Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Geçtiğimiz Haziran (2018) ayında Menbiç’te başlaması gereken Türk askerinin Amerikan askeri ile ortak devriye görevi daha yeni başlıyor. Ortak devriye görevinin gerektirdiği “ortak eğitim” daha yeni gerçekleşti. Türk topçuları Fırat’ın doğusunu bombaladı, Menbiç’te ortak devriye görevi ancak bundan sonra fiilen başladı!…
Önce “devriye” nedir, ona bakalım. Devriye, kelime anlamı olarak; bir yerde, güvenliği sağlamak amacıyla dolaşan güvenlik güçlerini ve/veya bunların “dolaşma” eylemini ifade eder. Yani “devriye”, güvenlik sorununa bağlı, bundan kaynaklanan bir olgudur. Dolayısıyla, güvenlik sorununu ortadan kaldırmak için icra edilir.
Buradan Menbiç’teki “ortak devriye” görevine geçelim. Türkiye, PKK terör örgütünün Suriye kolu olan YPG terör örgütünün Menbiç’teki (ve Fırat’ın doğusundaki) varlığını ve faaliyetlerini, kendisi için ciddi bir güvenlik sorunu olarak algılıyor. Ve “beka” derecesinde önemli gördüğü bu güvenlik sorununu ortadan kaldıracağını, Menbiç’i (ve Fırat’ın doğusunu) YPG terör örgütünden temizleyeceğini, bunda kararlı olduğunu açıkça ve defaatle söylüyor. Peki, Türkiye’nin bu durumu ortada iken, Menbiç’te “ortak devriye” ne anlama geliyor?
İç güvenlikte bekçi, polis ya da jandarma caydırıcı olmak için devriye görevi yapar. Ancak dış güvenlikte durum bundan çok farklıdır. Ve Menbiç’teki (ve Fırat’ın doğusundaki) durum, daha bir farklıdır. Bunun nedeni, Menbiç’teki (ve Fırat’ın doğusundaki) ayrılıkçı-silahlı Kürt oluşumunun Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü çok yakından ve ciddi şekilde tehdit potansiyelini içermesidir. Irak’ın kuzeyindeki Kürtler bağımsızlığa çok yaklaşmıştır. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin durumu ortadadır. Suriye’nin kuzeyinde Kürt kantonal yönetimleri ortaya çıkmıştır. Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşan bir Kürt koridorundan söz edilmektedir. Türkiye’nin güneydoğusundaki Kürt kökenli Türk vatandaşlarının bundan etkilenmeyeceği düşünülebilir mi? Bir de ortada, İran, Irak, Türkiye ve Suriye Kürtlerinin yaşadıkları yerleri kapsayan “Büyük Kürdistan” emeli vardır. PKK terör örgütü nasıl Türkiye’de bölücü-ayrılıkçı Kürtler ile ilişkilendiriliyorsa, Suriye’deki bölücü-ayrılıkçı Kürtler YPG terör örgütü ile ilişkilendirilmektedir. Bu “paralellik” nedeniyledir ki, YPG’nin PKK terör örgütünün Suriye kolu olduğu kabul edilmektedir. Türkiye, PKK terör örgütü ile ülke içinde ve mücavir ülkelerde mücadele etmektedir. Eğer YPG PKK terör örgütünün Suriye kolu ve Menbiç’te (ve Fırat’ın doğusunda) Suriye Kürtlerinin (YPG’nin) erişeceği güç doğrudan Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne tehdit ise; Türkiye’ye düşen, PKK terör örgütü ile nasıl yurt içinde ve dışında mücadele ediyorsa YPG terör örgütü ile de aynı şekilde mücadele etmektir.
Yani Menbiç’te (ve Fırat’ın doğusunda) ABD ile ortak devriye görevine değil, bu örgütün ortadan kaldırılmasına ihtiyaç vardır.
ABD, PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul etmiştir. Yakın zamanda da, YPG’nin PKK terör örgütünün Suriye kolu olduğunu ikrar etmiştir. Ve ABD, sözde uluslararası terörizmle mücadele eden, buna “savaş açmış” bir ülkedir. Ayrıca, BM üyesi ülkelerin, uluslararası düzenlemelerden kaynaklanan uluslararası terörizm ile mücadele yükümlülüğü de bulunmaktadır. Ancak ABD, “resmi ağızlarla”, YPG terör örgütünü kendisinin bölgedeki kara unsuru olarak gördüğünü açıklamıştır. ABD’nin Menbiç’te ve Fırat’ın doğusunda YPG militanlarını eğittiği, donattığı ve danışmanlık hizmeti verdiği bir vakıadır. Bunlara bağlı olarak, ABD’nin geçen süre içerisinde küçük küçük takviyelerle Menbiç’e ve Fırat’ın doğusuna askeri unsurlarını adeta “yığması” da, yine YPG terör örgütünü himaye olarak görülebilecek bir durumdur.
Türkiye, sözümona ABD ile NATO’da müttefik!…
Türkiye, NATO Antlaşması’nın coğrafya olarak içerdiği sınırlamanın dışında kalmasına rağmen, terörle mücadele bağlamında Afganistan konusunda NATO üzerinden ABD’ye destek vermişti. Türkiye, NATO Antlaşması’nın coğrafya olarak içerdiği sınırların içerisinde kalmasına ve Antlaşma, üye ülkeleri korumaya yönelik bir “müşterek savunma mekanizmasını” içermesine rağmen; aşağı yıkarı 35 yıldır kanlı bir terör örgütü ile mücadele eden Türkiye, ne NATO’dan ne de müttefiklerinden “samimi” ve “ciddi” bir destek almamıştır. ABD’nin, mevcut ve yürürlükte olan uluslararası düzenlemelerden kaynaklanan açık yükümlülükleri vardır. Sormak gerekmez mi, acaba ABD, PKK ve YPG terör örgütleri ile olan mücadelesinde Türkiye’ye destek mi oluyor, yoksa her gün biraz daha yakından Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan bu örgütlerden kaynaklı tehdidi “besliyor” mu? NATO’nun, üye ülkeleri korumaya yönelik “müşterek savunma mekanizmasının” Türkiye için devreye sokulabileceği, size ne kadar gerçekçi geliyor?
Böyle bir tabloda, Menbiç’te ABD ile “ortak devriye” ne anlama gelebilir? Türkiye YPG terör örgütünü hedefine, ABD ise himayesine almış gözükürken, “ortak devriye” ne demek? “Ortak devriyeden”, Menbiç’in YPG terör örgütünden temizlenmesi çıkar mı, çıkmaz mı? “Ortak devriye”, ABD’nin YPG terör örgütünü himayede geldiği yüksek düzeye işaret etmez mi? “Ortak devriye” görevi, YPG terör örgütünün Türkiye için yol açtığı güvenlik sorununun ABD himayesinde daha büyümesine imkân ve fırsat verir mi, vermez mi?
ABD, sözde bölgeye demokrasi getirecek, bölge insanının gelecek endişesinden uzak, refah ve mutluluk içinde yaşamasını sağlayacaktı!…Getirdiği kan, gözyaşı, yıkım, yokluk, açlık ve bunlara bağlı bulaşıcı hastalıklar oldu. İnsanlar, yerlerinden-yurtlarından oldular, komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldılar. Hem kendileri, hem sığındıkları ülkeler ciddi sıkıntıya düştüler. Sonra IŞİD çıktı. Bahanesi, IŞİD ile mücadele oldu. Siz, IŞİD’ın, hiç bölgedeki ABD varlığını (ve İsrail’i) hedef aldığını duydunuz mu? IŞİD, bitti. Bu kez, bahane, İran’ın Suriye’deki askeri varlığı (milisleri) oldu. ABD, şimdi de diyor ki, Suriye’deki İran varlığı sona ermeden Suriye’deki Amerikan askerlerini çekmeyeceğiz. Bu yaşanalar, Arap Baharının da, IŞİD’ın da, İran milislerinin de, bir bahane olduğunu bize söylemiyor mu? ABD’nin asıl hedefi yıllardır “yatırım” yaptığı Kürtleri bölgede müstakil bir devlete kavuşturmak değil mi? Koşullar değişmiştir, ilişkiler yıpranmıştır, “yorgunluk” belirtileri vardır ve ABD bunları dikkate alarak, himayesinde olacak bir Kürt devletini kurma ve bu devlet üzerinden bölgeyi “yeni koşullarda” kontrol etme (bölgedeki nüfuzunu koruma) peşindedir.
ABD açısından bakıldığında bunlar görülürken, Türkiye’nin Menbiç’i ve Fırat’ın doğusunu YPG terör örgütünden temizlenmesinde ABD ile işbirliği yapması ya da yakın çalışması ne kadar isabetli bulunabilmektedir?
Bu noktada, “Menbiç’te ortak devriyenin başlaması” ile ilgili olarak yukarında değinilen tabloyu, her ikisi de birer ihtimal olarak aklıma gelen iki husus ile ilişkilendirebiliyorum. Bu hususlardan birincisi, yaklaşan yerel yönetimler seçimidir. Son 15 yılda gerçekleşen seçimlerde dış politikanın öne çıktığı, iç politikanın adeta dış politika üzerinden yapılır hale geldiği bir vakıadır. Bu hatırlandığında, Menbiç ve Fırat’ın doğusu ile ilgili son gelişmeler, 31 Mart 2019 tarihinde yapılacak yerel seçimler ile ilişkilendirilemez mi? Nasıl? Aklıma seçim çalışmalarında kullanılabilecek, seçmeni etkilemeye yönelik şu ifadeler geliyor: “Top atışı yaptık, ABD Haziran’dan bu yana yanaşmadığı ortak devriye görevine yanaştı!..” Ya da “Fırat’ın doğusunda söylediklerimizin arkasındayız, yavaş yavaş ilerliyoruz, bakın göreceksiniz o bölgeyi teröristlerden temizleyeceğiz.”
İkinci husus ise, “Kaşıkçı” olayıdır. Bu olayın, Arap Baharının Suudi Arabistan üzerinden yeniden canlanabileceğini (Arap Baharında yeni hedefin Suudi Arabistan olabileceğini) çağrıştırdığını daha önce yazmıştım. Batı medyasında, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman için, “sıradaki Saddam” nitelemesinde bulunulması, bendeki bu çağrışımı besliyor diye düşünüyorum. Çünkü bu ve benzeri haberler, Dünya kamuoyunun Suudi Arabistan’a yönelik muhtemel “çok uluslu” bir askeri müdahale için “hazırlandığı” algısına yol açmaktadır. Bu noktada, Türkiye’nin “BOP Eş Başkanlığı” ve “Kaşıkçı” olayındaki duruşu hatırlandığında, Suudi Arabistan’ın Arap Baharında “yeni Suriye” olabileceği ister istemez akla gelmekte, bu yönde bir çağrışım edinilmektedir. Böyle bir durum, bölgede zaten var olan kaosu daha da artıracaktır. Artan (ileri derecede) kaosun da, bilinen engellerin etkisini aşağıya çekeceği için, ABD’nin Kürtleri bağımsız devlete kavuşturma amacına hizmet edebileceği değerlendirilmektedir.
Sorun, böyle “ileri derecede” kaotik bir ortamda, Türkiye’nin güneyinde bir Kürt devletinin ortaya çıkmasına ne tepki verebileceğindedir. Türkiye, yeterli bulunmasa bile, bugünkü duruşunu koruyabilir mi? “İleri derecede” kaotik ortam, Türkiye’nin bugünkü gibi Suriye’nin kuzeyine odaklanmasına imkân ve fırsat verir mi, vermez mi? Kanaatim, “ileri derecede” kaotik bir ortamın, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne ciddi şekilde halel gelmesine yol açacağı yönündedir. İşte bu noktada, “Kaşıkçı” olayı ile ilişkilendirilerek başlayan ikinci husus biraz içerik kazanmakta ve “ortak devriye” görevine, Türkiye’yi “ileri derecede” kaotik ortama kadar “oyalama” işlevinin yüklenmiş olabileceği aklıma gelmektedir.
Menbiç (ve Fırat’ın doğusu” konusu, medyada geçtiği şekliyle, bana, uygulamaya konulmuş, işleyen bir senaryonun küçük bir parçası gibi geliyor. Yani “büyük” oyun içerisinde “küçük” bir oyun gibi. Ve sanırım, bu oyunu oynayanlar “Çekiç Güç” deneyimini farkında, buna göre oynuyorlar. Öyle anlıyorum. Niçin böyle düşünüyorum? Açıklayayım. “Çekiç Güç”, Irak Kürtlerini Saddam’ın zulmünden korumak için ihdas edilmiş; Türkiye de, insani mülahazalarla, bu güce ev sahipliği yapmıştı. Ancak 1991’den 2003’e doğru gidildikçe, Irak Kürtlerini koruma amacının Irak Kürtlerini Bağdat’tan ayrı müstakil bir yönetime kavuşturma amacına dönüştüğü görüldü. Bu değişim/dönüşüm fark edildikçe, Türkiye’nin Çekiç Güç’e ilişkin yaklaşımı da değişti ve Çekiç Güç adı değişerek küçülmeye başladı. 2003’te ABD Irak’ı işgal edince, bu güce artık gerek de kalmamıştı. Ancak 1991-2003 arasında olan olmuş, Türkiye, sadece ABD’nin Irak’ı işgal hazırlıklarına ev sahipliği yapmakla kalmamış, ev sahipliği yaptığı Çekiç Güç (ABD) üzerinden Irak Kürtlerinin bugünkü noktaya gelmesinin önünü açan gelişmelere de yol vermişti. Benim için, bu, Türkiye’nin “Çekiç Güç deneyimi” demektir. ABD, şimdi aynı şeyi Suriye’de yapma peşinde: şimdi de Suriye Kürtlerini Beşar Esad’ın zulmünden koruma peşinde, Menbiç’te (ve Fırat’ın doğusunda) bunun için var. Ancak bunu, Irak’taki gibi, kolayca yapamamaktadır. Nedeni, Türkiye’nin Suriye konusunda açıkça ve eylemli olarak artık ABD’ye müzahir olmamasıdır. Çünkü ayrılıkçı-bölücü Kürtlerin Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdidi artık çok büyümüştür, Türk kamuoyu bu tehdidi çok yakından hissetmeye başlamıştır. Bu, Suriye konusunda, Türkiye’nin ABD’ye müzahir olmasını güçleştirmiştir. ABD’ye yönelik tepki artmıştır. Türkiye’nin Suriye’de ABD’ye müzahir olmasının gözlerden kaçırılması ya da üzerinin “örtülmesi” çok zor bit konuya dönüşmüştür. Türk kamuoyu, tehlikeyi görmüş, “Çekiç Güç deneyimini” hatırlamıştır. Ankara, ABD’ye hala “meyilli” olsa bile, Türk kamuoyundaki “farkındalık”, bunun dışa vurulmasını (eyleme dönüşmesini) zora sokmuştur.
Böyle bakınca da, bir başka iki husus kendisini belli etmektedir. Bunlardan birincisi, Ankara’nın, tıpkı 2011’de Suriye krizinin başlamasını çağrıştırır ve ABD’ye müzahir bir şekilde, bugün de Suudi Arabistan konusunda ABD’ye müzahir bir duruş içinde gözüktüğü ve bu duruşun da, yine, “AKP’nin geleceği açısından kritik görülen” Mart 2019’daki yerel seçimler ile ilişkilendirilebileceğidir. Yani iktidar partisi, Kaşıkçı olayı üzerinden Suudi Arabistan’a yönelik olarak sergilediği duruşu ile, örtülü (dolaylı) yollarla, ABD üzerinden, Mart 2019’daki yerel seçimlerine ekonomik, politik ve güvenlik açılardan kendisi için uygun bir ortamda gitmenin hesabı içinde olabilir. Ancak böyle bir duruş ve beklenti, bir taraftan ABD’ye ve Suriye Kürtlerine Suriye’nin kuzeyinde yol vermeyi, diğer taraftan “açılım sürecini” ve bunun Türkiye için olumsuz sonuçlarını çağrıştıracağı için, iktidar partisinin bunlardan uzak duracağı varsayılmaktadır. İkincisi de, belirtilen varsayıma rağmen, Ankara’nın ABD’ye olan “meyli” ve Türk kamuoyundaki yukarıda değinilen “farkındalık” nedeniyle, iktidar partisinin, muhalefet partisi MHP’ye “görüntüyü kurtarma” işlevini yüklemiş olabileceğidir. Çünkü MHP, milli ve coğrafi bütünlüğün korunmasına diğer bütün partilerden daha farklı ve belirgin bir hassasiyet göstermektedir. MHP’nin gösterdiği bu hassasiyet, Türk kamuoyundaki AKP ile ilgili istifhamların zorlaştırıcı etkilerini aşma bağlamında iktidar partisi için anlamlı ve değerlidir Ancak daha fazlası vardır; MHP ile ittifak, iktidar partisine, sadece bu zorluğa aşmasına imkân vermemekte, aynı zamanda Ankara’nın Washington ile olan (olabilecek olan) “bir kısım” ilişkilerinin Türk kamuoyunda (seçmen katında) dikkati çekmemesine de katkı sağlamaktadır.
Mart 2019’a kadar daha epeyi bir süre var. Bu süre içerisinde, bir taraftan bölgede gerginliğin artması, diğer taraftan Türkiye’de siyasal anlamda sürpriz gelişmelerin yaşanması benim için sürpriz olmayacaktır. Bugün itibarıyla, bunları ihtimal dışı durumlar olarak görmüyorum.
İktidar, eğer isterse, kendisi hakkındaki istifhamları ve kendisi ile ilişkilendirilen ihtimalleri ortadan kaldırabilir. Bunun en somut ve inandırıcı yolu, bana göre, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik büyüyen tehdidin konuşlandığı Suriye’nin kuzeyine yönelik askeri tahkimatta (ABD’nin kendi askeri varlığını takviye etmesinde ve YPG terör örgütünü silahlandırmada) kullandığı kara-hava güzergâhına eğilmesidir. Türkiye, deniz, kara ve hava ülkelerini bu sevkiyatta kullandıran ülkeleri, açıkça uyarabilir ve bu uyarısını BM kayıtlarına geçirebilir. Hatta bu konudaki ciddiyetini dışa vurmak adına, bazı sevkiyatları “bir şekilde” sekteye uğratıcı (her devletin yaptığı) adımları atabilir, eylemleri yapabilir diye düşünüyorum.
Menbiç’te ortak devriye görevi, çok ciddi bir konudur. Ne yazık ki, konunun arz ettiği ciddiyet, yukarıda belirtilenler ile sınırlı değildir. Rusya ve İran faktörleri vardır. Rusya, bir süredir. ABD’nin Fırat’ın doğusunda yapmak istediklerine işaret etmekte, bundan duyduğu rahatsızlığı ifade etmektedir. İran da, bilindiği üzere, yine ABD ile karşı karşıyadır, yine ABD yaptırımlarına konu olmuştur. İlk bakışta, Rusya’nın ve İran’ın bu durumları, bu iki ülkeyi Türkiye ile aynı paydada buluşturduğu ve bunun, Menbiç de dâhil Fırat’ın doğusu konusunda ABD (ve bölücü-ayrılıkçı Suriye Kürtleri ya da YPG terör örgütü) karşısında Türkiye’ye güç verdiği de düşünülebilir. Bu, gerçekçi-doğru bir düşüncedir. Ancak Ankara’nın ABD’ye olan “meyli” ve Ankara’nın Kaşıkçı olayındaki duruşuna ilişkin yukarıda değinilen çağrışımlar (Ankara’nın “BOP Eş Başkanlığı”, Kaşıkçı olayının Suriye krizinin başlangıç dönemini çağrıştırması, Arap Baharının Suudi Arabistan ile devam etme ihtimali gibi hususlar) hatırlandığında, Türkiye’nin “gerçekte” Rusya ve İran ile aynı paydada olmayabileceği gibi bir ihtimal belirmektedir. Bu ihtimale bakarken, önce, Suriye’nin askeri/güvenlik, ekonomik ve politik açıdan Rusya için son derece önemli olduğunu görmek gerekir. Sonra da, acaba Suudi Arabistan’ın Arap Baharına konu olup Sünni İslam Dünyasındaki yerini Türkiye’ye kaptırmasını İran askeri/güvenlik, politik ve ekonomik açılardan nasıl karşılar diye sormak gerekir. Bu mülahazalar ışığında, ne Moskova’nın, ne de Tahran’ın, Menbiç’teki ortak devriye görevini “rutin”, “olması gereken”, “masum” ya da “samimi” bulduklarını düşünüyorum. Yani ABD’ye “meylini” kaybetmemesine rağmen koşullar nedeniyle bunu dışa vuramayan bir Ankara için, Moskova’yı ve Tahran’ı karşısına alma ihtimali de söz konusu olabilecektir. Ankara, Suudi Arabistan’dan “rol çalabilir” mi ve “çalacağı role” ne kadar güvenebilir, bunu bilemiyorum.
Sonuç olarak; Menbiç’teki ortak devriye görevi önemlidir. Ankara, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü dikkate alarak, konuyu çok geniş bir açıdan, orta ve uzun vadeli olarak, ele almak durumundadır. MHP’nin de, bütün bunların farkında olarak, iktidar partisine müzahir bir duruş sergilediğini varsaymak icap eder. Milli ve coğrafi bütünlüğü hedef alan tehdidin kazandığı endişe verici boyut karşısında MHP’nin iktidar partisine müzahir duruşu, “fren ve denge” işlevini yerine getirebilirse, elbette ki önemli, değerli ve isabetli olacaktır. Ancak bugün itibarıyla görünen, MHP’nin iktidara müzahir duruşunun iktidar üzerinde yol açtığı etkinin, bu işlevi yerine getirmenin çok gerisinde olduğudur.
Son bir husus: Menbiç’teki ortak devriye görevine ilişkin yukarıdaki mülahazalardan, “Türkiye’ye özgü Cumhurbaşkanlığı sisteminin”, uluslararası ilişkiler (dış politika) üzerinden ve ilk defa, zor bir sınavdan geçtiği ya da geçmek üzere olduğu algısı da çıkarılabilmektedir. “Yürütmenin denetimini” sıkıntılı görüyorum. MHP’nin iktidara müzahir duruşunun bundan kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmiyorum. Kaynaklanıyorsa, bunun demokrasi ve hukuk devleti bağlamında değerlendirilmesi ayrı bir konudur ve hiç şüphesiz bu konu tartışmaya açık olacaktır. Bakalım MHP’nin iktidara müzahir duruşu üzerinden yarattığı “fiili durum”, denetime ilişkin sıkıntıyı aşma açısından anlamlı olacak mı, olmayacak mı?
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 03 Kasım 2018.