İKİNCİ YAZI: “METAL FIRTINA” ÇAĞRIŞIMLARI, SURİYE KRİZİ VE MENBİÇ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

I. ABD’nin Suriye üzerinden Türkiye’ye girip 14 gün gibi kısa bir sürede Türkiye’yi işgal etmesi üzerine bina edilmiş “Metal Fırtına” kitabının onlarca baskısı yapılmış, toplamda yüz binler ile ifade kitap satışa sunulmuştur. Bu, kitabın milyonlarla ifade edilen okuyucu kitlesinin ilgisini çekmiş olduğu anlamına gelir.

Bugün Irak’taki ve Suriye’deki mevut tablo ile bağlantılı olarak Ortadoğu’da yaşanan ve Türkiye’yi derinden olumsuz olarak etkileyen bir tablo mevcuttur. Türkiye, Suriye’de ABD ile karşı karşıya gelmiştir. ABD, Fırat’ın batısında kalan Menbiç de dâhil, Fırat’ın doğusundan başlayıp Suriye-Irak sınırına kadar uzanan Suriye’nin (Türkiye’ye bitişik) kuzeyinde YPG’yi ağır silahlarla silahlandırmaktadır.

Bir tarafta ABD’nin Suriye’den girip Türkiye’yi işgal etmesinin işlendiği “Metal Fırtına” kitabı, diğer tarafta da bugün Suriye’de karşı karşıya gelmiş Türkiye ile ABD tablosu var… Kitabın içeriği ile bugün Suriye’de ortaya çıkmış tablonun örtüştüğü izlenimi edinilmiyor mu? Ben böyle bir izlenimi çıkarabiliyorum ve bu yazı da, bu izlenimin ürünüdür. Milyonlarla ifade edilen bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekmiş olmasına rağmen, Suriye’de ortaya çıkan ve Türkiye’yi “beka” derecesinde tehdit eden tablo karşısında “Metal Fırtına” kitabının hatırlanmaması mümkün müdür?

Suriye’de ortaya çıkan, Türkiye ile ABD’nin karşı karşıya geldiği tablo, birden bire ortaya çıkmamıştır. Geçmişi 1991’e, hatta daha gerilere götürülebilen bir sürecin ürünüdür. “Metal Fırtına” kitabı, bu süreç içinde, ihtiyaca binaen ortaya çıkmış bir araç gibi gözükmektedir. Süreç işlemeye devam etmektedir. Yani sürecin (bu tablonun) devamı vardır. Çünkü hedefin Türkiye olduğu, Türkiye engelini aşmak olduğu değerlendirilmektedir. Onun içindir ki, süreç devam etmektedir, bunu beklemek ve buna hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu yazı, özellikle buna dikkat çekmek için kaleme alınmıştır.

2004 yılında yazılmış “Metal Fırtına” kitabı, aradan 14 yıl geçtikten sonra, bugün niye bu yazının ve önceki “birinci yazının” konusu yapıldı, kitap hala niye gündeme getiriliyor diye soranlar olabilir. Cevabı açık: ABD’nin Suriye’den girip Türkiye’yi kısa sürede işgal etmesinin işlendiği kitabın bu içeriği ile, bugün Suriye’de görülen Türkiye ile ABD’nin karşı karşıya geldiği tablo, biri birilerini çağrıştırdığı için… Türkiye, Suriye’den ciddi tehdit algılıyor. Öyle ki önce El Bab (Fırat Kalkanı) operasyonunu icra etmiş, şimdi de Afrin (Zeytin Dalı) operasyonunu icra ediyor. Ve ABD, algılanan tehdidin, dolayısıyla söz konusu operasyonlara ihtiyaç duyulmasının arkasında vardır. Ne yazık ki, tablo, bundan ibaret de değildir. ABD ile Suriye’de karşı karşıya gelmiş Türkiye, uluslararası ilişkilerinde yalnız da kalmış, dolayısıyla başka dış tehditlere ve risklere de eş zamanlı açık hale gelmiştir.

İşte bu mülahazalar ışığında, önceki “birinci” yazıda, “Metal Fırtına” isimli kitabın özetle içeriğine değinilmiş; şimdi de bu ikinci yazıda, kitabın içeriğinin yol açtığı çağrışımların etkisinde, ABD’nin neyin peşinde olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır.  Sovyetlerin dağılmasının ve “Çekiç Güç” uygulamasının, bugün Suriye’de gelinen nokta ile bir bağlantısı var mıdır? “Metal Fırtına”nın yayınlandığı 2004 yılından bugüne (2018’e) kadar Türkiye’de ne değişmiştir? Bu değişimler, “Metal Fırtına” kitabını niçin çağrıştırıyor? Bütün bunlar ışığında, genelde Suriye krizinde gelinen nokta, özelde ise devam eden Afrin (Zeytin Dalı) operasyonu Türkiye için niçin kritik önemi haizdir? Bu ikinci yazıda, aşağıda, bu ve benzeri sorulara cevap teşkil edeceği düşünülen hususlara yer verilmiş, anlam yüklemeleri yapılmıştır. Ayrıca, çalışma ve ilgi alanı uluslararası ilişkiler olan ve uygulamanın içinden gelen bir akademisyenin, bugün Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu dış tehdit ve riskleri karşılama ve bunları savuşturma konusunda anlamlı olabileceğini değerlendirdiği bazı tespitlerine ve görüşlerine yer verilmiştir.

II. “Metal Fırtına” kitabı, yazarları ve yayıncısı tarafından, “politik kurgu” türünden bir roman olarak tanımlansa da; bu, tartışmaya açık bir husustur. Çünkü “politik kurgu” türünden romanlarda, genellikle yazıldıkları yılların çok ilerisindeki dönemler (20-25 yıl sonrası) işlenir. Oysa hem 2004 yılının sonuna doğru yayınlanmış “Metal Fırtına” kitabında 26-27 ay sonrasında olabilecekler işlenmiş, hem de kitapta işlenenlerin bir kısmı aradan geçen süre içerisinde Türkiye’de hayata geçmiştir. Örneğin kitabın yayınlanmasından 31 ay sonra, Temmuz 2007 seçimleri yapılmış, yeni bir hükümet kurulmuş ve 2004’de yayınlanmış kitapta işlendiği gibi Recep Tayyip Erdoğan yine Başbakan, Abdullah Gül de Dışişleri Bakanı’dır. Bir başka örnek, kitapta her fırsatta, ABD’de gücün tek elde (Başkan’da) toplanmasının avantajlarına vurgu yapılmıştır ve Türkiye’de Nisan 2017’deki referandum ile birlikte parlamenter sistemden “partili cumhurbaşkanı” sistemine geçilmiştir. ABD’de olduğu gibi (!), bugün Türkiye’de bütün gücün tek elde toplandığı ve kararların artık hızlı alınmaya başlandığı konuşulmaktadır.

Bu tespitler nedeniyle, “Metal Fırtına” kitabının “politik kurgu” türünden bir roman olarak tanımlanması tartışmaya açıktır. Yine bu tespitler nedeniyle, kitaba Türkiye’yi ABD’nin küresel ve bölgesel hedefleri önünde bir engel olmaktan çıkarma ve ABD’nin bu hedefleri ile uyumlaştırıcı bir dönüşümden geçirme işlevinin yüklendiği, buna bağlı olarak da kitabın bir “özel operasyon” aracı olabileceği algıları ortaya çıkmaktadır.

III. Daha önce de ifade edildiği üzere, Metal Fırtına” kitabı, 2004 yılının sonuna doğru, ABD’nin Irak’ı işgalinin başladığı Mart 2003’ten yaklaşık 14-15 ay sonra yayınlanmıştır. Bu önemlidir. Ancak “Metal Fırtına” kitabının yayınlanmasındaki zamanlama, sadece bu açıdan önemli değildir. “Metal Fırtına”ya bakarken, geçmişi oldukça eskiye giden, iç içe geçmiş başka süreçleri de görmek gerekir. 2004 yılında “Metal Fırtına” diye bir kitap yayınlanıyor ve kitapta ABD’nin Suriye üzerinden Türkiye’yi işgal etmesi işleniyor… Bu, aşağıda değinilecek iç içe geçmiş süreçlerin muhtemel seyri konusunda 2004 yılında verilmiş bir işaret olarak görülmez mi? Türkiye ile ABD’nin Suriye üzerinden karşı karşıya gelebileceği yolunda 2004 yılında verilmiş bir mesaj olarak algılanamaz mı?

Gerek “Metal Fırtına” kitabında (Aralık 2004) ABD’nin Suriye üzerinden Türkiye’yi işgal etmesinin işlenmesinin, gerekse bugün (Şubat 2018) Türkiye ile ABD’nin Suriye’de karşı karşıya gelmiş olmasının ışığında, hatırlanan ve/veya akla gelen süreçler, tümden gelim yöntemine göre sırasıyla aşağıda verilmiştir.

a. Değinilmesi gereken ilk süreç, ABD’nin küresel hegemonya amacı ile ilgilidir ve hiç şüphesiz bu sürecin geçmişi Birinci Dünya Savaşı’na kadar götürülebilir. Birinci Dünya Savaşı’nın artık sona ereceğinin anlaşılmasından sonra, dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın Ocak 2018’de ABD Kongresi’nde yaptığı ve Osmanlı Devleti toprakları üzerinde yaşayan Türkler dışındaki halkların kendi kendilerini yönetme hakkının tanınması gerektiğine de işaret ettiği konuşması hatırlanabilir. Bu konuşma önemlidir. Çünkü ABD’nin, hem küresel hegemonya hevesine, hem de bu yolda Ortadoğu’ya duyduğu ilgiye işaret eder.

Ancak bu yazıda, bu süreç, Sovyetlerin resmen dağıldığı (çöktüğü) tarih olan 1991 yılından başlatılmıştır. 1991’de, Cumhuriyetçi Parti’den George H. W. Bush (“baba” Bush), ABD Başkanı’dır. Sovyetlerin dağılması, sadece ABD’yi uluslararası politikada tek süper güç olarak öne çıkarmakla kalmamıştır. Aynı zamanda, düşünce olarak, yeni muhafazakârlığa güç vermek ve “iştahlandırmak” suretiyle, ABD hegemonyasının yaygın ve kalıcı hale getirilmesini öngören, sonradan “saldırgan” olarak nitelenebilen, bir dış politika anlayış ve uygulamasının benimsenmesine de yol açmıştır. “Baba” Bush’tan sonra (arada Bill Clinton dönemi var), 2001 yılında George W. Bush’un (“oğul” Bush’un) aynı göreve gelmesi ve 2009 yılına kadar bu görevi yerine getirmesi, yeni muhafazakârlığın çok daha güçlenmesine ve etkisini bütün Dünyada daha çok göstermesine yol açmıştır. Saddam, Kuveyt’i işgal etmiştir. “11 Eylül” olayı yaşanmıştır. “Uluslararası terörizm ile savaş” bağlamında, önce Afganistan, sonra Irak işgal edilmiştir. İçerdiği “önleyici savunma” ve evrensel değerler uğruna ülkelerin iç işlerine karışılabileceği olguları ile dikkati çekmiş (özellikle bunlarla hatırlanan) ve bu nedenle “saldırgan” bir özelliğe sahip olduğu sıkça ifade edilmiş Bush Doktrini ortaya çıkmıştır. Maksatlı “İslami terörizm” nitelemesi bu süreç içinde ortaya çıkmıştır.

Keza Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de bu dönemde ortaya çıkmıştır. BOP’un sonradan kapsamının genişletilmesi ve Kuzey Afrika’nın da projeye dâhil edilmesi son derece önemlidir. Çünkü Ortadoğu, Kuzey Afrika ile birlikte, çoğu jeopolitik teoride, “Dünya hâkimiyeti” için gerekli görülen coğrafyalar olarak işlenmektedir. Yani “yeni muhafazakârların” ABD hegemonyasını bütün Dünyaya yayabilmeleri ve bunu kalıcı hale getirebilmeleri için, Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya ihtiyaçları vardır. 2010 yılında Kuzey Afrika’da başlayıp buradan Ortadoğu’ya sirayet eden “Arap Baharı” ve o süreçte ABD Başkanı Barack Obama, bir Demokrat… ABD Başkanı’nın “yeni muhafazakâr” Cumhuriyetçi ya da Demokrat olması bir şeyi değiştirmiyor; ABD’nin küresel hegemonya koşması ve bu yolda Ortadoğu’yu kontrol etme çabası devam ediyor…

Bu sürece bakarken, ABD’nin küresel hegemonya politikasında önemli bir yere sahip olan Ortadoğu’da, İsrail’i de görmek gerekir. ABD-İsrail birlikteliğini sadece jeopolitik mülahazalar ile açıklamak eksik olur. Buna, Cumhuriyetçilerin (özellikle ”yeni muhafazakârların”) dinsel açıdan İsrail’i (ve Yahudileri) kendilerine yakın görmelerinin de payı vardır. Obama döneminde ABD-İsrail ilişkileri sorunlu olmuştu. Ancak Obama döneminde ortaya çıkan Arap Baharı’na bakıldığında, gerçeğin öyle olmadığı görülebilmektedir. Eğer “Arap Baharı”nın (i) uygulama alanı, (ii) nasıl uygulandığı ve (iii) uygulamaların sonucu dikkate alınır ise, Arap Baharı’nın Ortadoğu’da İsrail’in çok işine geldiği anlaşılacaktır. Yani bu süreçte, ABD’nin yanında İsrail de vardır.

Bugün ABD Devlet Başkanlığı koltuğunda oturan Donald Trump da, Demokratik Parti’dendir, yani yeni muhafazakârlardandır. Önceki yeni muhafazakâr Başkanlar (“baba-oğul” Bush’lar) Donald Trump’a mesafeli dursalar da, bu, fazla anlamlı bulunmamaktadır. Çünkü (i) Donald Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı “yeniden, yine Büyük Amerika” söylemi, (ii) Trump Yönetiminin İsrail olan çok yakın ilişkileri, (iii) Trump Yönetiminin yaklaşık 13 aylık dış politika icraatı, (iv) ABD Dışişleri Bakanlığının üst yönetim yapısı ve benzeri diğer hususlar, Amerikan dış politikasının yine “yeni muhafazakâr” düşüncenin kontrolüne girdiğine işaret etmektedir. Bu, Trump döneminde de, küresel hegemonya peşinde koşan ABD görüntüsü ile karşılaşılacağı anlamına gelmektedir. Amerikan siyasetinde “baba-oğul” Bush’ların temsil ettiği Trump’a mesafeli duruş,  psikolojik olarak, Trump üzerinde, “yeni muhafazakârlığı” daha çok sahiplenmesine ve bunu daha çok dışa vurmasına neden olabilecektir. Bu, küresel hegemonya konusunda oldukça istekli, bunun için Ortadoğu’ya daha çok eğilen ABD demektir.

Suriye’de Türkiye’nin ABD ile karşı karşıya geldiği bugünkü tabloya bakarken, hem bu süreci görmek, hem de Trump döneminde bu sürecin daha hızlı ve güçlü olarak işleyeceğini beklemek gerekir.

b. Değinilmesi gereken bir başka süreç, bölgeye ilişkindir. Bu süreç, önceki süreç ile iç içedir. Onun bir parçasıdır. Bu sürecin geçmişi de daha fazla geriye götürülebilir. Ancak bu yazı ile ortaya konulmak istenen bakımından, bu ikinci süreç de İran-Irak Savaşının sonundan başlatılmıştır.

Hatırlanacak olur ise, İran-Irak Savaşının ateşkes ile sona ermesinden sonra Saddam Hüseyin’i kontrol etmek bir soruna dönüşmüştü. En azından uluslararası kamuoyu nezdinde böyle bir algı ortaya çıkmıştı ya da yaratılmıştı(!). Önce Kuveyt’e saldıran Saddam Hüseyin, çok uluslu güç sayesinde Kuveyt’ten çıkarıldıktan sonra bu kez yüzünü ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtlere dönmüştü. ABD, bu durum karşısında, “Irak Kürtlerini Saddam Hüseyin’in zulmünden korumak için”, kendisinin liderliğinde çok uluslu bir güç oluşturmuştu. “Çekiç Güç” adıyla, Mart 1991’de ortaya çıkan bu güce, Türkiye ev sahipliği yapmıştı. Daha sonra tavsayarak ve küçülerek “Kuzeyden Keşif Gücü” adını alan bu güç, ABD’nin Irak’ı işgale giriştiği Mart 2003’e kadar varlığını sürdürmüştü. ABD, bu çok uluslu güç sayesinde, 2003 öncesinde, hem Türkiye sınırı ile 36. paralel arasında kalan Irak’ın kuzeyinde askeri varlık bulundurabilmiş, hem de bu bölgede yaşayan Irak Kürtleri ile “yakından” ilgilenme fırsatını bulmuştu.

ABD, Mart 2003’te Irak’ı işgal edince, ülkenin yönetimini eline almış ve Irak’ta bir bölgeye sıkışıp kalmaktan kurtulmuş, Irak’ın tamamı ile “oynama” imkânını elde etmişti. 2010 yılında Irak’tan çekilme kararı aldığında ise, muharip unsurlarını bu ülkeden çekmiş ve çekilme işlemi 2011 yılı sonuna kadar devam etmişti. Ancak ABD bugün hala Irak’ta askeri varlık bulundurmaktadır. 2005 yılında yapılan anayasaya ve arkasından başlayıp devam eden seçimlere rağmen Irak’ın yönetimi üzerindeki nüfuzu devam etmekte, Irak’ta bulundurmaya devam ettiği askeri varlığı bunu kolaylaştırmaktadır.

ABD’nin Irak’ı kontrol ettiği dönemde, Irak Şiileri üzerinden İran da Irak’taki varlığını artırmış ve güçlendirmiştir. ABD Irak’ta iken İran’ın da Irak’ta güçlenmesi, Washington’un Kürtler ile ilgilenmesini kolaylaştırmıştır. Washington İran’ın Irak’ta “ilerleyişine”, Tahran da ABD’nin Kürtler ile ilgilenmesine ses çıkarmamıştır ki; bundan da, Washington ile Tahran arasında zımni bir anlaşma olduğu algısı çıkmaktadır. İlerleyen yıllarda bölgede ortaya çıkan tablodan;  Washington ile Tahran arasındaki bu anlaşmanın, bu ikili tarafından Suriye’ye taşınmış olduğu; bu kez, Washington’un İran’ın Suriye’de artan varlığına/nüfuzuna seyirci kaldığı, Tahran’ın da buna karşılık olarak ABD’nin Suriye Kürtlerine gösterdiği ilgiye seyirci kaldığı çıkarılabilmektedir.

Bu süreç bitmemiştir, devam etmektedir. Sürecin bugün geldiği noktaya bakıldığında, hem güncel tablo daha netleşmekte, hem de sürecin nasıl devamı edebileceği az-çok tahmin edilebilmektedir. (i) Irak Kürtleri, rafa kaldırılmış gözükse de, Eylül 2017’deki referandum sonrasında, ileri özerklik ile bağımsızlık arasında, ancak bağımsızlığa oldukça yakın bir noktaya gelmiştir. Suriye Kürtleri, yerel kantonal yönetimlerini kurmuş, bunları Suriye’nin kuzeyini kapsayan bir federasyon çatısı altında bir araya getirmiştir. (ii) ABD, Irak Kürtleri ile Suriye Kürtlerini, siyasal, askeri ve ekonomik açılardan güçlendirmiştir. Halen Irak ve Suriye Kürtlerini birleştirmek suretiyle, Kürtlere, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi ile devam eden ve buradan Doğu Akdeniz’e çıkan koridor şeklinde bir ülke kazandırmaya çalışmaktadır. Yani bölgede müstakil ve “Amerikan uydusu” olacak bir Kürt devleti ortaya çıkarmaya çok yaklaşmıştır. (iii) Türkiye ise, devam eden bu süreç içinde, hem rekabet içinde olduğu ve mezhepsel ayrışmayı yaşadığı doğu komşusu İran ile bütün güney sınırlarından da komşu olmuş, hem güneyinde doğrudan kendisinin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan ABD’nin “Kürt Koridoru”nu oluşturma çabaları ile karşı karşıya kalmış, hem de bu suretle ayrılıkçı Kürtleri ve ABD’yi karşısına almak durumunda kalmıştır.

Bu süreç, 2004 yılında yayınlanmış “Metal Fırtına” kitabının içeriğini önemli kılmıyor mu, kitaba yüklenmiş bir işlev olabileceğini çağrıştırmıyor mu?

Şubat 2018’de, Suriye üzerinden Türkiye’nin ABD ile karşı karşıya geldiği durumun oldukça kritik olduğuna ve niçin Türkiye için bir “beka” sorunundan söz edildiğine işaret etmiyor mu?

c. Son süreç ise, Türkiye ile ilgilidir. Bu sürece ilişkin olarak aşağıda yer verilenlerin çıkış noktası, iktidar partisinin hedef alınması, onun güç durumda bırakılması değildir. Türkiye için “beka” sorunu gündemde iken, devam eden Afrin (Zeytin Dalı) operasyonu varken, böyle bir amacın güdülmesi düşünülemez bile… Çıkış noktası, çeşitli kereler ifade edildiği üzere, uluslararası ilişkilerdeki (dış politikadaki) olumsuz tablonun “ağırlığına” dikkat çekmek, Türkiye’yi bu noktaya taşıyan süreçlerin farklı boyutlarına işaret etmek, bu suretle “tedavinin” sağlıklı olabilmesi için “teşhisin” isabetle ortaya konulmasına katkı sunmaktır. Türkiye, oldukça ciddi bulunan dış tehdit ve riskler ile karşıyadır ve aşağıda değinilecek olanlar da, bunun savuşturulması bağlamında “ortak aklın işletilmesi” ya da “bir elin nesi var, iki elin sesi var” sözünde olduğu gibi güç birliği olarak görülmelidir. Başkaca bir şey aranmamalıdır. Bu konuyu ele alacağıma dair yayınladığım kısa ilk yazımda ifade ettiğim endişem nedeniyle bunları belirtme ihtiyacı duydum.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuş; 57. Hükümetin ortağı MHP’nin o zamanki Genel Başkanı ve hükümette Başbakan Yardımcısı olarak yer alan Sayın Devlet Bahçeli’nin 07 Temmuz 2002 tarihinde, “11. Koca Yayla Türkmen Kurultayı”nda yaptığı konuşmada erken seçim istemesi üzerine, 03 Kasım 2002 tarihinde gerçekleşen seçimde, oyların % 34’nü alarak, parlamentodaki sandalyelerin % 65’ne sahip olmuş, hükümeti kurmakla görevlendirilmiş ve bu suretle tek başına iktidara gelmiştir. Yani “Metal Fırtına” kitabı yayınlandığında, AKP, tek başına, ilk iktidar dönemini yaşamaktadır. O dönemde AKP’nin ABD ve AB ile olan ilişkileri gayet iyidir. AKP iktidarı, o zamanki söylemi ile, içeride karşılaştığı sıkıntıları ve özgürlüklerin önündeki engelleri aşmak için ABD ve AB ile oldukça yakın çalışmaktadır.

Ancak AKP’nin iktidarı ABD ile ilişkilendirilmiş ve ilişkileri yakın olsa da, iktidarının daha ilk aylarında Türk-Amerikan ilişkilerinde sorun çıkmaya başlamıştır. Irak’a yönelik olarak ABD’nin Türkiye’nin ülkesini kullanmasını öngören tezkerenin, 01 Mart 2003 tarihinde, AKP’nin çoğunlukta olduğu TBMM’de ret edilmesi, kamuoyunda “tezkere krizi” olarak anılan ciddi bir soruna yol açmıştır. Temmuz 2003’te, bu kez Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde, Türk Özel Kuvvetlerine mensup sekiz rütbeli asker ve Türkmen mihmandarları, ABD işgal güçleri tarafından, karargâh olarak kullandıkları yer basılarak gözaltına alınmış ve başlarına çuval geçirilerek tutuklanıp götürülmeleri olayı yaşanmıştır. Bu olayı, medyada, tezkere krizi ile ilişkilendirenler olmuştur.

Ancak tezkerenin TBMM’de ret edilmesi, ABD’nin Irak’ı işgaline engel olmamıştır. Irak, Mart (2003) ayının sonunda, biraz gecikmeyle de olsa, ABD tarafından işgal edilmiştir. İşgal süresince, hem ABD, NATO şapkası altında ABD ile yapılmış ikili anlaşmalar uyarınca Türkiye’de sahip olduğu imkân ve kolaylıkları kullanmış; hem de ABD ve Türkiye, bazı konularda Irak’ta birlikte çalışmışlardır. Yine bu süreçte, Ankara ve Washington “Erbil” konusunda da birlikte çalışmış; Washington, ayrıca ve daha önce ifade edildiği üzere, Suriye Kürtleri ile yakından ilgilenme imkân ve fırsatına da sahip olmuştur.

IV. 1991’den başlatılarak bugüne (2018’e) getirilen söz konusu üç süreçten, bunların merkezinde ABD olduğu çıkmaktadır. ABD, küresel hegemonya yolunda Ortadoğu’yu kontrol etmek istemektedir. Özü, budur. Değişen koşullar nedeniyle, bugün bu yolda önce müstakil bir Kürt devletinin ortaya çıkarılmasını, sonra da bu devletin Amerikan politikası doğrultusunda kullanılmasını kendisi için uygun gördüğü anlaşılmaktadır.

Bölgede Washington ile çalışan birçok bölge ülkesi varken, Washington’un neden böyle bir araca (müstakil bir Kürt devletine) ihtiyaç duyabileceği sorulabilir. Bu soruya cevap olarak iki husus belirtilebilir. Birincisi, mevcut ilişkilerdeki yorgunluk-yıpranma, mevcut ilişkilerin sürdürülebilir olmaktan uzaklaşmasıdır. İkincisi de, ABD adına İsrail tarafından kolayca kontrol edilebilecek (kullanılabilecek) müstakil yeni Kürt devletinin Washington’un hem bölgesel hem de küresel hedeflerine (çıkarlarına) daha çok elverişli görülmesidir.

Yukarıda değinilen üç sürecin birlikte mütalaa edilmesinden çıkan, önemli daha başka sonuçlar da vardır. (i) Küresel hegemonya politikası açısından Ortadoğu, ABD için hala önemlidir. (ii) Washington, bu politikanın önünü açmak için, 1991’den bu yana Ortadoğu’ya müdahale etmektedir. (iii) ABD, küresel ve bölgesel hedefleri ile bağlantılı olarak Türk siyasetine de “örtülü” müdahalede bulunmuştur. (iv) ABD’nin Türk siyasetine müdahalesi bir yere kadar anlamlı olmuş; İran’ın Irak’ta ve Suriye’de artan varlığı ve hemen güneyinde beliren “Kürt Koridoru”ndan algıladığı ciddi tehdit ile birlikte bu müdahale anlamını (etkisini) yitirmiş ve ABD Türkiye ile karşı karşıya gelmiştir.

Yukarıda sözü edilen üç süreçten çıkan bir diğer sonuç da, bu süreçlere ABD açısından bakıldığında, her üç süreçte de Türkiye’nin bu süreçlerin önündeki en büyük engel olarak görüldüğüdür. Süreçlerden, ABD’nin, önceleri Türkiye engelini Türkiye’yi yanına çekerek aşmaya çalıştığı, şimdilerde ise Türkiye engelini Türkiye’yi karşısına alarak aşmak istediği çıkarılabilmektedir. Bugün (i) Suriye’de ve Irak’ta görülen Türkiye’nin aleyhine tablo, (ii) Türkiye’nin uluslararası toplumdan büyük ölçüde kopmuş bir görüntü vermesi, (iii) Ankara-Washington ilişkilerinde artan gerilim ve ilişkilerin kopma noktasına gelmiş olması, bu çıkarsamaları besleyen somut hususlardır.

V. Yukarıda daha önce kısmen değinilmiş olsa da, sorulabilir: Peki, “Metal Fırtına” kitabı, bu konunun neresinde yer alıyor?

“Metal Fırtına” kitabının içeriğinden ve Aralık 2004’ten Şubat 2018’e kadar yaşananlardan, kitaba, Türkiye’yi ABD’nin küresel ve bölgesel hedefleri önünde bir engel olmaktan çıkarma ve/veya ABD’nin bu hedefleri ile uyumlaştırıcı bir dönüşümden geçirme işlevinin yüklenmiş olduğu çıkarılabilmektedir. Çünkü kitapta buna işaret eden ve/veya bu algıyı doğuran birçok husus vardır. Ve bu hususlar, bir devletin “örtülü” olarak hedef alınmasını, bir devleti hedef alan “örtülü propagandayı” çağrıştırmaktadır.

Kitapta, Türk halkının vatan, millet ve bayrak sevgisi, milli ve manevi değerlerine bağlılığı, ya görmezden gelinmiştir ya da zayıf gösterilmiştir. Oysa Türk halkı, “vatan sevgisi, imandandır” diye bilir, bunu “salih amellerden” sayar, milli ve manevi değerleri bu suretle mezcetmiştir. Keza kitapta Türkiye, bürokrasinin çok fazla olduğu, sık ve uzun toplantılar ile zamanın boşa harcandığı bir ülke olarak resmedilmiştir. Yine kitapta, Türk halkının en çok güvendiği kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Ortadoğu ülkelerinin ordularının gerisinde, hatta “Üçüncü Dünya ülkelerinin” orduları gibi işlenmiş; teknik ve taktik yönden güçsüz, çatışmaya hazırlıksız, plansız bir yapıya sahip, sadece gayri nizami harp yapmak durumunda bırakılmış bir ordu gibi gösterilmiştir. Kitapta, Türk toplumunun yağmacı olduğu, her şeyin rüşvetle kolaylıkla çözülebildiği bir toplum olduğu, her şeye yalnızca şahsi çıkarları açısından baktığı da vurgulanmıştır. Yine kitaptaki anlatıma göre, Türkiye; Irak işgalinde direnişçiler karşısında acze düşmüş Amerikan Ordusunun 14 günde bütün ülkeyi kolayca işgal edebildiği ve TSK karşısında oldukça kolay bir zafer kazanabildiği bir ülkedir.

Eğer asli/temel görevi “yurt savunması” olan TSK’ne ilişkin olarak kitapta kullanılan ve bir kısmına yukarıda değinilen ifadelerden hareket edilir ise; TSK’nin güç ve itibar kaybetmesinin, kitapta işlendiği gibi sadece ABD’nin Türkiye’yi işgal, Türkiye’ye müdahale ya da Türkiye’yi tehdit ile sınırlı olarak görülmeyeceği açıktır. Güç ve itibar kaybetmiş bir ordunun caydırıcılığı erimiş olacağı için, bu, Türkiye ile sorunları olan diğer ülkelerin de harekete geçmesine imkân ve fırsat verebilecek bir durumdur. Bu ülkelerin, hem Türkiye karşısında ABD’nin doğal müttefikleri olabileceklerini, hem de ABD merkezli Türkiye operasyonuna destek verecek uluslararası toplumun nüvesini teşkil edebileceklerini de ayrıca görmek gerekir.

Kitapta geçenlerden ve bunlara dayalı olarak belirtilenlerden, “Metal Fırtına” kitabındaki “örtülü” asıl hedefin Türkiye’yi “dönüştürmek” olmadığı, ABD’nin dönüştürme ile kendisi için Türkiye engelinin ortadan kalkmayacağını düşündüğü, yani asıl hedefin Türkiye olduğu çıkarılabilmektedir.

Bu noktada, ister istemez insanın aklına, bir dönem Türkiye’nin gündeminde ağırlıklı bir yere sahip olan, bir kısmı halen devam eden, “Ergenekon”, “Balyoz”, “Kumpas”, “Askeri Casusluk”, “28 Şubat” gibi adlarla anılan davalar geliyor. Neden? Çünkü bu adlarla anılan davaların ortak yanı, sanıkların tamamına yakınının asker olmasıdır. Bu davalar, dava sürecinde kamuoyuna yansıyan TSK ve askerle ile ilgili olumsuz ifadeler, “15 Temmuz olayı” sonrasında bu davaların mecra değiştirmesi, bütün bunların hepsi, hem Türk kamuoyunda, hem de Dünya kamuoyunda, gerçekte TSK’nin hedef alındığı algısını doğurmuş, bu arada TSK de ciddi itibar kaybına uğramıştır. Bu süreç içerisinde bir taraftan Ordu ile ilişiği kesilenlerin ve ayrılanların sayısındaki artış, diğer taraftan ortaya çıkan moral ve motivasyon kaybı nedeniyle, sınırlı bile olsa TSK, dolayısıyla Türkiye güç kaybına da uğramıştır.

“Metal Fırtına” kitabı, yukarıda ifade edilen içeriğe sahip olarak 2004 yılının sonuna doğru yayınlanmış ve aradan geçen süre içerisinde de bu belirtilenler yaşanmıştır.

Bu, “Metal Fırtına” kitabının niçin klasik bir “özel operasyon” aracı gibi görüldüğünü açıklamıyor mu?

Aradan geçen süre içerisinde Türkiye’nin geldiği nokta ortada, gözler önündedir. Kitabın yayınladığı Aralık 2004 ve Şubat 2018… ABD, Aralık 2004’te yapamadığını ya da yapmayı uygun görmediğini, Şubat 2018’de açıkça yapabiliyor… Örneğin Amerikalı yetkililer YPG’yi bölgede kendilerinin kara gücü gibi gördüklerini söyleyebilmektedirler, aleni olarak YPG’yi ağır silahlarla donatabilmektedirler. Aralık 2004’de Türkiye yalnız değildi, ABD ve AB ile oldukça yakındı. Şubat 2018’de, uluslararası ilişkilerinde dip yapmış, ciddi bir yalnızlığı yaşayan Türkiye vardır, hem ABD ile, hem de AB ile olan ilişkiler ipler kopma noktasına gelmiştir.

Bir tarafta Aralık 2004’de yayınlanmış “Metal Fırtına” kitabının içeriği, özü, diğer tarafta da Şubat 2018 Türkiye’sinin uluslararası ilişkilerindeki bu durumu…

Kitap, içeriği, “özel operasyon”, ABD, Türkiye… Çalışma ve ilgi alanı uluslararası ilişkiler, savunma, güvenlik ve strateji olan bir kimse, yukarıda belirtilenler ışığında, sıralanan bu kelimelerden yukarıda değinilen çıkarsamalarda bulunamaz mı, yukarıda belirtilen anlam yüklemelerini yapamaz mı?

VI. Bu noktada bir tespit ya da hatırlatma yapmaya ihtiyaç var. Bir an için söz konusu çıkarsamaları ve anlam yüklemelerini dikkate almadan, bir varsayım olarak “Metal Fırtına” kitabının Türkiye’yi hedef alan bir politikaya “örtülü” olarak aracılık ettiğini ve Türkiye’nin görünür geleceği bakımından anlamlı olduğunu kabul edelim. Ve bunu, Türkiye için söz konusu olabilecek çok ciddi bir tehlikenin farkında olmak için yapalım.

Peki, yukarıda değinilenler dışında kalan, bu tehlike nedir?

Şudur: “Metal Fırtına” kitabının içeriğinden, sadece ABD’nin Suriye üzerinden Türkiye’yi ve Türk halkını hedef aldığı anlamı çıkarılmamaktadır. Buna ilave olarak, kitap, üçüncü ülkelerin Türkiye’yi kolayca karşılarına almalarına imkân ve fırsat verecek bir içeriğe de sahiptir.

Kitapta, Türkiye ve Türkler, terörizmle iç içe olarak gösterilmektedir. Washington’da atom bombası patlatan, elindeki ikinci atom bombasını da New York’da patlatmasından korkulan “terörist” bir Türk de işlenmektedir, anlatılmaktadır.

Kitabın bu içeriği önemlidir. Çünkü bu içerik şunları çağrıştırmaktadır: (i) 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de gerçekleşen terörist saldırılar. (ii) Uluslararası terörizmle mücadele ve bu mücadele bağlamında uluslararası hukuk görmezden gelinerek ülkelerin işgal edilmesi ve iç işlerine karışılması. (iii) Uluslararası terörizmle ilişkilendirilen ülkelerin içinde düştükleri ”yalnızlık”. (iv) Uluslararası toplumun uluslararası terörizmle ilişkilendirilen ülkelerin işgaline ve bu ülkelerin iç işlerine karışılmasına destek verdiği. Bunlar son derece anlamlı ve önemlidir.

Peki, niye anlamlıdır ve önemlidir?

Çünkü kitabın bu içeriği, Türkiye’yi uluslararası terörizmle ilişkilendirmeye elverişlidir. Böyle bir ilişkilendirme ise; uluslararası toplumun desteği alınarak, Türkiye’nin işgal edilmesi, en azından Türkiye’ye askeri bir müdahalede bulunulması ihtimalini doğurmakta, bunların önünü açmaktadır. İsteyen bu algıyı, ABD’nin Türkiye’yi dönüştürme süreci yolunda gitmez ise, yani Türkiye ABD’nin küresel ve bölgesel hedeflerinin önünde bir engel olmaya devam ederse, başına geleceklere işaret eden bir tehdit olarak da görebilir.

Bilemiyorum, “Metal Fırtına” kitabı, hala “politik kurgu” türünden sıradan ve basit bir roman olarak görülebiliyor mu?

VII. “Metal Fırtına” kitabı, Aralık 2004’de yayınlanmış, içerdiği olaylar 2007 yılında olabileceklere ilişkindi… ABD, 2007 yılında, Suriye üzerinden Türkiye’ye giriyor ve toplam 14 günde Türkiye’yi işgal ediyordu…

Şu anda, Şubat 2018’i yaşıyoruz. Türkiye, ABD tarafından işgal edilmiş mi? Hayır. Üstelik aradan iki yıl değil, 14 yıla yakın bir süre geçmiş…

Buna bakılarak denilebilir ki; “Metal Fırtına” kitabı o kadar da büyütülecek bir kitap değil, sıradan bir “politik kurgu” romanı, ABD Türkiye’yi niye işgal etsin, bak 2018 yılındayız ve işgal diye bir şey yok!…

Elbette ki, kitaba hala böyle bakanlar olabilir. Ancak bir de somut bazı gerçekler vardır. ABD için bile olsa, hedefe ulaşmak, o kadar kolay değildir. Eğer hedef gerçekten Türkiye ise, ABD için hedefe ulaşmak daha zordur, ciddi hazırlığı gerektirecektir ve zaman alacaktır. Bir de üçüncü aktörler ve çevre koşulları vardır. Hedef ulaşmada, bunlar da etkilidir. Bu tür engellerin ortadan kaldırılmasına ve çevre koşullarının elverişli hale getirilmesine de ihtiyaç vardır. Yani, 2004’de yayınlanmış kitapta 2007 yılında ABD’nin Suriye üzerinden Türkiye’yi işgal edeceğinin işlenmiş olmasına rağmen bunun Şubat 2018’e kadar gerçekleşmemiş olması, kitabın “masum” olduğu ve Türkiye’yi hedef alan “örtülü” bir araç olmadığı anlamına gelmez.

Niçin gelmez? Çünkü yukarıda değinilenler var. Aşağıda sıralanan hususlar var. Ve bunlardan, kitabın “masum” olduğu çıkmamaktadır.

Birincisi, evrensel bir olgu olarak, bir hedefe ulaşılabilmesi, öncesinde bir hazırlığı gerektirir. Bir kitabın içeriğine, bir de Türkiye’nin bugün içeride ve dışarıda bulunduğu duruma bakılırsa, kitabın yayınlandığı 2004 yılından bugüne kadar geçen yaklaşık 14 yıl içinde; Türkiye’nin ciddi bir değişim ve dönüşüm geçirdiği, bu değişimlerin ve dönüşümlerin birçok açıdan kitabın içeriği ile uyumlu olduğu görülür. TSK ve Türkiye güç kaybetmiştir, Türkiye yalnızdır. Anlamı: geçen 14 yıl içinde, Türkiye, daha az bir maliyetle hedef alınabilir noktaya getirilmiştir.

İkincisi, bu yazının yukarıdaki bölümlerinde ifade edildiği üzere, Türkiye, bugün Suriye’de ABD ile karşı karşıyadır. Fırat’ın batısında kalmış Menbiç konuşuluyor ama, asıl sorun olan, Fırat’ın doğusundan başlayıp Suriye-Irak sınırına kadar uzanan coğrafyadır. ABD, IŞİD ile mücadeleyi ileri sürerek ve YPG’ye verildiğini açıkça ifade ederek Fırat’ın doğusuna silah yığmaya devam etmekte; ayrıca bu bölgede, ABD askeri danışmanlarının ve Amerikan Özel Kuvvetlerine dâhil unsurların olduğu da bilinmektedir. Keza hem ABD’nin Irak’ta bulundurmaya devam ettiği bir askeri güç, hem de IŞİD ile mücadele için kurulmuş, liderliğini ABD’nin yaptığı, Türkiye’nin “içine alınmadığı”, Irak’ta konuşlu çok uluslu bir güç de vardır. ABD’nin Irak’ın ve Suriye’nin birçok yerinde küçük “kara” ve “hava” üslenme bölgelerinin olduğu da bilinmektedir. “Eğit-donat” programı üzerinden güçlendirilmiş Peşmerge de yine bu bağlamda hatırlanmalıdır. Bu noktada ABD’nin, Irak’ta ve Suriye’de bütün bunları niye yaptığını, bunları yapmaktaki amacının ne olduğunu sorgulamak gerekmez mi? Sorunun cevabı açık: Türkiye’nin hemen güneyinde (güneyinden Türkiye’ye bitişik), Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi ile devam edecek ve Doğu Akdeniz kıyılarına açılacak bir “koridorda” müstakil bir Kürt devleti ortaya çıkarmaktır. Peki “Kürt koridoru”, Türkiye için, ciddi, doğrudan ve yakın bir tehdit değil midir? Elbette ki, tehdittir. Çünkü Türkiye, önemli bir kısmı ülkesinin bu koridora bitişik bölgelerinde yaşayan ciddi bir Kürt nüfusa sahiptir ve eğer söz konusu koridorda müstakil bir Kürt devleti ortaya çıkarsa, bu kez, Türkiye’nin bu bölgesinin de müstakil Kürt devletine katılması gündeme gelecektir. Yani Türkiye, doğrudan milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan, açık, ciddi ve yakın bir tehdit ile karşı karşıyadır. ABD de, bu tehdidin arkasındaki ülkedir. Türkiye-ABD ilişkilerinin kopma noktasına gelmesinin arkasında bu tablo vardır. Amerikalı yetkililer diyor ki, Menbiç’ten çekilmeyiz. Fırat’ın batısındaki Menbiç’ten çekilmeyi düşünmeyen ABD’nin Fırat’ın doğusundan başlayıp Suriye-Irak sınırına kadar olan bölgeden çekilebileceği düşünülebilir mi? İlişkiler kopma noktasında iken bile, YPG’ye ağır silahlar verdirmeyi sürdüren, buna karşılık “hayır, ağır silah vermedik, vermediğimiz bir şeyi geri alamayız” diyen, “YPG’yi PKK terör örgütüne karşı kullanalım (!)” diyerek adeta Türkiye’nin aklı ile “dalga geçen” ABD’nin bu bölgeden çekilebileceği ne kadar gerçekçi bulunabilir? Yazının önceki bölümlerinde ifade edildiği üzere; bölge, jeopolitika bağlamında, “Dünya hâkimiyeti” açısından önemli bir bölgedir. ABD, değişen koşullarda politikalarını sürekli güncelleyerek, bu bölgeyi hep elinde tutmak istemiştir. Yukarıda değinilen süreçler, bu önemin ürünü ve işaretleridir. Ve ABD bölgeyi elinde tutmak için bölgeye milyar dolarlar ile ifade edilen kaynak aktırmıştır, 2019 bütçesinde YPG’ye kaynak ayrılmasından da anlaşılacağı üzere kaynak aktarmaya da devam etmektedir. Bu kadar şeyden sonra, ABD’nin, Ankara’nın “beka” derecesinde olsa bile endişelerini dikkate alacağı düşünülebilir mi? “Dostluk”, “müttefiklik” ve “stratejik ortaklık”, Amerikan çıkarları ile örtüştüğü ölçüde uygulamada anlam ifade ederler. Aksi takdirde sözde kalmaya mahkûmdurlar. ABD’nin, Afganistan’ı kontrol eden Sovyetler Birliğinin İran’a yönelme ihtimali karşısında, İran-Irak Savaşı üzerinden, Humeyni rejiminin İran’da “tutmasına-yerleşmesine” imkân ve fırsat verdiğini kimse unutmamalıdır. Bugün, Ankara ile Washington, Suriye üzerinden karşı karşıyadırlar. Mevcut koşullar, ABD’nin, ya kendisinin, ya da kontrolündeki “proxy” unsurların Türkiye engelini ortadan kaldırmak için harekete geçmeye oldukça elverişlidir. Baktığımda bunu görüyorum.

Üçüncüsü de, ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin geçmiş hamlelerinin genelde benzerlik arz etmesi ve Türkiye’nin Suriye üzerinden ABD ile karşı karşıya gelmesinin bu hamleleri çağrıştırmasıdır. ABD, 1979 öncesinde Ortadoğu’da Irak’ı ve Suudi Arabistan’ı tehdit olarak algılamış, bölgeye ilişkin yaklaşımı bu algının etkisinde şekillenmiştir. Bir ara, Ortadoğu’ya ilişkin olarak, ABD’de, İran’ın Sovyetler tarafından işgalini öngören senaryolar üzerinde çalışılmıştır. Şubat 1979’daki İslam Devrimi ile birlikte ABD, Ortadoğu’da İran’ı kaybetmiştir. Türkiye’deki “12 Eylül“ askeri müdahalesinden 10 gün ve İslam Devrimi ile birlikte İran’da baş gösteren iç karışıklık ortamında, Devrimin gerçekleştiği tarihten yaklaşık 18-19 ay sonra, 22 Eylül 1980’de başlayıp 20 Ağustos 1988’de ateşkesle sona eren İran-Irak Savaşı yaşanmıştır. ABD’nin, Türkiye’deki 12 Eylül askeri müdahalesine İran’ın Sovyetler tarafından işgaline karşı bir emniyet supabı, İran-Irak Savaşına da Sovyetlere karşı İran’da Humeyni rejiminin yerleşmesine imkân ve fırsat verme işlevlerini yüklemiş olabileceğini belirtmek mümkündür. İran-Irak Savaşı’nın ateşkesle sona ermesinden ve Humeyni rejimine yönelik İran içindeki Sovyetler bağlantılı tehdidin bertaraf edilmesinden sonra, ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin senaryosu, bu kez Kuveyt’in ve Suudi Arabistan’ın Irak tarafından işgali varsayımı üzerine bina edilmiştir. Hatta bu varsayıma dayalı senaryonun, Ağustos 1990’da başlayacak Birinci Körfez Harekâtı’ndan kısa bir süre önce, ABD’nin birkaç yerinde, eş zamanlı olarak icra edilen tatbikatlarda oynanmış (denenmiş) olduğu ifade edilmiştir. (Bu hususlar, tarafımdan kaleme alınmış “Dış Politikada Kriz Yönetimi” kitabında -Odak Yayınları, Ankara, 2004, 260 sayfa- işlenmiştir.) Bunlardan, Ortadoğu’da koşullar değiştikçe, doğal olarak ABD’nin bölgeye ilişkin senaryolarının ve bu senaryolarda hedef alınan bölge aktörlerinin de değiştiği anlaşılmaktadır.

ABD, Ortadoğu’da değişen koşulların etkisinde, bölgeye ilişkin politikasını güncellemiştir. ABD’nin Ortadoğu’da şimdiki hedefi Türkiye’dir Ve yukarıda sıralanan hususlar ile kitabın içeriğinden, “Metal Fırtına”nın ABD lehine Türkiye’yi hedef alan “örtülü” bir araç olduğu çıkarılabilmektedir.

Bu yazıda daha önce değinilen süreçler, kitap, kitabın içeriği, 2004’den bugüne kadar geçen süre içerisinde Türkiye’de yaşananlar ve Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu nokta çıkış noktası alındığında, ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin güncel politikasında yeni hedefin Türkiye olduğu anlamı çıkmaktadır. ABD, kendisine yeniden küresel hegemonya yolunu açacak Ortadoğu’da bu kez önündeki engel olarak açıkça Türkiye’yi görmüştür. Türkiye, ABD’nin Ortadoğu konusundaki ihtiyacını karşılamaktan uzaklaşmıştır. ABD’nin bu ihtiyacı artık müstakil Kürt devleti (ve İsrail) üzerinden karşılanacak gözükmektedir. Ve bunun önünde de Türkiye vardır.

Bütün bunlardan sonra, 2004’de yayınlanan kitapta ABD’nin 2007’de Suriye üzerinden Türkiye’yi işgal etmesinin işlenmesi, bunun bugüne kadar hayata geçmemiş olmasına bakarak, anlamsız bulunabilir mi? Bir “çorap” örülüyor. Örülenin bir çorap olduğunu söylemek için çorabın bitmesini beklemeye gerek var mı? Bu beklemenin bedeli ağır olmaz mı?

VIII. Sonuç bölümü olarak aşağıdaki hususlar ifade edilmiştir.

Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz’e açılması öngörülen ve müstakil bir Kürt devletinin “şimdilik” tasavvur edilen ülkesi olarak görülen “Kürt Koridoru”, Türkiye için, ciddi, doğrudan, yakın, “beka” derecesinde bir tehdide yol açmıştır. Bu, tartışma konusu olmaktan uzaktır, bir gerçekliktir. Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğü ciddi bir tehdit altındadır. Bu tehdidin arkasında münhasıran ABD vardır. Türkiye-ABD ilişkileri, bu durum nedeniyle, kopma noktasına gelmiştir.

Yukarıda arz ve izah edilen hususlardan da çıkarılabileceği üzere, ABD’nin geri adım atması, kendisinin yol açtığı tehdidi yine kendisinin ortadan kaldırması, gerçekçi ve akılcı bir beklenti olmaktan uzak görülmektedir. Bu bağlamda şu iki hususu özellikle görmek gerekir. Birincisi, “yeni muhafazakâr” kimliği ve bu kimliği ile kendinden öncekileri geride bırakma hevesi taşıyan Trump Yönetimi; ikincisi, de, Trump Yönetiminin Ortadoğu’da işine geldiği, Trump Yönetimi’ni kullanabilen İsrail.

Arkasında ABD’nin yer aldığı, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik tehdit ile mücadele bağlamında; Afrin (bana göre) mücadele kararlılığının dışa vurum yeridir, yani semboldür. Eğer Türkiye’nin güneyinden algıladığı söz konusu tehdit bir buzdağına benzetilir ise; Menbiç, buzdağının su üzerinde kalan kısmıdır. Buzdağının suyun altındaki asıl büyük kitlesi, Fırat’ın doğusundan başlayıp Irak-Suriye sınırına kadar olan coğrafyadır. O itibarla, Menbiç konusunda Türkiye ile ABD arasında bir mutabakatın ortaya çıkmasının, Türkiye için söz konusu olan tehdidin savuşturulması ve/veya ciddiyet kaybetmesi bakımından fazla bir değeri olmayacaktır. Tam aksine, bunun, tehdidin daha da büyümesine imkân ve fırsat vereceği, tehdidin potansiyel olmaktan çıkmasını teşvik ve tahrik edeceği değerlendirilmektedir. Eğer Afrin (Zeytin Dalı) operasyonu Türkiye’nin söz konusu tehdit ile mücadele kararlığının (azminin) dışa vurumu olduğundan yola çıkılır ise; bu operasyonda elde edilecek başarı, bana göre, Menbiç konusunda ortaya çıkacak muhtemel bir mutabakattan daha “kıymetli” olacaktır.

Türkiye’nin ABD ile karşı karşıya geldiği, ilişkileri kopma noktasına getiren konu, Kürtler ve ABD’nin Kürtlere verdiği destektir. Kürt sorunu, Batı kamuoyu nezdinde, “mazlum” ve “masum” Kürtlerin sorunudur. “Kürtler, maruz kaldıkları zulümlere isyan etmişlerdir, etmektedirler ve mücadeleleri de insanca yaşamaya yöneliktir.” Batı, Kürtleri böyle gösteriyor; Batı kamuoyu da, böyle görüyor. Türkiye’nin bu konularda kendisini anlatacağı bir çalışma içine süratle girmeye ihtiyacı vardır. Böyle bir çalışmada şunları özellikle görmek gerekir: Bir: Kürtlere ilişkin Batıdaki bakış açısı. İki: Bu bakış açısının bir yansıması olarak PKK terör örgütünün, Batıda genelde “özgülük hareketi” olarak görülmesi ve himaye görmesi. Üç: Peşmergenin Batının “eğit-donat” programına konu yapılarak güçlendirilmesi. Dört: YPG’nin aleni olarak Batı tarafından ağır silahlarla donatılması. Beş: “Metal Fırtına” kitabının Türkleri ve Türkiye’yi terörist gösteren bir içeriğe sahip bulunması. Altı: Son dönemde, Batı medyasında, Türkiye’yi “cihatçı” ya da “radikal İslami söyleme sahip” terörist gruplar ile ilişkilendiren haber, yorum ve ithamlar ile sıkça karşılaşılması. Yedi: Türkiye’de temel hakların ve özgürlüklerin durumunun Batıda ciddi ve yaygın bir eleştiri konusu yapılır hale gelmesi. Sekiz: Türkiye’nin Suriye’de insan haklarını ihlal ettiğine dair iddiaları gündeme gelmeye başlaması. Sayısı daha da artırılabilecek bu saptamaların işaret ettiği husus, Türkiye’nin “asi/serseri” devlet olarak ilan edilmeye elverişli bir noktaya çekilmek ya da itilmek istendiğidir. Türkiye’nin bu noktaya getirilmesi, “meşruiyet” bağlamında, Türkiye’ye müdahalenin önünün açılması anlamına gelecektir. Onun içindir ki; Türkiye, bu oyunu süratle bozmak zorundadır. Bunun yollarından biri, Türkiye’nin, bütün Dünyaya, güneyindeki gelişmelerinden algıladığı ciddi, yakın ve “beka” derecesindeki tehdidi ve ABD ile ilişkilerde gelinen noktayı yorulmadan, bıkmadan, usanmadan anlatmaktır. Türkiye’nin böyle bir çalışmayı süratle başlatmaya ihtiyacı vardır. Bu çalışma da, sadece diplomatik temsilciliklere bırakılmadan, hazırlanacak bir plan dâhilinde olmalı, çalışmada muhatapları etkileme potansiyeli yüksek “uzmanlar” görevlendirilmeli, çalışma Ankara’dan sevk ve idare edilmelidir. Hazırlanacak merkezi plan, birkaç aşamalı olmalı, takvime bağlanmalı, her aşamanın sonucu süratle muhakkak değerlendirilmeli, gereken güncellemeler yapıldıktan sonra, içerik, hedef ve coğrafya olarak müteakip aşamaya geçilmelidir.

Diplomasimiz, Türkiye’nin yalnızlığını azaltmaya ve hareket serbestisini artırmaya yarayacak adımlar atmalı, açılımlar yapmalı, bu yolda projeler geliştirmeli; bunlar, “mevcudun” korunması ve geliştirilmesi ihmal edilmeden yapılmalıdır. Bunun için “önleyici istihbarata” ağırlık verilmelidir. Uluslararası ilişkiler, “çıkar” üzerine işler. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” ilkesi, uluslararası ilişkilerin en çok kullanılan ilkelerinden biridir. Keza uluslararası ilişkilerde, sürekli dostluklar ya da sürekli düşmanlıklar diye bir şey de yoktur. Bu esaslar, siyasal karar vericilerin, özellikle mevcut konjonktürde ihmal etmemesi gereken hususlardır. Eğer küresel hegemonyanın yolu Ortadoğu’dan geçiyor, Türkiye’nin güncel jeopolitiği hala önemli ve Çin ABD karşısında yeni bir kutup olarak görülüyor ise, Türkiye’nin jeopolitiğini Çin’in dikkatine sunması ve bu suretle ABD karşısında hareket serbestisini artırmayı düşünmesi gerektirmektedir. İran’daki Afgan ve Iraklı mültecilere ilgi duyan ve onlara yardım eden Çin, pekâlâ Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılara da ilgi duyabilir, yardım edebilir ve bu ABD karşısında Türkiye’yi rahatlatabilir.

Tahran, Kürtler konusunda Ankara’dan daha rahat bir pozisyondadır. Erbil, Tahran’a kayma sinyalleri vermektedir. “Medeniyetler çatışması” tezi, ortaya çıkışından itibaren uygulamadadır. İsrail, bu uygulamada Batı ile birliktedir ve Batının (özellikle ABD’nin) Ortadoğu’da doğal müttefiki gibi gözükmektedir. Eğer söz konusu teze göre ortada bir “Batı-İslam” çatışması var ve söz konusu medeniyet grupları ışığında Türkiye İslam medeniyet grubuna dâhil ise; Türkiye, Batı ve İslam dışındaki diğer medeniyet gruplarına süratle açılmak durumundadır.

Türkiye, Karadeniz’i ihmal etmemelidir. Karadeniz üzerinden sahip olduğu avantajların farkında olmalı ve bunu Suriye’den algıladığı ciddi tehdidi savuşturmada, en azından hafifletmede kullanmayı tezekkür etmelidir.

Türkiye’nin Suriye üzerinden karşı karşıya geldiği durum, gerçekten kritik önemi haizdir. Türkiye, “beka” sorunu ile karşı karşıyadır. Böyle bir durum karşısında, içeride bir ve beraber olmaya ihtiyaç vardır. Kısır siyasal çekişmeler bir kenara bırakılmalıdır. Hala kısır siyasal çekişmelere ilgi duyulması, “beka” sorununu savuşturmaya değil, ağırlaştırmaya hizmet edecektir.

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 19 Şubat 2018.


ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

ORTADOĞU’DA ÇİN’İN GÖRÜNÜRLÜĞÜ ARTIYOR

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk İran ve Suudi Arabistan yetkilileri Çin’de bir araya gelmiş… Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaid el Aiban ve İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani, 6-10 Mart tarihlerinde Pekin’de bir araya gelmiş… Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkez Komitesi Dış İlişkiler Komisyonu Ofisi Direktörü (yakın zamana kadar Çin’in Dışişleri Bakanı)

TÜRK SİYASETİNDE İYİ PARTİ’NİN SON HAMLESİ VE YAKLAŞAN SEÇİMLER

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Belli ki, İyi Parti (İP)/Sayın Meral Akşener, Türk siyasal hayatında uzun süre hatırlanacak… Tıpkı “mevcut MHP”/Sayın Devlet Bahçeli gibi. “Mevcut MHP”/Sayın Bahçeli, ne oldu-ne bitti hala bilinmiyor, birden bire hem izlediği politika kendisi ile örtüşmeyen, hem de demediğini bırakmadığı AKP/ Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile yakınlaştı, Cumhur İttifakı üzerinden AKP

“NATO ÜYELİĞİ ONAY SÜRECİ KOLAY DEĞİLDİR”

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yukarıdaki başlık bana ait değil. Başlık, Sayın Konur Alp Koçak’ın, 11 Kasım 2022 tarihli Türkgün Gazetesi’nin 11. sayfasında yer alan köşe yazısının başlığıdır. Sayın Koçak’ın köşe yazısında yer alan bazı hususlar, işbu çalışmayı kaleme alma ihtiyacını doğurmuştur. Sayın Koçak, köşe yazısında, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyareti

ABD’NİN GİRİT’TE VE BATI TRAKYA’DA ARTAN ASKERİ VARLIĞI ÜZERİNE…

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yunanistan’ın, NATO üyesi olarak ülkesini zaten ABD’ye açmış iken, son dönemde bu işi daha da ileriye taşımasını, ABD’ye Girit’te ve Batı Trakya’da daha ileri konuşlanma imkânı tanımasını, burada biraz farklı ele almaya çalışacağım. Elbette ki, Yunanistan’ın bu yaptıkları, Yunan emeli ve ABD’nin güncel Türkiye yaklaşımı ile birlikte mütalaa edildiğinde, Türkiye

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.