KAŞIKÇI OLAYI: ARAP BAHARI SUUDİ ARABİSTAN İLE DEVAM MI EDECEK?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

Kaşıkçı olayında gelinen nokta, Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldüğü (öldürüldüğü) ve Riyad’ın bunu açıklamaya hazırlandığı yönünde… Başkan Trump, böyle bir durumda, ABD’nin Suudi Arabistan’a “cezai” yaptırımlar uygulayacağını açıkladı. ABD ve Batı medyasında da, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Salman ile “balayı” döneminin sona erdiğine dair haber ve yorumlar yer alıyor.

Kaşıkçı olayında bugün itibarıyla görünen tablo, Suudi Arabistan’ın insan haklarını açıkça ve ağır bir şekilde ihlal ettiği, diplomatik ilişkilerin yürütülmesine dair uluslararası hukuk düzenlemelerini bu ihlalde istismar ettiği şeklinde ele alınıyor, takdim ediliyor. Batı, bir bütün olarak, Kaşıkçı olayı üzerinden Suudi Arabistan konusunda adeta ayağa kalkmış gibidir. Bu, dikkat çekici bulunmaktadır. Niye? Çünkü Suudi Arabistan’ın insan hakları ve uluslararası hukuk karşısındaki durumu/duruşu Kaşıkçı olayı üzerinden yeni ortaya çıkmış ya da yeni fark edilmiş değildir. Hemen herkes, “dinden çıkmış Sünni cihatçıları” Suudi Arabistan ile ilişkilendirirken, bu cihatçılar “kafir” diye nitelediklerinin kafalarını din adına keserken, ABD’deki 11 Eylül saldırıları Suudi Arabistan ile ilişkilendirilirken, hatta 11 Eylül saldırılarından mağdur olmuş Amerikalılara Suudi Arabistan’a karşı dava açma yolunu açan bir kanun Kongre’de kabul edilirken, Suudi Arabistan’ın insan haklarını ihlal ettiğini ve uluslararası hukuku açıkça çiğnediği görülmüyor, şimdi Kaşıkçı olayı üzerinden görülüyor ve gündeme getiriliyor!… Bu durum, dikkat çekici değil midir?

Yemen’de bir çatışma var. Masum siviller bombalanıyor, çocuklar ölüyor, açlık ve bulaşıcı hastalık kol geziyor. Suudi Arabistan, Yemen’deki bu çatışmaya doğrudan taraf ve bu tablo ile de ilişkilendiriliyor…

Suudi Arabistan’ın insan haklarını ve uluslararası hukuku “ağır” olarak ihlal ettiği, bütün bunlarda görülmüyor, şimdi “bireysel” bir olay (Kaşıkçı olayı) üzerinden görülüyor!… Dikkati çekmiyor mu? Niye diye sormak, sorgulamak gerekmez mi? Niye şimdi? Amaç ne? Bu işin sonu nereye varabilir? Perdenin gerisinde ne olabilir?

Bu sorular bağlamında aklıma hemen Arap Baharı geliyor. 2010 yılında K.Afrika’da başlayıp Ortadoğu’ya sirayet eden, 2011’de Suriye’de kendisini gösteren, bugünkü Suriye krizinin arkasındaki Arap Baharı… K.Afrika’nın ve Ortadoğu’nun halklarını, daha iyi yaşam koşullarına kavuşturacak, onları her türlü endişeden kurtaracak, demokratik haklara sahip olup kullanmalarına ve bu suretle ülke yönetime katılmalarına, insanca yaşamalarına imkân verecek “özgürlük rüzgârı”… Aradan sekiz-dokuz yıl geçti, anılan coğrafyalarda bunların hiç biri gerçekleşmedi. K.Afrika’nın ve Ortadoğu’nun bugünkü görüntüsü, sekiz-dokuz yıl öncesinden çok daha kötü… Hayatını kaybeden yüz binlerce insan, milyonlarca yaralı, yıkılmış viraneye dönmüş yerleşim yerleri, yerlerinden edilmiş sefalet içinde bir yaşam sürmek zorunda bırakılmış on milyonlarca insan, yağmalanan değerler, yardıma muhtaç dolayısıyla her şeyi yapmaya hazır bölünmüş/parçalanmış halklar, çöken ülke ekonomileri ve yönetimleri, ekonomiyi ve yönetimi ele geçirmek için biri birleri ile çatışan, parçalanmış ülke görüntüleri… Arap Baharının uğramış olduğu güneyimizdeki Suriye’nin mevcut görüntüsü, bunun çok somut bir örneği değil mi?

Arap Baharında sekiz-dokuz yılda gelinen nokta bu… Gözü K.Afrika’da ve Ortadoğu’da olan kim varsa, onlar, savaşmadan, silah kullanmadan, “yumuşak güç” üzerinden hedeflerine ulaşmışlardır!… Onlar çok ciddi harcama yapmadan hedefine ulaşırken, özgürlüğe ve daha iyi yaşam koşullarına kavuşacağını umut eden halklar daha fakir olmuş, daha kötü koşullarda yaşar hale gelmiştir. Arap Baharını ortaya atan ve K.Afrika ile Ortadoğu’da sekiz-dokuz yılda böyle bir tablonun ortaya çıkmasına neden olan ABD (ve Batı), şimdi Kaşıkçı olayı üzerinden Suudi Arabistan’ı hedef almış, cezai yaptırım uygulama tehdidinde bulunuyor.

Kimse şunu görmüyor: Bugün Suudi Yönetimini hedef alanlar, dün (2011 yılında) benzer şekilde Beşar Esad Yönetimini hedef almışlardı… Buradan, Arap Baharı’nda yeni hedefin Suudi Arabistan olduğu çıkar mı, çıkmaz mı? Çıkacağını değerlendirmekle kalmıyor, genişletilmiş “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)”nin yeniden uygulamaya konulduğunu da düşünüyorum.

Çok ayrıntıya girmeyeceğim. K.Afrika’nın ve Ortadoğu’nun jeopolitiği herkesçe bilinmektedir. Aradan geçen süre içerisinde küresel koşullarda meydana gelen değişimin bu jeopolitiği nasıl etkilediği tartışmaya açık bir husustur. Tartışmaya açık olmayan husus, K.Afrika’nın ve Ortadoğu’nun enerji politiğidir. ABD’nin enerji yönünden Ortadoğu’ya bağımlı olmaktan çıkıp Dünyanın en büyük enerji üreticilerinden biri olması, enerjipolitik açısından K.Afrika’nın ve Ortadoğu’nun değerini korumasına yol açmıştır. Çünkü Dünyanın petrol ve doğalgaz zengini ülkelerinden biri haline gelmesi, ABD’yi enerjide pazar arayışına, enerjide rekabete itmiştir. BOP’un ve Arap Baharı’nın ABD’nin bu arayışının ürünü olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. ABD için erişimi (ele geçirilmesi) en kolay enerji pazarı, enerji tüketimi artık yatay bir seyir izlese de Avrupa’dır. K.Afrika’da ve Ortadoğu’da, son sekiz-dokuz yılda yaşananlara ve halen yaşanmakta olanlara bakılınca, olayların ya enerji üreticisi/satıcısı ülkelerde ya da enerji ulaşımını kontrol açısından önem arz eden coğrafyalarda yaşandığı görülür. Irak, Mısır, Suriye, İran ve şimdi de sırada Suudi Arabistan…

ABD, sadece zengin enerji kaynaklarına pazar arayışı içinde değildir. ABD’nin, bu arayışını “medeniyetler çatışması” tezi ile birleştirme çabası içinde olduğu da düşünülmektedir. Çünkü bu suretle, hem Avrupa enerji pazarına erişimini kolaylaştırmış, hem de enerjide pazar arayışını medeniyetler çatışması bağlamında “Batı medeniyetini” önce “İslam” sonra da “Konfüçyusluk” medeniyet grupları karşısında güçlendirme çabası olarak takdim edip Batının Avrupa kanadının desteğini arkasına almış (arkasında tutmuş) olacaktır.

Yukarıdaki hususlar ve Türkiye’nin BOP’a (Arap Baharı’na ve Suriye krizine) ilişkin duruşu birlikte mütalaa edildiğinde; (i) Kaşıkçı olayı, (ii) Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan vatandaşı olması, (iii) olayın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda (Türkiye’de) geçmiş olması, bana çok anlamlı gelmektedir. Daha somut bir ifadeyle, BOP ve Arap Baharı bağlamında Ortadoğu’daki yeni hedefin Suudi Arabistan olabileceği değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak da, Kaşıkçı olayı hakkında bugünlerde medyada geçenlere fazla itibar edilememektedir.

ABD’nin hedefinde Suudi Arabistan’ın olduğu ve Kaşıkçı olayının bir bahane olarak kullanıldığı, kabul edilebilir bir durum olarak gözükmektedir.

Deniliyor ki, ne ABD Suudi Arabistan’ı karşısına alabilir, ne de Suudi Arabistan ABD’yi… Nedeni de, Suudi Arabistan’ın ABD’den yüklü miktarlarda silah satın alması ve bu ihtiyacını başka bir ülkeden karşılayamayacak olmasıdır. Bu, bir yönüyle doğrudur. SIPRI (Stockholm International Peace Research Institute) verileri ile, 2017 yılında, Çin Suudi Arabistan’a 20 milyon dolar tutarında silah ihraç etmiş iken, ABD 3.4 milyar dolar tutarında silah satmıştır. ABD ile Suudi Arabistan’ın, yıllara sari, tutarı yüz milyar doların üzerinde olan bir silah anlaşmasını yakın zamanda imzaladıkları ve bunun bir tedarik takvimine bağlandığı da bilinmektedir. Bu tabloda ve bugün itibarıyla, elbette ki, Çin’in son dönemde Körfez ülkelerine silah satışında belirgin bir artış olmasının fazla bir değeri olmayacaktır. Denilebilir ki, Suudi Arabistan silah ihtiyacını Rusya’dan karşılayabilir. Ancak Suriye krizine askeri açıdan ileri derecede angaje olmuş, orta ve doğu Avrupa ile Karadeniz’de Batı ile karşı karşıya, ABD ile sorun yaşayan ve “dinden çıkmış Sünni cihatçıları” tehdit olarak algılayan Rusya’nın Suudi Arabistan’ın silah ihtiyacını karşılamaya ne kadar istekli olabileceği tartışmaya açıktır. Bu noktada, Rusya ile ilgili olarak, bir taraftan, ABD’yi “dinden çıkmış Sünni cihatçılar” ile ilişkilendiren iddiaları; diğer taraftan da, Pekin-Moskova ilişkileri bugün yakın gözükse de, Çin’in Suudi Arabistan ile yakınlaşmasının orta ve uzun vadede Moskova tarafından nasıl karşılanacağı sorunsalını hatırlamak uygun olacaktır.

İran ile olan rekabetinin, angaje olduğu sorunların ve bağlantılarının, silah ihtiyacının karşılanmasını Suudi Arabistan için önemli kıldığı açıktır. Ancak bu konu, başka boyutlara da sahiptir.

Politik, ekonomik ve askeri açılardan ABD-Suudi Arabistan ilişkilerine bakıldığında, bu ilişkinin çok genel olarak iki ayak üzerine kurulu olduğu ve işlediği görülür. Bunlar enerji ve silah ayaklarıdır. İlişkinin enerji ayağı ciddi şekilde değişmiştir. ABD’nin artık Suudi petrolüne ihtiyacı yoktur. Kendisi Dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olmuştur ve Suudi Arabistan, artık enerjide ABD’nin rakibidir. Yani ABD için, petrole ödenen parayı silah satarak geri alma dönemi kapanmıştır. Ayaklardan biri, bu suretle erimiştir. Bu erime, doğrudan ikinci ayağı (silah ayağını) da etkilemiştir. Suudi Arabistan, hala ABD’den silah almaktadır ama, artık ABD’ye petrol satamadığı (ABD pazarını kaybettiği) için, aldığı silahların parası ABD’den gelen “petrol parası” ile ödeyememektedir. Suudi ekonomisinin içinde bulunduğu durum, ödemenin her gün biraz daha zorlaşacağına işaret etmektedir. Bir taraftan düşen petrol fiyatları, diğer taraftan artan savunma harcamaları ile birlikte, Suudi ekonomisi sıkıntı içine girmiştir. Suudi Arabistan, artık silah faturasını petrol geliri ile karşılamakta güçlük çekmektedir. Bu nedenle bazı önemli devlet kurumlarını (örneğin Aramco’yu) kısmen halka açmak ve uluslararası tahvil piyasasından borç almak durumunda kalmıştır. Yabancı yatırımcıları ülkeye çekmek için,23-25 Ekim 2018 tarihleri arasında, Riyad’da, “Çölde Davos-Davos in the Desert” adı ile bir Yatırım Konferansı düzenleme ihtiyacı duymuştur. Yani ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini sırtlayan enerji ve silah ayakları ciddi bir değişim göstermiş, iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlılık durumu ortadan kalkmıştır. Koşullar değişmiştir. Bu nedenle, Riyad-Washington ilişkilerinin dün olduğu gibi bugün de yürüyebileceğinin düşünülmesi gerçekçi gelmemektedir.

Bu noktada, yukarıda silah tedariki bağlamında değinilen konuya bir kere daha dönülüp, Riyad-Washington ilişkilerinde gözlemlenen bu durumun neden olduğu (olacağı) boşluğun Pekin tarafından doldurulmak istenip istenmeyeceği de sorgulanabilir. ABD ile yaşadığı ticaret savaşı ve yürüttüğü rekabet, enerji ihtiyacı, AB ile olan ilişkileri ve benzeri hususlar hatırlanarak, ilk bakışta, Çin’in söz konusu boşluğu doldurmaya adeta “balıklama atlayabileceği” düşünülebilir. Ancak bu kanaatte değilim. Çünkü Çin’in bugüne kadarki uygulamalarından çıkarılabilen dış politika anlayışı ile başta “Bir Kuşak Bir Yol” projesi olmak üzere angaje olduğu diğer projeler, yatırımlar ve sorunlar, bugün itibarıyla, Çin’in Suudi Arabistan-ABD ilişkilerinde ortaya çıkacak boşluğu doldurmaya fazla istekli olmayacağı değerlendirmesine yol açmaktadır.

Eğer bu çalışmada bir tahmin/değerlendirme olarak işaret edildiği gibi ABD “özgürlüğe kavuşturmak” için (!) Suudi Arabistan’ı karşısına alır ve Çin de “boşluktan” istifade ile Suudi Arabistan’ın yanında ve ABD’nin karşısında açık bir duruş gösterir ise; bu, Çin için çok ciddi olumsuzluklara yol açabilecektir. İlk akla gelen, Çin’in insan hakları ve özgürlük sicilinin gündeme taşınıp istismar edilmesidir. Bu, Çin’e büyük zarar verme potansiyelini içeren bir durum olarak görüldüğü için, Pekin’in (bu ülkedeki yatırımlarını da dikkate alarak) Riyad ile arasındaki mesafeyi korumayı tercih etmesi kuvvetle muhtemel görülmektedir.

Suudi Arabistan açısından güncel tablo, yukarıda belirtilenlerle bitmiyor.

ABD’nin Suudi Arabistan’ı hedef aldığı bir durumda Rusya’nın ve/veya Çin’in Riyad’ın yanında yer alma ihtimalinin çok zayıf gözükmesinden ayrı olarak; Suudi Arabistan, içeride ve dışarıda, ya ciddi sorunları yaşamaktadır ya da ciddi potansiyel sorunlar ile karşı karşıya bulunmaktadır. Ülkenin doğusundaki Şii nüfus ve Yarımadaya bitişik Katar ciddi sorundur. Basra Körfezi’nin karşı kıyısındaki İran ile rekabet içindedir. Ve İran, artık sadece Yemen’de değil, Irak’ta, Aden Körfezi’nde ve Babül Mendep Boğazı’nda da kendisini göstermektedir. Güneyinde Yemen’deki çatışmaya taraftır. İstikrarsızlığı yaşayan Irak ve istikrarsızlığa açık Ürdün, kuzeyden komşularıdır. Bu iki ülkeye bitişik (İran varlığının öne çıktığı) Suriye, Suudi Arabistan’a çok da uzak değildir. İslam’ın kutsal mekânlarını barındırmasının, kendisinin de rolünün (sorumluluğunun) bulunduğu bölünmüş/parçalanmış İslam (ve Arap) Dünyası nezdinde Suudi Arabistan’a ne denli güvenilir bir destek kazandıracağı, bugün her zamankinden daha çok tartışmalıdır.

Bu tablo, Suudi Arabistan’ın ABD tarafından hedef alınmasını kolaylaştıran bir tablo değil midir? Kaşıkçı olayı üzerinden ABD’den gelen cezai yaptırım tehditlerine Riyad’ın  “karşılık veririz”, “misillemede” bulunuruz demesi ne kadar inandırıcıdır? Riyad, herhalde kendisini hala Yom Kippur Savaşı (1973) devam ederken “petrol silahını” kullanabildiği günlerdeki gibi görüyor!… Halbuki petrol silahı, sekiz yıl süren, her iki tarafın da petrol üreticisi olduğu İran-Irak savaşında (1980-1988) bile çok fazla öne çıkmamıştır. Aradan geçen süre içerisinde, petrol arzına katkı sunan yeni aktörler ortaya çıkmış, petrol arzında ciddi bir artış olmuştur. Hal böyle iken, bugün Suudi Arabistan’ın petrolü bir silah olarak kullanabileceğini düşünmesi ne kadar gerçekçi olacaktır?

Bir süredir Suudi Arabistan’dan gelen, Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile ilişkilendirilmiş reform haberleri, konu bağlamında önemli bulunan bir başka husustur. “Ilımlı İslam”dan bahsedilmiştir. Kadınlar lehine bazı adımlar atılmıştır. Suudi Arabistan’ın Kızıldeniz kıyılarında Batılı ülkelere hitap edecek turizm yatırımları gündeme gelmiştir. Bu gelişmeler, doğal olarak, Suudi Arabistan’ın Arap Baharı tehdidi altında olduğuna ve Riyad’ın bunu savuşturma çabası içine girdiğine işaret etmektedir.

Konu bitmiyor. Daha başka hususlar da var. ABD Başkanı Trump, geçtiğimiz günlerde, diplomatik teamüllere ve nezaket kurallarına uymayan bir açıklama yaparak, Suudi Arabistan’da, ABD Ordusunun desteği olmasa, Kral’ın iki hafta bile iktidarda kalamayacağını açıklamıştı. Çalışmanın konusu ve yukarıda belirtilenler ışığında, bu açıklamanın, hem Riyad’ı zayıf ve güçsüz göstermek suretiyle iç ve dış muarızlarını Riyad karşısında tahrik ve teşvik etmek, hem de onları Riyad karşısında etkisine açmak amacı taşıdığı değerlendirilmektedir. Hatta bu açıklama üzerinden, bir taraftan Ortadoğu’da sırtlarını ABD’ye dayamış diğer ülke yönetimlerine gözdağı verildiği, diğer taraftan da bu tür ülkelerin halklarına bir umut olarak “ABD seçeneğinin” hatırlatıldığı da akla gelmektedir.

İngiltere, Suudi Arabistan’a güneydoğudan komşu olan ve Hürmüz Boğazı’na girişi-çıkışı kontrol eden Umman’da, geçtiğimiz günlerde geniş kapsamlı bir askeri tatbikat gerçekleştirmiştir. Tatbikat, medyada, Rusya ile muhtemel bir karşılaşmaya hazırlık olarak yer almıştır. İngiltere, ABD ile birlikte hareket eden bir ülkedir. Ve askeri tatbikatlarda yer seçiminde gözetilen en temel husus, muhtemel çatışma alanı ile benzerlik arz etmesidir. Rusya, oldukça büyük bir ülkeye sahip olmasına rağmen, Umman’ın coğrafya ve iklim koşullarına benzer bir coğrafyaya (toprağa) sahip değildir. Bu durumda, eğer tatbikat Rusya ile ilgili ise, iki ihtimalden söz edilebilir. Birincisi, Rusya’nın Suriye’de hedef alınması; diğeri de, İran ile birlikte hareket edebileceği varsayılarak Rusya’nın İran’da hedef alınmasıdır. Ancak, ne Suriye, ne de İran, yaşananlara rağmen, İngiltere’nin ABD ile birlikte, Rusya’yı buralarda eylemli olarak karşılarına alabileceği hedeflerdir. ABD’nin yanında İngiltere olduğu halde, Suriye’de ve/veya İran’da Rusya’yı karşısına alması çok zayıf bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Çünkü çok ciddi güçlükleri, riskleri vardır. Buna karşılık Suudi Arabistan, (Suriye ve/veya İran’a göre) ABD (ve İngiltere) için daha kolay bir hedef olarak gözükmektedir. Umman ile Suudi Arabistan’ın coğrafya ve iklim koşullarının örtüşmesi, bir ihtimali ayrıca beslemektedir.

ABD’nin hem bölgede hem de Suudi Arabistan’da öne çıkan bir askeri varlığı vardır. Yıllardır bölgededir ve Suudi Arabistan’dadır. Bölgeyi ve Suudi Arabistan’ı tanımaktadır. Suudi Arabistan’a sattığı silahlar üzerinden, hem bu ülkenin askeri imkân ve kabiliyeti hakkında bilgi sahibidir, hem de bu imkân ve kabiliyeti boşa çıkarmada büyük avantaj sahibidir. Hatta Suudi Arabistan’a satılmış silahların bu ülkeye yönelik muhtemel bir müdahalede “yedek” lojistik kaynağı olarak kullanılması bile mümkündür.

Bir süredir Irak’ın ve İran’ın güneyinde yaşanan protesto gösterileri, halkın ülke yönetimlerine olan tepkilerini sokağa taşıması ile, İran’ın baskı altında tutulması da, yine Suudi Arabistan’a yönelik muhtemel bir müdahalenin işaretlerini “örtme” (gözlerden uzak tutma) işlevi yüklenmiş gelişmeler olarak görülmektedir. Kaşıkçı olayının, ABD’nin İran planlarını zora soktuğu yolundaki iddialar ise, fazla anlamlı bulunmamaktadır.

Sonuç olarak; Kaşıkçı olayı, yukarıdaki mülahazalar ışığında, BOP’un ve Arap Baharı’nın Suudi Arabistan üzerinden yeniden canlanabileceğine işaret eden bir gelişme olarak görülmektedir. Suudi Arabistan, enerji piyasasındaki konumunu güçlendirmek ve bu suretle enerji zenginliğini değerlendirmek açısından ABD için “yönelinebilecek” bir hedef olarak gözükmektedir. Gördüğüm bu. ABD’nin muhtemel görülen bu girişiminin içerdiği güçlükler, riskler, sonuçları, bu çalışmada ele alınmamıştır. Keza konu bağlamında Türkiye’ye de değinilmemiştir. Nedeni, Suriye krizinin bütün vahameti ile ortada duruyor olması…

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 18 Ekim 2018.


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.