve onları kullanmıştır. Barzani’nin görev süresi dolmasına rağmen, Kürt Özel Yönetiminin yeni Başkanı’nı seçememesi ve Barzani’nin fiili olarak bu görevde kalmaya devam etmesi bile, İran’ın Irak Kürtleri üzerindeki güncel nüfuzuna işaret eder. Ayrıca Bağdat’ın Tahran’ın kontrolünde olmadığı yıllarda bile Irak Kürtleri üzerinde nüfuz sahibi olmuş Tahran’ın, bugün Bağdat’ın kontrolü altında olmasının etkisinde Irak Kürtleri üzerindeki nüfuzunu pekiştirmiş (güçlendirmiş) olduğunu da kabul etmek gerekecektir.  Böyle bir tabloda, Irak Kürtlerinin İran bağlamında Ankara için anlamlı olabilecek bir araç olarak görülmesi, isabetli bir bakış açısı olabilir mi? Suriye’nin içinde bulunduğu durum ve İran’ın gücünün yükselmesi ve “bölgesel güç” olarak algılanmaya başlaması dikkate alınırsa, Erbil merkezli muhtemel bir bağımsız Kürt devletinin en çok etkileyeceği ülkenin Türkiye olacağı ve Ankara’nın bu konuda Erbil’e vereceği desteğin “kendi bindiği dalı kesme” anlamına geleceği açıktır.

Türkiye’nin Musul/Başika’daki askeri varlığını takviye etmesinin yukarıda değinilen farklı çağrışımlara neden olması, biraz da son dönem Türk Dış Politikasındaki istikrarsızlığa, “gel-git”lere işaret eder diye düşünülebilir. Ankara, bu istikrarsızlığın içeride ve dışarıda güven sorununa yol açtığını ve Türk diplomasisinin elini zayıflattığını görmek durumundadır.

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 07 Aralık 2015.


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.