Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
I. Türkiye, IŞİD’ı hedef alan Suriye’deki operasyonların Türkiye’ye mücavir Suriye topraklarının IŞİD’dan temizlenmesini öngören bir mecraya kayması üzerine, 24 Ağustos 2016 günü, söz konusu mücavir Suriye topraklarına girmek suretiyle, bu operasyona destek vermeye başlamıştır. Türkiye’nin bu suretle katıldığı, “Fırat Kalkanı” olarak anılan operasyon halen devem etmekte ve operasyonun Türkiye’nin katılımı ile ilgili boyutunun kısa sürede sonlanmayacağı anlaşılmaktadır. Mart 2011’den bu yana devam eden Suriye krizinde, Türkiye, ilk defa “resmen/açıkça” kara gücü ile Suriye topraklarına girmiş olmaktadır. Bu gelişme, bir zamanlar münhasıran Filistin sorununun yönetimiyle ilgili olarak görülen Orta Doğu’daki kaosun, artık giderek daha çok Kürt sorununun yönetimiyle ilgili olacağına işaret etmesi açısından son derece önemlidir.
Orta Doğu’da Kürt nüfusun yaşadığı ülkeler, Irak, Suriye, Türkiye ve İran’dır. Irak’taki ve Suriye’deki Kürt nüfus, bugün itibarıyla, Bağdat ve Şam karşısında isteklerine kavuşma yolunda ciddi mesafe almış gözükmektedirler. Bu belirtilenler, bugün ve görünür gelecek itibarıyla, Orta Doğu’daki kaosun Türkiye ve İran Kürtleri ile bağlantılı olacağı değerlendirmesine yol açmaktadır.
Irak ve Suriye Kürtlerinin Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi üzerinden, bir “koridor” halinde, Doğu Akdeniz kıyılarına çıkma ihtimali artık sıkça konuşulmaktadır. Bu koridorun güneyden Türkiye’ye bitişik olması ve koridora bitişik Türkiye tarafındaki bölgenin Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerden olması, bölgedeki Kürt hareketinin giderek Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü tehdit eden bir mahiyet arz etmesine yol açmıştır. Gerek söz konusu koridor, gerekse Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, İran’ı da endişeye sevk etmiş; İran Kürtleri, adeta Tahran için çalan tehlike çanları olmaya başlamıştır.
Bölge ülkeleri için Kürtler üzerinden ortaya çıkan bu tablonun arkasında ABD’nin bulunduğunda hemen hemen herkesin hem fikir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Kürtler ile ilgili Orta Doğu’daki bu tabloyu sadece ABD ile ilişkilendirmek yanlış olacaktır. Eğer bölgede yaşananlar yıllardır konuşulan müstakil “Kürt Kartı”na çok yaklaşıldığına işaret ediyorsa, bu kartın sadece ABD’nin değil, başka aktörlerin de işine geleceğini görmek gerekir. Bu aktörlerin başında, hiç şüphesiz, son dönemde İran karşısında aynı paydada buluşmuş gözüken İsrail ve Suudi Arabistan gelmektedir. Hem İsrail için, hem de Suudi Arabistan için, Kürtler İran’ın yumuşak karnıdır ve müstakil bir Kürt kartının ortaya çıkması İran karşısında bu iki ülkenin de işine gelecektir. Bu aktörlere, Ankara’nın izlediği politikadan rahatsızlık duyan ve/veya Ankara’nın kendi ülkelerinin iç işlerine karıştığı değerlendirmesi içinde olan, Mısır gibi bazı Kuzey Afrika ülkeleri ile Almanya, Fransa ve Hollanda gibi Avrupa’daki bazı ülkeleri de eklemek mümkündür. Bu aktörleri de, yine Orta Doğu’da Kürtler ile bağlantılı kaosun bir parçası olarak görmek uygun olacaktır.
Kürtler ile ilgili söz konusu tablonun, bir de enerji boyutu vardır. Avrupa pazarına Orta Doğu’dan (ve Doğu Akdeniz’den) petrol ve doğal gaz ihraç edecek yeni enerji merkezlerinin ve bu merkezlere bağlı daha kısa ve/veya daha güvenli taşıma yollarının ortaya çıkması söz konusudur ki; bu, Avrupa pazarını elinde bulunduran Rusya açısından oldukça anlamlıdır. Keza uzunca bir süredir militan İslami aşırıcılık tehdidi ile uğraşan Rusya için, bu tehdidin Afganistan’a göre Suriye’de daha “yakın” bir tehdit olduğunu da görmek gerekir. Ayrıca Ukrayna krizi üzerinden ABD ile Rusya karşı karşıya gelmiş iken; Kürt hareketinin arkasında ABD’nin olmasının[i] ve IŞİD’ı ABD ile ilişkilendiren görüşlerin, Rusya için geleceği anlamı da görmek uygun olacaktır. Bu belirtilenler, hem Rusya’nın Suriye’deki varlığını açıklama bağlamında anlamlıdır, hem de Rusya’nın Orta Doğu’da Kürtler ile bağlantılı “yeni” ya da “güncel” kaosun bir parçası olduğuna işaret eder.
Ülkesinin konu olması nedeniyle, Suriye’nin, evleviyetle Orta Doğu’daki yeni/güncel kaosun bir parçası olduğu izahtan varestedir.
Türkiye’deki “15 Temmuz olayı”, bu olayın en üst seviyede ve açıkça “bir şekilde” ABD ile ilişkilendirilmesi ve söz konusu olay cereyan ettiğinde uluslararası ilişkilerinde Türkiye’nin esasen içinde bulunduğu “yalnızlık”, Ankara’nın yüzünü Moskova’ya ve Tahran’a çevirmesine yol açmış; bunun, Moskova ve Tahran üzerinden Şam ile Ankara arasında “sınırlı” ve “dolaylı” bir diyalogu başlattığı ileri sürülmüştür.
Türkiye’de 15 Temmuz olayı olurken ve Türkiye bu olayın etkisinde iken, PYD/YPG unsurları, IŞİD ile mücadele (bölgeyi IŞİD’dan temizleme) adı altında ABD destekli olarak Fırat Nehri’nin batısındaki Menbiç’e yönelmiş ve buradaki varlığını takviye etmiştir.
Türkiye, IŞİD’ı hedef alan Suriye’deki operasyona, “Fırat Kalkanı” adı altında, yukarıda belirtilen böyle bir tabloda müdahil olmuştur.
II. IŞİD’ın ortaya çıkış tarihi ve IŞİD’a yüklenmiş olabilecek işlevler düşünüldüğünde, Irak’ın ve Suriye’nin IŞİD’dan temizlenmesinin çok da kolay olmayacağı düşünülmektedir.
IŞİD’a ABD açısından bakıldığında şunları söylemek mümkündür. (i) IŞİD, ABD’nin Kürtleri askeri açıdan bölgede güçlendirmesine aracılık etmekte, ABD unsurlarının bölgede Kürtler ile “yakın” çalışmasına imkân ve fırsat vermektedir. (ii) IŞİD, ABD’nin “Şii” yönetimlere sahip İran ve Irak üzerinde etkili olmasına aracılık etmektedir. (iii) IŞİD, İran karşısında İsrail’i ve Suudi Arabistan’ı (bu iki ülkenin Washington ile olan ilişkilerindeki soğumaya rağmen) ABD’nin etkisine açmaktadır. (iv) Bölgede Kürtleri güçlendirme aracı olarak IŞİD, Kürtler ile olan yakın ilişkileri nedeniyle özellikle İsrail’in ABD’nin etki alanında tutulmasına hizmet etmektedir. (v) Eğer ABD’nin Dünyanın önde gelen enerji satıcılarından biri olma noktasına geldiği ve, IŞİD’ın hayat bulduğu ve nüfuz edebildiği coğrafyanın enerji üretimi ve ulaşımı açısından önemli olduğu dikkate alınır ise, IŞİD’ın ABD’ye enerji pazarında yer açma (avantaj sağlama) işlevini yerine getirmiş olduğu da ileri sürülebilir.
İsrail, Sünni İslam Dünyasının öne gelen ülkeleri ile yakın ilişki içindedir. Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın İsrail ile olan güncel ilişkileri herkesin malumudur. Türkiye-İsrail ilişkileri de düzelme yoluna girmiş gözükmektedir. Bu belirtilenler, İsrail’in IŞİD’a olan ilgisinin İran’dan çok Kürtler ile bağlantılı olduğu değerlendirmesine yol açmaktadır. IŞİD ile mücadelede Kürtlerin cepheye sürülmesi, Kürtlerin askeri açıdan güçlenmesine hizmet etmektedir ki; bunu, müstakil Kürt Kartının İsrail açısından İsrail için ifade edeceği anlam bağlamında görülmesi gerekir.
Suudi Arabistan, Sünni kimliği ile, İslam Dünyasında liderlik mücadelesi içindedir ve bu mücadeleyi Şii kimliğe sahip İran’a karşı yapmaktadır. Tahran-Şam bağlantısı ve Irak’ın Şii yönetim altında olması, bu mücadelede İran’ı öne çıkarmakta; belki bundan daha önemlisi, Suudi Arabistan’ın İran tarafından çevrelenmekte olduğu algısına yol açmaktadır. Çünkü Suudi Arabistan, doğusundan (Basra Körfezi’nin karşı kıyısından) algıladığı İran tehdidinden sonra, kuzeyinden de (Suriye ve Irak üzerinden de) İran tehdidini hissetmeye başlamıştır. Eğer güneyindeki Yemen ve bu ülkenin içinde bulunduğu durum ile batısındaki Kızıldeniz uluslararası suyolu dikkate alınırsa, Suudi Arabistan’a yönelik İran çevrelemesi daha belirginleşecektir. IŞİD’ın Sünni İslam kimliği ile Irak ve Suriye’de ortaya çıkışı Suudi Arabistan’a ilişkin olarak yukarıda belirtilenlerle birlikte mütalaa edildiğinde, IŞİD ile Suudi Arabistan arasında bağ kurulması adeta kaçınılmaz olmakta; IŞİD’a, mezhepsel rekabet dışında, İran çevrelemesini Suudi Arabistan lehine boşa çıkarma işlevinin yüklenmiş olduğu akla gelmektedir. Ayrıca hem Suudi Arabistan’ın hem de İran’ın enerji üreticisi ülkeler olduğu hatırlandığında, İran’ın bölgede öne çıkmasının ve nüfuz alanını genişletmesinin enerji piyasasında Tahran’a avantaj sağladığı ve bu avantajın Suudi Arabistan için dezavantaj anlamına geldiği düşünülürse, Suudi Arabistan’ın IŞİD’a İran’a yönelik olarak enerji bağlamında da işlev yüklemiş olduğu ileri sürülebilir.
Yukarıda belirtilenler, doğal olarak, IŞİD’ın, Orta Doğu’ya ilişkin Kürtler ve İran ile bağlantılı senaryolar bağlamında ortaya çıkmış bir araç olduğu değerlendirmesine yol açmaktadır. IŞİD, bölgede Sünni kimliğe sahip müstakil bir Kürt Kartını ortaya çıkarmak ve bu kart ta kullanılmak suretiyle İran’ı bölgede kontrol altında tutmak amaçlarına hizmet ediyor gözükmektedir. Onun içindir ki, IŞİD ile mücadelenin, hem “göstermelik” bir mücadele olmaktan öte bir anlam taşımadığı, hem de gerçekte bölgeyi kontrol altında tutma mücadelesi (bölgesel güç mücadelesi) olduğu değerlendirilmektedir. Ancak Rusya’nın Şam lehine Suriye krizine müdahil olması ve IŞİD ile mücadeleye girişmesi, IŞİD’ı bölgesel güç mücadelesinin aracı olmaktan çıkarmış, küresel güç mücadelesinin aracı durumuna getirmiştir. Bu da, niçin başlangıçta bölgesel bir sorun olan ancak giderek küresel bir soruna dönüşen ve Orta Doğu denilince hemen akla gelen Filistin sorununun yerini (içinde IŞİD’ın da yer aldığı) Kürt sorununa bırakacağını anlamak/açıklamak açısından önem arz eder.
III. Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonu’na kadar, açıkça/resmen karadan Suriye’nin ülkesine girmemiş, girememiş ya da girmeyi doğru bulmamış; 24 Ağustos 2016 tarihine kadar, hep dolaylı bir yaklaşım içinde olmuştur. Türkiye’nin, ABD liderliğindeki Koalisyon Güçlerinin Suriye’de hava operasyonlarına başlamasına ve değişik ölçekteki ABD askeri unsurlarının Suriye’de görev yapmasına rağmen, 24 Ağustos 2016 tarihine kadar bunu yapamamış olmasına dikkat etmek gerekir. Koalisyon Güçlerine dâhil ülkelerin ya NATO üyesi ülkeler olması ya da Ankara’nın yakın ilişki içinde olduğu Arap ülkeleri olması bu gerçeği değiştirmemiştir. Bu, Türkiye’nin Suriye krizine bakışı ve bu krizden algıladığı tehdit ile, diğerlerinin bu krize bakışlarının ve algıladıkları tehdidin farklılık arz ettiğine işaret etmesi açısından önemlidir. Ortak bakış açısı ve ortak tehdit algılaması olsa idi, Türkiye’nin çok daha önce karadan Suriye’nin ülkesine girmesi ve algıladığı tehdidin bugünkü düzeye gelmesini önlemesi söz konusu olabilecekti.
Suriye krizinin geldiği ve bölge Kürtlerini taşıdığı bugünkü nokta, yukarıda daha önce ifade edildiği üzere, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü artık çok yakından ve ciddi şekilde tehdit etmektedir. Bu tehdidin bugün geldiği noktanın arkasında yer aldığı düşünülen bazı hususlar vardır. (i) ABD ve liderlik ettiği ülkeler ile Türkiye arasındaki yaklaşım ve algılama farklılığı, Türkiye için söz konusu olan tehdidi artırmıştır. (ii) Ankara ile Riyad arasındaki güncel yakın ilişkiler ile bölgesel dengelerin İran lehine değişmesi, Türkiye’nin IŞİD ile mücadeleye ilişkin yaklaşımını etkilemiş ve bu etkileme Türkiye’nin IŞİD’a müzahir olduğu yolunda iddialara yol açmıştır. Bu iddialara bağlı olarak, algıladığı tehdidin büyümesinde Türkiye’nin kendisinin pay ve rol sahibi olduğunu ileri sürmek pekâlâ mümkündür. (iii) Söz konusu iddialar, Ankara üzerinde dış baskıya yol açmış ve bu baskı Türkiye’nin Suriye krizine ilişkin yaklaşımında maliyet artışına yol açmıştır. (iv) Rusya ile yaşanan uçak düşürmeye dayalı kriz sonrasında, Türkiye’nin örtülü yollarla Suriye sınırının ötesine geçmekte zorlanması ve sınıra mücavir Suriye topraklarına yönelik hava operasyonları yapamaması, o dönemden bu yana tehdidin ayrıca büyümesine yol açmıştır.
24 Ağustos 2016 tarihinden bu yana medyaya yansıyan yaşananlardan, Suriye krizinde Fırat Kalkanı Operasyonu ile gelinen noktada bir güven sorununun olduğu çıkarılabilmekte ve bu güven sorununun da münhasıran Washington ve Ankara ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Washington, YPG unsurlarının Fırat Nehrinin doğusuna çekilmesini öngören açıklamalarda bulunurken, aynı zamanda Fırat Nehrinin batısındaki Menbiç’te YPG unsurlarının kalışına ve takviyesine destek verdiği yolunda iddialar ile de karşılaşılmaktadır. Suriye krizinin yönetimi konusunda farklı Amerikan makamlarından farklı açıklamalar gelmektedir. Bunlar, ABD’yi Suriye krizindeki güven sorununda merkeze oturtmaktadır. ABD, gerçekte, Suriye krizinde neyin peşindedir? Peşinde olduğu şeyin bölgedeki resmi/gayri resmi müttefiklerini ve stratejik ortaklarını ne yönde etkileyebilir? Bu ve benzeri soruların cevabı aranırken ortaya çıkanlar çelişkilidir ve ABD’nin bu çelişkileri telafi edici (giderici) adımları Washington’un ciddi şekilde sorgulanmasına yol açmaktadır. Bu sorgulama da ABD ile ilgili güvensizliği beraberinde getirmektedir.
Önceden bilgilendirmeye ve bu bilgilendirme zımnen “onay” anlamına gelmesine rağmen, sonradan Moskova’nın Fırat Kalkanı operasyonundan endişe duyduğu ve bu endişenin de başlangıçtaki bilgilendirmenin sahadaki uygulama ile örtüşmemesinden ileri geldiği açıklanmıştır. Keza, dolaylı olarak önceden bilgilendirildiği ileri sürülen Şam’ın Fırat Kalkanı Operasyonu için Türkiye’yi BM’ye şikâyet etmesinin arkasında da gerçekte bu hususun olduğu düşünülmektedir. Nitekim başladığında IŞİD’a yönelik olduğu görülen Fırat Kalkanı Operasyonunun, bugün münhasıran YPG’ye yönelik bir mahiyet arz etmeye başladığı da görülmektedir. Bunlar da, Türkiye’yi söz konusu güven sorunu ile ilişkilendiren hususlardır.
ABD ile bağlantılı güven sorunu bu ülkenin doğrudan varlığı ile ilgili olmadığı için o kadar önemli değildir ama, Türkiye ile ilgili güven sorunu doğrudan ve yakından Türkiye’nin varlığı ve geleceği ile ilgilidir, çok önemlidir. Türkiye’nin Suriye krizine ilişkin yaklaşımına dair soru işaretleri ve neden olduğu güvensizlik iç kamuoyuna yansıdığı ve içeride birliğe (iç barışa) zarar verdiği için, ulusal gücü ve dolayısıyla Ankara’nın dış politikadaki duruşunu da zayıflatmaktadır.
İran, Suriye krizinin münhasıran Kürtler ile ilgili bir mecraya kayması nedeniyle, Fırat Kalkanı Operasyonunda Türkiye’ye destek vermiştir; yani İran’ın duruşu nettir, bellidir.
IV. Eğer bugün ve görünür gelecek itibarıyla Orta Doğu’daki kaosun adı Suriye krizi olacak ve bu kriz de münhasıran Kürtler ile ilgili olacak ise; bunun anlamı, Türkiye’nin İran ile birlikte bu kaosun merkezinde ve hedefinde yer alacağıdır. Bu tabloda Türkiye’nin, öncelikle şu üç hususu görmesi gerekir. Birincisi, yukarıda daha önce ifade edildiği ve açıklandığı üzere, IŞİD’in varlığının Kürtlerin işine geldiğidir. İkincisi, Orta Doğu’da öne çıkan mezhepsel rekabete rağmen, Kürtler konusunda Ankara’nın ve Tahran’ın benzer endişeye sahip olduklarıdır. Üçüncüsü de, ilk iki husustan çıkarılabileceği üzere, Orta Doğu’daki kaosun ve Suriye’deki krizin, Kürt sorununun yönetimiyle ilgili olacağıdır.
Kürt sorunun yönetimi konusunda, bugün itibarıyla, Orta Doğu’da iki çizgi (koalisyon) ortaya çıkmış gözükmektedir. Bir tarafta ABD’nin, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın ve ABD liderliğindeki Koalisyon Güçleri içinde yer alan ülkelerin oluşturduğu çizgi; diğer tarafta da Suriye’nin, İran’ın ve Rusya’nın oluşturduğu çizgidir. Eğer bu iki farklı koalisyonun (çizginin) Kürtlere ilişkin yaklaşımı çıkış noktası alınır ise, Türkiye’nin ilk koalisyon içerisinde yerinin olmadığı gibi sonuca ulaşılacaktır. Çünkü hâlihazırda Türkiye’nin çok yakın gözüktüğü Suudi Arabistan da dâhil bu ülkeler Kürtlerin bölgede güçlendirilmesine ve İran’a karşı kullanılmasına odaklanmışlardır. Türkiye’nin ilk koalisyonda yer alması, Kürtler nedeniyle, bindiği dalı kesmesi anlamına gelecektir. Bu durumda ayrıca şunları da görmek gerekir: (i) Suudi Arabistan, Ankara’nın IŞİD üzerinden Sünni İslam Dünyasında kendisinden “rol çalmasına” iyi bakmayacaktır. (ii) Ankara, karadan komşuları olan Rusya, İran, Irak ve Suriye ile karşı karşıya olmaya devam edecektir. İkinci koalisyona dâhil ülkeler ise, hem Türkiye’ye komşu ülkelerdir, hem de Orta Doğu’da Kürtler ile oyun oynanmasına karşı olan ülkelerdir. İkinci koalisyon için de ayrıca şunları belirtmek gerekir: (i) Rusya’nın ve İran’ın, hem petrol ve doğal gaz üreticisi ülkeler olmaları, hem de Şam ve Bağdat üzerinde nüfuz sahibi olmaları, Ankara için önemlidir. (ii) Türkiye, ABD ile ilişkilerinde yorulmuş ve yıpranmış olan Pakistan’ın İran ve Rusya ile yakınlaşmasına aracılık edebilecektir. (iii) Muhtemel beklentilerin aksine, İran ile birlikte hareket etmesi, Pakistan’ın da desteği ile, Türkiye’nin Sünni İslam Dünyasında kendisine daha çok yer bulmasına hizmet edebilecektir ki, bunun İslam Dünyasındaki mezhep çatışmasında tansiyonun düşürülmesi ve birliğin sağlanması yolunda anlamlı olacağı değerlendirilmektedir. (iv) Türkiye, Rusya’nın ve İran’ın enerji pazarındaki konumlarını güçlendirebilecektir ve bunun Türkiye’ye ekonomik, politik ve güvenlik açılarından getirileri olacaktır. (v) Suriye’nin bir Arap ülkesi, Türkiye’nin Sünni kimliği öne çıkmış bir ülke ve İran’ın da Şii İslam Dünyasının lideri konumunda bir ülke olması, Rusya ile birlikte, ikinci koalisyon ülkelerine, Arap, Sünni İslam ve Şii İslam Dünyalarında avantaj ağlayacaktır. (vi) Bu avantajın ve ikinci koalisyon için yukarıda değinilen diğer hususların Çin’e de cazip geleceğini söylemek abartılı bir öngörü olmayacaktır. Bu paragrafta belirtilenler, aynı zamanda, IŞİD’ın niçin bölgesel güç mücadelesinin aracı olmaktan çıkıp küresel güç mücadelesinin aracı durumuna geldiğinin başka işaretleridir.
Orta Doğu’daki kaos hemen yanı başında belirmiş olmasına rağmen, eğer tercihini biraz daha netleştirir ve kendisi ile ilgili güven sorununu geride bırakırsa, Türkiye’nin işinin kolaylaşacağı değerlendirilmektedir.
Eğer Türkiye’nin algıladığı tehdit Kürtler ile ilgili ve IŞİD’ın varlığı bölgede Kürtlerin güçlenmesine hizmet ediyor (örtülü olarak bu amaca hizmet ediyor) görüşüne iştirak edilir ise; Ankara’nın IŞİD’ı ihmal etmeden (IŞİD ile birlikte) YPG’yi hedef alması; belki, YPG’den çok IŞİD’a odaklanması daha uygun olacaktır. Çünkü IŞİD’ın üzerine gidilmesi; (i) Kürtlere müzahir unsurların bölgedeki varlık nedenini ortadan kaldıracak ve bunların gerçek yüzleri görülecek, (ii) Kürtleri güçlendirme sürecini durduracak ve (iii) Türkiye üzerindeki baskının dayanağı ortadan kalkacaktır.
Menbiç, Fırat Nehrinin batısındadır ve ABD destekli YPG unsurlarının kontrolü altındadır. Türkiye, Azez-Cerablus Hattının kendisinin kırmızı çizgisi olduğunu daha önce ilan etmiş ve bu en yetkili ağızlardan çeşitli kereler iç ve dış kamuoyuna deklere edilmiştir. Eğer ortada bir kriz varsa ve bir krizde başarı kararlılığa bağlı ise; Türkiye’nin Fırat Kalkanı bağlamında Menbiç’e ilişkin duruşunu sürdürmesi ve YPG unsurlarının Fırat Nehrinin doğusuna çekilmesinde ısrarcı olması gerektiği değerlendirilmektedir. Ancak bu duruş sürdürülürken, bununla eş zamanlı olarak, Şam Yönetimi ile bir şekilde temasa geçilerek, sınıra mücavir Suriye topraklarında Suriyeli sığınmacılar için kalıcı yerleşim yerleri inşasına başlanması uygun olacaktır. Bunun, (i) Türk askerinin mücavir bölgede kalışını büyük ölçüde sorun olmaktan çıkaracağı, (ii) devletlerin Ankara üzerindeki baskısını hafifleteceği, (iii) Türkiye’nin sürdürülebilir yeni bir diyalog zeminine kavuşmasına hizmet edeceği, (iv) Suriye’den Türkiye’ye olan göçün hızını keseceği ve (v) sığınmacıların neden olduğu Türkiye üzerindeki mali yükün hem sürdürülebilir hem de öngörülebilir olmasına hizmet edeceği düşünülmektedir.
Diğer taraftan Fırat Kalkanı Operasyonunda Türkiye’nin özellikle IŞİD’ı öne çıkarması, en çok İran’ın işine gelecek ve Rusya’yı memnun edecek, Ankara’nın Tahran ve Moskova ile daha çok yakınlaşmasına hizmet edecektir. ABD’nin IŞİD ile mücadele ediyor gözükmesine rağmen, yukarıda daha önce ifade edildiği üzere, Türkiye’nin IŞİD’a yönelmesi gerçekte ABD’yi rahatsız edecektir diye düşünülmektedir. Keza Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in de, yine yukarıda daha önce belirtilmiş hususlar ışığında, Türkiye’nin IŞİD’a yönelmesinden rahatsız olacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’nin Rusya ve İran ile birlikte IŞİD’ı “gerçekten” karşısına alması, kuvvetle muhtemel, ilişkilerindeki güncel soğumaya rağmen, Washington’un Riyad ve Tel Aviv ile olan ilişkilerinde bir yakınlaşmaya yol açacaktır ki; Ankara’nın söz konusu rahatsızlığı ve bu yakınlaşmayı Tahran ve Moskova ile birlikte “göğüsleyebilecek” güce, imkâna ve yeteneğe sahip olduğu varsayılmaktadır.
Bütün sorun, Kürtlerin nasıl kontrol altında tutulabileceğindedir. Tahran’ın Talabani ve Goran Hareketi ile olan ilişkileri, Ankara’nın Barzani ile olan ilişkileri, Moskova’nın da İmparatorluk ve Sovyetler dönemlerinden gelen Kürtlere olan ilgisi, hep birlikte Kürt hareketini güvenilir bir şekilde kontrol etme imkânı sunabilir mi? Kürt hareketinin parçalanmış görüntüsü, gelinen nokta nedeniyle, ne kadar anlamlıdır ya da ne gibi riskleri içermektedir? Türkiye’nin biraz bu ve benzeri soruların üzerinde çalışmasına ihtiyaç vardır.
Sonuç olarak, eğer bugün ve görünür gelecek itibarıyla Orta Doğu’da kaosun yeni adı Suriye krizi olacak ve bu kriz münhasıran Kürtler ile ilgili olacak ise; Türkiye’nin Rusya, İran (+Irak) ve Suriye’den oluşan koalisyona müzahir bir yaklaşım içinde olması, milli ve coğrafi bütünlüğüne ilişkin olarak algıladığı tehdidi tolere etmesine ve ötelemesine hizmet edebileceği; ABD’nin başını çektiği, içinde İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın yer aldığı diğer koalisyona müzahir bir yaklaşımda ise, bu ihtimalin oldukça düşük, Türkiye’nin “küçülme” ihtimalin yüksek olduğu değerlendirilmektedir. Şu an itibarıyla görünen, Türkiye’nin, ABD’nin başını çektiği koalisyon içinde yer almasının, bile bile binilen dalın kesilmesi anlamına geleceği, düşüşün kaçınılmaz olacağıdır. Şimdilik görünen bunlar…
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 31 Ağustos 2016.
[i] Bu konuda, ABD yetkililerinden gelen; YPG’nin ABD’nin bölgedeki kara unsuru ve ABD liderliğindeki Koalisyon Gücüne bağlı hava kuvvetlerinin de YPG’nin hava unsuru olduğu yolundaki açıklamaları hatırlamak uygun olacaktır.