Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun geçtiğimiz 29 Ocak (2018)’ta Moskova’ya yaptığı ziyaretin ele alındığı bir yazıda[i]; İsrail’in, son dönemde, genelde Rusya ile ilişkileri ihmal ettiği ileri sürülmüş ve bunun nasıl telafi edildiğine (edileceğine) işaret edilmiştir. Yazıda, Netanyahu’nun Moskova’ya yaptığı ziyarete ilişkin olarak; Netanyahu ile Putin arasındaki “güven seviyesine” vurgu yapılmış, Moskova ile olan görüşmeler “derin, dürüst ve doğrudan” olarak tanımlanmış, bazı görüş farklılıklarına rağmen tarafların ortak çıkarlara sahip olduğuna dikkat çekilmiştir.
Yazıda öne çıkan bir başka husus da, Netanyahu’nun bu ziyaretinden hemen bir gün sonra, 30 Ocak (2018)’da, Rusya Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarından üst düzey temsilcilerinden oluşan bir delegasyonun İsrail’i ziyaret etmiş olmasıdır. Yazıdan, bu ikinci ziyaretin İsrail tarafından önerildiği ve ziyarette Rus yetkililere, Suriye’deki askeri işbirliğini koordine etme ve çatışma ortamının sona ermesinden sonra “stratejik çevrenin” yönetiminin nasıl olacağı konularında bilgilendirme yapıldığı anlaşılmaktadır. Keza İsrail’deki bu görüşmede, Rus askerlerinin İsrail-Suriye sınırında görevlendirilmesi, bu sınır bölgesine İran askerlerinin ya da İran yanlısı milislerin konuşlandırılmasının önlenmesi üzerinde de durulduğu, Yemen de dâhil Ortadoğu’daki durumun ele alındığı, bölgede ortaya çıkabilecek ciddi bir savaşın kazananının olmayacağına ve böyle bir savaşın izleyen yıllar için ciddi yıkıcı sonuçlarının olacağına değinildiği belirtilmektedir.
Ortadoğu’yu biraz yakından takip edenler, gerçekte İsrail’in bölgede Rusya’yı ihmal etmediğini, 2017 yılı içinde İsrail Başbakanı’nın Moskova’da ve Soçi’de Putin ile bir araya geldiğini, aralarında telefon görüşmeleri olduğunu hatırlayacaklardır. Bunlar hatırlandığında, yazının maksatlı olduğu, bu maksadın da bir taraftan Moskova’yı İsrail’in görüşleri istikametinde etkilemek, diğer taraftan da Washington’a, Tahran’a, Ankara’ya ve Şam’a mesaj vermek olduğu akla gelmektedir. İsrail, İran’ın bölgede güçlenmesinden ve “genişlemesinden” ciddi şekilde rahatsızdır ve bu rahatsızlığını telafi etmeye yönelik çok yönlü açık/örtülü çaba içindedir. Bu yazıyı da, İsrail’in söz konusu örtülü çabaları kapsamında mütalaa etmek mümkündür diye düşünüyorum.
Kurulmuş ve içinde İran bağlantılı unsurların da yer aldığı “Golan Kurtuluş Örgütü”nün varlığı, İsrail’e yönelik saldırıların yapıldığı Suriye’nin güneybatısındaki Şam Yönetiminin yerel ve küçük askeri karargâhlarında İran danışmanların bulunduğunun iddia edilmesi, İran’ın Lübnan’da ve Suriye’de füze imalat tesisleri kurmakta olduğunun ileri sürülmesi, İran’ın Irak ve Suriye (Golan bölgesi) üzerinden karadan İsrail’e erişim imkanına sahip bulunması, yine İran’ın İsrail’e yönelik muhtemel bir saldırı da Suriye limanlarını ve havaalanlarını kullanabilecek olması, bu bağlamda Suriye’de kalıcı İran deniz ve hava üslerinden söz edilmesi, bütün bunların “İran Yayı”na güç vermesi, İsrail’in İran’a ilişkin olarak son dönemde sıkça dile getirdiği hususlardır. Bu hususlardan hangilerinin ne kadar doğru olduğu tartışmaya açık olsa bile; İsrail, bunlar üzerinden, sadece İran’dan niçin rahatsız olduğunu ortaya koymakla kalmamakta, aynı zamanda İran’ı karşısına almasına “haklılık/meşruluk” katmakta, uluslararası kamuoyunu İran konusunda yanına çekmekte, İran’dan rahatsız olan ülkeleri etkisine açmakta, genişleyen İran tehlikesi üzerinden de “yeni İran rahatsızlıkları” yaratmaktadır.
Bunlara bakınca, doğal olarak insanın aklına, Netanyahu’nun Moskova’da Putin ile özellikle İran’a odaklanmış oldukları, asıl mesajın İran’a olduğu gelmektedir. Moskova-Tahran ilişkilerindeki yakınlık ile Moskova’nın Suriye krizine ilişkin Soçi sürecindeki yeri/işlevi de, bunu düşündürtmektedir. Ancak İdlib’te Rus savaş uçağının düşürülmesi ve Afrin’de bir Türk tankının imha edilmesi 29 Ocak’ta Moskova’da ve 30 Ocak’ta Tel Aviv’de gerçekleşen söz konusu görüşmelerden hemen sonra vuku bulduğu için, Netanyahu-Putin görüşmesinde, en az İran kadar, belki İran’dan çok Türkiye’nin de konuşulmuş olabileceği akla gelmektedir. Bunun akla gelmesine yol açan başka faktörlerden de söz edilebilir. İran, devlet geleneğini koruyan, ne yapacağı ya da yapmayacağı önceden az-çok tahmin edilebilen bir ülkedir. Batının ambargo uyguladığı yıllarda bile, dik durabilmiş, kendi koşullarında çözümler üretebilmiş, devlet olarak ciddiyetini koruyabilmiştir. Türkiye’de ise, son 15 yılda çok şey değişmiştir. Aralıksız ve tek başına 15 yıldan fazla bir süredir ülkeyi yönetenlerin sergilediği siyaset anlayışı, uluslararası ilişkilerinde Türkiye’yi yalnızlığa itmiştir. Devlet ciddiyetinde erime baş göstermiştir. Türkiye, artık muhataplarına güven vermemektedir, “güvenilir” bir ülke olarak gözükmemektedir. Siyasal, toplumsal, ekonomik ve askeri açılardan zaafa düşmüş bir görüntü vermektedir.
“Medeniyetler Çatışması” tezi bağlamında gündeme gelen İslam-Batı çatışması ile bu çatışmanın bir gereği ve tezahürü olarak görülen, maksatlı olduğu açık, “İslami terörizm” nitelemesi ortada duruyor iken; Türkiye, 15 yıl içinde, münhasıran “Sünni İslam” kimliği ile anılan bir ülke haline gelmiştir. “Sünni İslam” olgusu, söylem ve uygulama olarak Türk Dış Politikasının en çok göze batan yanı olmuştur. Dün “dinler arası diyalog” görüntüsü ile ortaya çıkmış Türkiye, bugün bunun tam aksine “kavgacı/çatışmacı” bir üslup ile “Muhammed Ümmeti”nin hamiliğine soyunmuş görüntüsü ile kendisini belli etmektedir. Buna şunun için değindim: Türk Dış Politikasının gelinen noktada arz ettiği bu görünüm, Türkiye’nin, sadece Batı ile (ve diğer medeniyet grupları ile) olan ilişkilerini olumsuz etkilemekle kalmamış, İslam Dünyası ile olan ilişkilerini de olumsuz etkilemiştir. Türk Dünyasını hiç söylemiyorum, adı bile geçmiyor. Yani Türkiye’nin “yalnızlığı”, sadece Batılı ülkeler ile sınırlı kalan bir yalnızlık değildir, kapsayıcıdır, ciddidir ve sonuçları çok ağır olabilecek bir yalnızlıktır. Netanyahu-Putin görüşmesinde, en az İran kadar, belki İran’dan çok Türkiye de konuşulmuş olabilir derken, bu düşüncenin arkasında bunların da olduğunu belirtmek ve bu bağlamda Türkiye’nin Kürtler konusundaki “güvensizlik” yansıtan yaklaşımını da ihmal etmemek gerekir.
Fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Burada akla gelen soru şu: Netanyahu, Putin’e, İran ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmeyi ihsas etmiş olabilir mi? Ya da İran’ın daha zor, Türkiye’nin ise İran’a göre daha kolay bir hedef olarak algılanmasının etkisinde, münhasıran Türkiye konuşulmuş olabilir mi? Acaba Türkiye mi hedef alınacak, bu mümkün mü?
Bu sorulardan yola çıkıldığında, İran’ın Afrin operasyonunun durdurulması talebi de, farkı bir yoruma neden olmaktadır. Acaba İran, Türkiye’den Afrin operasyonunu durdurmasını talep ederken, aynı zamanda Türkiye için söz konusu olabilecek yukarıda belirtilen ihtimale işaret etmek istemiş olabilir mi? “Komşu”, “kardeş” ve “dost” bir ülke olarak İran’ın, Türkiye’ye “iyi niyetini” göstermek ve Türkiye’nin dikkatini asıl “büyük oyuna” çekmek istediği düşünülebilir mi?
Bir ülkenin varlığı ve geleceği ile doğrudan ilgili olduğu için, dış politikaya (uluslararası ilişkilere) dair bu tür ihtimaller, önemli kabul edilir. Bu önem de, bu ihtimallerin gündeme gelmesinin, sürprizleri ortadan kaldırmasına, riskin ve/veya fırsat farkına varılmasına aracılık etmesinden ileri gelir. Ancak yukarıda verilen Türkiye ile ilgili ihtimallere ve İran ile ilgili mülahazalara yaklaşırken; ABD’ye “büyük şeytan”, İsrail’e de “küçük şeytan” diyen Humeyni rejiminin, İran-Irak savaşı sırasında bu iki ülkeden doğrudan ve dolaylı olarak silah desteği aldığını da unutmamak gerekir.
Konu İsrail’in Rusya’yı ihmal edip etmemesinden açılmıştı. Onunla bağlayalım. Son birkaç gündür, Türk, Rus ve Batı medyasında yer alan haberlerden, Ankara-Moskova ilişkilerinde yeniden olumsuza doğru bir değişim algısı edinilmektedir. Bu algı, Türkiye için iyi bir algı, iyi bir işaret değildir. Türkiye, sorunun/krizin parçalarından biri olmaktan çıkıp, sorunun/krizin kendisi haline gelebilir. Bu nedenle, Ankara’nın, hem Netanyahu-Putin görüşmesini, hem de Tahran’dan Afrin operasyonu konusunda gelen talebi, yukarıdaki mülahazalar ışığında, biraz farklı gözlerle tezekkür etmesinde fayda görülmektedir.
Uygulamanın içinden gelen, çalışma ve ilgi alanı bu konular olan, birikim sahibi bir akademisyen olarak, bir kez daha ifade etmek isterim: Ankara, uluslararası ilişkilerinde Türkiye’den rahatsız olanların sayısını artırma sonucunu doğuran mevcut dış politika anlayış ve uygulamasını artık terk etmelidir. Sürdürülmesi, ileride Türkiye’yi çok ağır bedeller ödeme ile karşı karşıya bırakabilir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 07 Şubat 2018.
[i] https://dailynewsegypt.com/2018/02/06/oft-neglected-russian-connection/, 07.02.2018.