Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
Üniversitede, geçtiğimiz dönem, “Dış Politikada Kriz Yönetimi” dersini işlerken, son iki haftada, güncel koşullara dayalı örnek senaryo uygulaması olarak PYD’nin “Fırat’ın Batısına” geçme sinyallerini çıkış noktası almış, bunu oynamıştık. Öğrenciler, ilgili aktörleri temsilen, öncesindeki gelişmelerden yola çıkarak, uygun gördükleri makul ve mantıklı adımları atmış ancak, sonuçta Fırat’ın batısına yönelik ciddi bir gelişme yaşanmadan örnek senaryo uygulaması sona ermişti. 23 ve 30 Aralık 2015 tarihlerini kapsayan dersin bu son iki haftasının üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen, aradan geçen süre içerisinde, doğrudan ve/veya dolaylı olarak, Azez-Cerablus Hattı ile ilgili oldukça ciddi gelişmeler yaşanıyor. Suriye krizi ile ilgili gelişmeler, gelip Türkiye’ye ya da Azez-Cerablus hattına dayanmış gözüküyor.
Geçtiğimiz Ocak (2016) ayının son günlerinde Cenevre’de yapılan ve bir sonuç çıkmayan Suriye toplantısı öncesinde, merkezinde PYD’nin yer aldığı ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Muhaliflerin bu toplantıya katılmaması ve daha sonra gündeme gelen, “Açık Semalar Anlaşması” uyarınca Rusya’nın Türkiye’de yapacağı gözlem uçuşuna (uçuşun güney sınır bölgesinde yapılmak istenmesi nedeniyle) Ankara’nın izin vermemesi, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalede bulunacağı iddialarına yol açmış ya da bu iddia ile ilişkilendirilmiştir. Türkiye, bir taraftan PYD konusundaki karşı tavrını giderek daha çok öne çıkarmış, diğer taraftan da “sınırlarımızda Esad, IŞİD, YPG gibi unsurları görmek istemiyoruz” şeklinde, hukuken ve siyaseten “anlamsız” açıklamalar ile Suriye krizindeki ciddiyetine zarar veren ve duruşunu zayıflatan yaklaşımını sürdürmüştür. Rusya, Suriye’deki askeri varlığını (yığınaklanmasını) artırmaya devam etmektedir. Bu konudaki son gelişme, Rusya’nın yeni nesil Su 35C savaş uçaklarını Suriye’de konuşlandırmasıdır. Şam ile Tahran, Bağdat ve Moskova arasındaki işbirliği her gün biraz daha kendisini belli eder olmuştur. Bunların güç birleştirmesi ve bu birleştirmedeki uyum, Suriye krizinde dengeleri Şam lehine değiştirmeye başlamıştır. Dengelerin bu suretle değişmeye başlaması, giderek Türkiye’yi zora sokmaya ve Türkiye’nin pozisyonunu zayıflatmaya başlarken, bununla eş zamanlı olarak Türkiye’nin müstakilen Suriye’ye askeri müdahalede bulunabileceği konuşulur olmaya başlamıştır. Bu koşullarda, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın da dâhil olduğu Başbakan Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki bir heyet, Suudi Arabistan’ı ziyaret etmiş; Suudi Arabistan, bu ziyaretten birkaç gün sonra, ABD’ye, IŞİD’a karşı oluşturulmuş çok uluslu hava gücüne kara unsurları ile katılabileceği önerisinde bulunmuştur. Daha sonra, benzeri bir öneri Bahreyn’den gelmiştir. Bu arada, Suriye krizinde gelinen nokta nedeniyle, Esad’ın ve IŞİD’ın gerek her ikisinin gerekse bunlardan birinin tasfiyesi, bir sorun olarak görülmeye başlanmıştır. Bu bakış açısının da etkisinde, Suriye’nin (BM’nin icazeti ile ve “fiili kontrol” durumuna göre) parçalara ayrılmasını ve bu uygulamanın BM’nin gözetimine bırakılmasını öngören raporlar/görüşler ortaya atılmıştır.
Yukarıda sıralanan hususlardan ayrı olarak, dolaylı olarak Türkiye’nin Azez-Cerablus hattına ilişkin yaklaşımı ile bağlantılı olduğu düşünülen başka gelişmeler de vardır. Türkiye’nin terör örgütü olarak nitelendirdiği ve şiddetle karşı çıktığı PYD ile Washington ve Moskova arasındaki yakın ilişki her gün biraz daha göz önüne çıkar olmuştur. ABD ile PYD arasındaki yakın ilişki, hem açıkça kabul edilmiş, hem de bu ilişkinin düzeyinin “müttefik” seviyesinde olduğu ifade edilmiştir. Hatta ABD’nin Özel Kuvvetler birimine mensup subayların YPG’nin kara unsurlarına danışmanlık yaptığı ileri sürülmüş, Amerikalı bir uzmandan da ABD Hava Kuvvetlerinin YPG’nin hava unsuru olduğu yolunda yorum/açıklama gelmiştir. Bu hususları, Suriye’de, Rusya’nın Türkiye ile karşı karşıya bulunduğu ve ABD’nin de Türkiye’nin yanında Rusya’nın karşısında gözüktüğü ile birlikte mütalaa etmek gerekir. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, geçtiğimiz Ocak (2016) ayında Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu ziyarete ilişkin olarak sonradan medyaya yansıyan haberlerde/yorumlarda, Biden’ın, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “çekilme” çağrısında bulunduğu yer almıştır. Bunu da, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasında Suriye politikası konusunda görüş ayrılığı olduğu, Başbakan Davutoğlu’nun “anlamlı” bulunan bir heyetle Suudi Arabistan’ı ziyaret ettiği ve arkasından Suudi Arabistan’dan ABD’ye giden, kara unsurları ile Suriye’deki IŞİD ile mücadeleye katılma önersini birlikte mütalaa etmek gerekir.
Bunları belirttikten sonra, Türkiye için bazı tespit ve değerlendirmede bulunarak sonuca geleceğim. Birincisi, Türkiye’nin güney sınırına paralel bir şekilde, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Doğu Akdeniz’e açılacak bir “Kürt Koridoru”, Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğünü, egemenliğini açıkça tehdit eden bir husustur. Çok konuşulan “KCK” yapılanması, bölgede Kürt kökenli nüfusa sahip dört ülkeyi (Türkiye’yi, Suriye’yi, Irak’ı ve İran’ı) içine alan ve “Büyük Kürdistan” emelini gerçekleştirmeyi öngören bir “Kürt üst yönetim” örgütlenmesidir. Onun içindir ki, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyini içine alan “koridor uygulaması”, sadece bu iki ülke ile sınırlı kalamayacak, kaçınılmaz olarak “KCK şapkası” altındaki diğer iki ülke de bu olaydan etkilenecektir. Azez-Cerablus hattı, bu koridoru “tamamlayacak” bir hattır ve Türkiye’nin bu hatta ilişkin hassasiyetinin arkasında öncelikle bu vardır. Türkiye’nin bu hatta ilişkin hassasiyetinin arkasındaki bir diğer husus ise, Azez-Cerablus hattının aşılmasından sonra tamamlanmış olacak “Kürt Koridoru”nun karşısına bu kez “Hatay”ın çıkacak olmasıdır. Çünkü Hatay, Kürt Koridorunun Doğu Akdeniz’e ulaşmasının önünde engeldir. Bunun için haritaya bakılması yeterlidir. Suriye, 1939’dan bugüne kadar Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmemiştir. Bölgedeki genel durum, Kürt Koridorunun önünün açılması, Ankara-Şam ilişkilerinin hâlihazırda içinde bulunduğu olumsuz durum nedenleriyle, Hatay sorununun yeniden Türkiye’nin önüne konulması kuvvetle muhtemel görülmektedir. Onun içindir ki, Türkiye’nin Azez-Cerablus hattına ilişkin hassasiyetini Hatay’ın elde tutulması açısından da görmek gerekir. Bu noktada, Hatay konusunun, Şam ile Kürtleri biri birine yaklaştırabileceğini ve “fiili kontrol” durumuna göre Suriye’nin “parçalanmasında” işleri kolaylaştıracağını da görmek gerekir. İkincisi de, uluslararası hukuk ve Irak Anayasası ile örtüşmüyor olsa bile, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki askeri varlığının, Ankara için bir “gereklilik” olduğudur. Ankara’nın Irak’ın kuzeyindeki askeri varlığı, “istenmeyen” gelişmeler karşısında, Kürtlerin “çifte” kıskaç altına alınmasına imkân verecek; Kürtlerin hareket serbestîsini kısıtlayacak, atacakları adımlarda onları çok iyi düşünmeye zorlayacaktır. Türkiye’nin söz konusu askeri varlığı, Bağdat-Tahran ilişkileri ve Irak-Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e açılma fırsatını yakalamış İran bağlamında da Ankara için önemlidir, anlamlıdır. Buradaki Türk askeri varlığı; Tahran’ın hareket serbestîsini kısıtlayacak, Tahran-Şam bağlantısını kesebilecek, Bağdat üzerinde baskı unsuru olabilecek ve Ankara’ya ileriden savunma imkânı sağlayabilecektir. Bu noktada, Amerikalılardan gelen ve Irak’ın kuzeyindeki Türk askeri varlığının, yürütülen eğitim programı ile ilişkili olmadığına dair açıklamayı hatırlamak uygun olacaktır. Üçüncüsü, Türkiye’nin, 1991’de “Çekiç Güç” adı ile başlayan ve 2003 yılında ABD’nin Irak’a askeri müdahalesine kadar devam eden Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtleri korumaya yönelik TSK İncirlik Tesisi merkezli uygulamadan edinmiş olduğu deneyim üzerinde çalışmamış olduğunun anlaşılmasıdır. Belli ki, ABD’nin Kürtler ile olan ilişkilerine (dolayısıyla Kürt Politikasına) işaret eden bu ciddi deneyim, aradan geçen süre içerisinde masaya yatırılıp, Kürt konusunun ABD ile Türkiye arasında ciddi bir sorun olmaktan çıkarılması ya da ABD’ye/Kürtlere karşı izlenecek politikanın belirlenmesi konusuna eğilinmemiştir. “Açılım Süreci”, Peşmergeye yönelik eğitim programının bir parçası olunması ve Ankara’nın 2014 yılı Eylül sonu-Ekim ayı başında yaşanan “Kobani olayları” sırasındaki duruşu, böyle bir çalışmanın yapılmamış olduğunun işaretleri olarak alınabilir. Bugün yaşananlar ile belirtilen işaretler arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulabileceği gibi, bugün yaşananların “dün” verilmiş bu işaretler ile açık bir çelişki oluşturduğu da ortadadır.
Önümüzdeki döneme bakıldığında, Başbakan Davutoğlu’nun Riyad ziyareti ve bu ziyaret sonrasında Riyad’tan ABD’ye giden öneri ile birlikte, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalede bulunma ihtimali -şimdilik- gündemden düşmüş gözükmektedir. Genelkurmay Başkanı’nın bu ziyarete dahil edilmesi ile, belli ki, Suudi Yönetiminin ikna edilmesi amacı güdülmüştür. Kuvvetle muhtemel Suriye’ye müstakilen müdahale etme eğilimi, Riyad’tan destek geleceği varsayımına dayalı idi. Ancak Riyad ikna edilmişti ve bu ikna oluş ta ABD’ye yapılan öneri ile açığa vurulmuştu. Bu gelişmeler, eğer “iyi polis-kötü polis” oyunu oynanmıyorsa, Türkiye’de, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın Suriye konusuna ilişkin yaklaşımlarındaki farkı açığa vurmuş olmaktadır. Bu tür görüş ayrılıkları diplomasilerde zafiyete neden olmakla birlikte, son tahlilde, Riyad’tan ABD’ye giden öneri ve bunun Ankara Yönetimi için yol açtığı söz konusu açığa düşüş, Türkiye için sadece bir olumsuzluk olarak görülmemeli, hatta bir süredir “inişte” gözüken Türk Diplomasisi için olumlu bir işaret olarak da değerlendirilmelidir diye düşünülmektedir. Çünkü her şeyden önce Ankara’nın Suriye’ye müstakilen askeri müdahalede bulunma kararlılığına işaret eder, Ankara’nın müdahalesinin önlenmesi karşı tarafa Ankara lehine sorumluluk yükler, Riyad’ın önerisinin karşılık bulmaması halinde ise Türkiye’nin Suriye’ye müstakilen müdahalesi üçüncü aktörler nezdinde Türkiye lehine bir “haklılık” algısına yol açar. İkinci olarak, eğer Suudi Arabistan’ın (Ankara’yı “engelleyip”) kara unsurları ile ABD liderliğindeki IŞİD karşıtı güce katılma önerisi uygulamaya geçerse, Peşmergenin, Şam’ın, Bağdat’ın ve Tahran’ın Suriye’deki hareket alanı daralacaktır. Bu durumda, IŞİD karşısında Peşmergeye, Bağdat’a ve Tahran’a, Lübnan Hizbullahı’na, diğer Şii milislere olan ihtiyaç azalacak, dolayısıyla hem Peşmergenin IŞİD karşısındaki “ihtiyaçlarının” karşılanması eskisi gibi önemli olmayacak hem de bunlara daha az “müsamaha” ile yaklaşılabilecek, Şam Yönetimi ve Rusya da ciddi şekilde destekten yoksun kalacaklardır. (Barzani’den gelen, Kürtlerin bağımsızlığa hiç bu kadar yakın olmadığı şeklindeki açıklama, Riyad’ın Washington’a yaptığı önerinin, Peşmerge için, yukarıdaki şekilde değerlendirildiğine işaret eder.) Bunlar, Türkiye’nin müstakilen Suriye’ye askeri müdahalede bulunma gerekçeleridir ve Riyad’ın önerisi kabul görürse Türkiye’nin müstakilen müdahale etme gerekçeleri ortadan kalkmış olacaktır. Eğer Suriye’nin “fiili kontrol” durumuna göre parçalara ayrılması konuşuluyorsa ve Şam-Tahran (+Bağdat)-Moskova “ittifakı” Suriye’de ilerleyişini sürdürüyorsa, Washington’un Riyad’tan gelen öneriyi dikkate alıp aralarına (Türkiye de dahil) başka ülkeleri de koyarak başında bulunduğu çok uluslu gücün kara unsurları olarak Suriye’de toprağa ayak basması ABD’nin de çıkarlarına hizmet edecektir. Çünkü böylece, Şam-Tahran (+Bağdat)-Moskova “ittifakının” Suriye’deki ilerleyişini durdurmuş olacak, dolayısıyla “fiili kontrol” durumuna göre yapılacak bir “yapılandırmada” avantaj elde etmiş olacaktır. ABD için sorun, bir yönüyle gelip Kürtlere dayanmakta, diğer yönüyle de imajının Suriye’deki “proxy” savaşta Rusya’nın karşısına sürmüş gözükeceği aktörlere bırakılmış/bağlı olmasındadır. Acaba ABD destekli aktörlerin başarısız olması Washington’un imajını nasıl etkiler? Ancak bu sorunun yanında, hâlihazırda karşı karşıya bulunduğu (ambargo/yaptırım uyguladığı) Rusya’nın Suriye’de daha fazla enerji ve kaynak tüketmesinin ABD’nin işine gelip gelmeyeceği sorusunu da sormak gerekir.
PYD unsurlarının askeri bir operasyon kapsamında Fırat’ın batısına geçmeye başladıkları bir tabloda Türkiye’nin sessiz kalması ve geçişe tepki vermemesi; Ankara’dan en yüksek “perdede” gelmiş açıklamaların yol açtığı angajman ve algı nedeniyle, Türkiye’yi adeta “bitirebilecek” bir durumdur. NATO’nun, hantal karar sürecine dayalı, biraz da “oyalama” amaçlı tavrı ve benzeri bir tavrın BM tarafından sergilenmesi nedeniyle, Türkiye’nin müstakilen bu geçişe müdahale etmesi ise, PYD’ye “müttefikim” diyen ABD’yi karşısına alması sonucunu doğurabilecektir. Ankara, ABD’nin bu tavrını aşmak ya da törpülemek için Suriye’ye müdahalesini “bir şekilde” Rusya ile ilişkilendirmeyi düşünebilir ancak, bu, sonucu fazla değiştirmeyecektir diye düşünülmektedir. Türkiye’nin savunma malzemesinin (donanımının) genellikle ABD orijinli olması ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında maruz kalınan “ABD silah ambargosu” hatırlandığında, Türkiye, sadece Suriye’de ABD’yi karşısına almakla kalmayacak, savunma ve güvenliği açısından ciddi bir zafiyet (zayıflık) içine de düşebilecektir. Suudi Arabistan’ın ve sesi son günlerde fazla çıkmayan Katar’ın Türkiye’ye desteğinin ise, Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı durum bağlamında fazla anlamlı olmayacaktır. Burada, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın savunma ve güvenlik yönünden Batıya (özellikle ABD’ye) bağımlı olduklarının da hatırlanması uygun olacaktır.
Türkiye’nin müstakilen Suriye’ye askeri müdahalesi, gelinen nokta nedeniyle, Ankara’nın Moskova ile sıcak bir çatışma içine girme riskini de içermektedir. Acaba böyle bir müdahale sonrasında Türkiye’nin Rusya ile sıcak bir çatışma içine girmesi; ambargo, izolasyon ve düşük petrol fiyatları nedeniyle, ekonomik durumu giderek kötüleşen ve politik olarak hoşnutsuzluk homurtularının duyulmaya başlandığı Moskova’nın işine gelebilir mi? Normal koşullarda, Moskova’nın Türkiye ile karşı karşıya gelmesini beklememek gerekir. Ancak mevcut koşullar ve görünür geleceğe ilişkin bazı öngörüler, bunun tersinin söz konusu olabileceğine işaret etmektedir. Türkiye ile girişilecek sıcak bir çatışma, Moskova’nın ekonomideki kötüleşmeyi dışarıya “yansıtmasına” ve politik hoşnutsuzluğu “bastırmasına” hizmet edecektir. Ve Moskova, Türkiye’nin Ukrayna, Kırım ve Kafkasya konularındaki duruşundan ciddi şekilde rahatsızdır. Ayrıca Moskova’nın, Uzakdoğu-Sibirya toprakları konusunda -ifade edilmese de- Çin ile ilgili ciddi endişelere sahip olduğu varsayılmaktadır. Kalabalık nüfusu, enerji ihtiyacı ve yeni deniz ulaşım hattını kontrol isteğinin etkisinde, Çin’in, kuzeye taşması ve Rusya’nın ülkesi üzerinden Arktik Okyanusu kıyısına çıkmayı istemesi ihtimali söz konusudur. Bunu önlemek için Rusya’nın “caydırıcılığa” ihtiyacı vardır. Bunun için de, gücünü göstermeye aracılık edecek sıcak çatışmalardan yararlanmak isteyebilir. 1991’deki dağılmadan sonra Kafkasya’da yaşanan Rus-Çeçen savaşları hariç, Suriye krizine müdahil olana kadar Rus Ordusu ülke dışında sıcak bir çatışmaya müdahil olmamıştı. Üstelik Rus-Çeçen savaşlarında da, Moskova’nın itibarı ciddi yara almıştı. Eğer Rus Ordusunun Ukrayna ve Suriye krizleri üzerinden durumunu gözden geçirdiği ve eğitimden geçtiği düşünülür ise; Türkiye ile girişilebilecek sıcak bir çatışmada elde edebileceği başarı, Moskova’nın Çeçen savaşındaki yaralarını sarmasına, bütün Dünyada eski şaşalı gücü ile hatırlanmasına ve asıl önemlisi Çin üzerinde caydırıcı olmasına hizmet edebilecektir. Son yıllardaki Türkiye-Rusya yakınlaşmasının Moskova’nın Türkiye’yi daha yakından “tanımasına” imkân ve fırsat verdiği, özellikle geçtiğimiz yıl (2015) içinde Karadeniz’de Türk hava sahasının Rus uçakları tarafından keşif-gözetleme amaçlı olarak sıkça ihlal edilmiş olduğu, geçtiğimiz Ekim (2015) ayında Mısır’da düşen Rusya’ya ait yolcu uçağının Mısır’daki “radikal” Türkler tarafından düşürülmüş olduğunun ileri sürülmesi ve Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki ve Suriye’deki hava ve deniz varlığı dikkate alındığında, Moskova’nın, Türkiye ile sıcak çatışma riskini bir süredir düşündüğü ve bunun üzerinde çalıştığı akla gelmektedir. Rusya, yukarıda belirtilen amaçlarını gerçekleştirme “hevesi” ile, kuzeyden, güneyden ve doğudan (Hazar Denizi üzerinden) “üçlü kıskaç” altına alabileceği Türkiye’yi kolay bir “lokma” olarak da görmüş olabilir. Hatta son yıllardaki, muvazzaf-emekli askerlere yönelik komplolar üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güç kaybetmiş olduğunu ve Türk toplumunun bölünmüş (kamplaşmış) olduğunu bir fırsat olarak telakki etmiş de olabilir. Ancak klasik güç unsurları bir yana, “asimetrik” savaşın yaygınlaştığı ve bunun ciddi bir “kontrol” sorununa yol açtığı mevcut koşullarda, Türkiye’nin, Rusya için kolay bir “lokma” olmaması bir yana; Türkiye ile girişeceği sıcak bir çatışmanın, Rusya’yı “ikinci” bir dağılma süreci ile karşı karşıya bırakma ihtimali de mevcuttur. Küresel ekonominin yeniden ciddi bir daralmayı yaşadığı mevcut süreçte, Rusya’nın yer altı ve yer üstü kaynakları yönünden zengin ve büyük ülkesi, iştah kabartmaktadır. Ve bu, Türkiye’yi Rusya karşısında destekten yoksun bırakmayacak çok ciddi bir durumdur. Bunların anlamı, Türkiye ile sıcak bir çatışma içine girmesinin, Rusya’yı, en azından Kafkasya ve uzak-doğu topraklarını kaybetme riskini ile karşı karşıya getireceğidir. Bu noktada, Ukrayna’yı ve Kırım’ı, belki Japonya’yı da ayrıca hatırlamak gerekir.
Türkiye’nin Suriye krizine ilişkin yaklaşımının arkasında sadece Kürt konusu yoktur, İran da vardır. Bölgesel dengelerin İran lehine değişmesi, İran Anayasasının İslam Devriminin ihracı konusunda Tahran Yönetimine yüklediği sorumluluğun gereği olarak İran’ın yayılmacı bir siyaset izlemesi, bu yayılmacı siyasetin Türkiye’ye güneyden komşu Irak’ta ve Suriye’de kendisini göstermesi ve Türkiye’nin doğudan sonra güneyden de İran komşu olması, Türkiye’nin gözüyle tehdit algılamasında İran’ı öne çıkarmıştır. Buradan hareketle, Türkiye’nin Suriye krizine gösterdiği ilginin arkasında, Şam ile Tahran ve (artık Tahran’ın nüfuz alanında olan) Bağdat arasındaki bağı koparma isteğinin yer aldığını söylemek de mümkündür. Türkiye için ifade edilen bu gerekçe, Suudi Arabistan için de geçerli kabul edilebilir. Bunun içindir ki, son dönemde iyice öne çıkan Türkiye-Suudi Arabistan yakınlaşmasının, mezhepsel “aynılıktan” çok, İran’a ilişkin bu ortak mülahazaların ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Buna bağlı olarak da, gerçekçi olmak ve sürprizleri savuşturmak adına, Türkiye’nin Azez-Cerablus hattı konusundaki hassasiyetinin Suudi Arabistan tarafından paylaşılmadığını, Suudi Arabistan’ı Türkiye’ye iten asıl etkenin İran olduğunu belirtmek gerekir. Ancak Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmaya Riyad’ın Ankara’ya ne derece ihtiyacı olduğu noktasından bakarken, şu iki hususu da görmek gerekir. Birincisi, sekiz yıl süren (1980-1988) İran-Irak savaşı sırasında Suudi Arabistan’ın ve (“aktif tarafsızlık” politikası izlese de) Türkiye’nin Bağdat’ın yanında yer almış olması ve İran’ın güçlendikçe bunu daha çok hatırlayacağından duyulan endişedir. İkincisi de, gerek Ankara’nın, gerekse Riyad’ın, ABD-İran yakınlaşmasından duydukları rahatsızlık ve her iki başkentin Washington ile olan ilişkilerinin eski sıcaklığından uzak olmasıdır. Bu belirtilenler nedeniyle de, Riyad’ın Washington’a yaptığı önerinin kabul görüp görmeyeceği, Ankara ile Riyad’ın Suriye ile bağlantılı endişelerinin giderilmesine ABD’nin ne oranda müzahir olabileceği tartışmaya açıktır. Eğer Türkiye’nin sıkıntısı Kürt ve İran konularına indirgenir ve Suudi Arabistan’ın sıkıntısının da sadece İran olduğu çıkış noktası alınırsa; ABD’nin İran’dan uzaklaşması ve ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinde baş gösterecek yakınlaşma, Ankara ile Riyad’ın yollarının ayrılmasına neden olabilir ve Türkiye, Kürt ve İran sıkıntıları ile baş başa kalabilir. Bu yolla Türkiye’nin Riyad’ın desteğini kaybetmesi ve daha da yalnızlaşması, ihtimal dışı olarak görülmemektedir. ABD-İran yakınlaşmasından önceki dönemde, ABD ile olan yakın ilişkilerinin, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın İran ile ilgili endişelerini karşılamaya yettiğini unutmamak gerekir. Belirtilen mülahazalar ışığında ve İran bağlamında, Türkiye’nin müstakilen Suriye’ye müdahalesinin, şimdilik, Ankara ile Tahran’ın sıcak bir çatışma içine girme riskini (Rusya kadar) içermediğini ya da bu riskin fazla yüksek olmadığını söylemek mümkündür. İslam Devriminin Tahran Yönetimine yüklediği görev, İran’ın toplumsal yapısı ve güncel jeopolitiği ile Ankara’nın son dönemde attığı bazı adımlar ve geliştirdiği ilişkiler (örneğin Katar’da askeri üs sahibi olması gibi), bu görüşün dayandırıldığı diğer etkenler olarak belirtilebilir.
Türkiye’nin Azez-Cerablus hattına ilişkin hassasiyetinin Suriye’ye müdahalesine yol açmasının çağrıştırdığı, Ankara-Moskova ve Ankara-Tahran sıcak çatışmasına ilişkin yukarıdaki değerlendirmeyi tamamlamak için, Moskova ile Tahran’ın birlikte Ankara’yı karşılarına alma ihtimaliden de söz etmek gerekir. Ancak bu ihtimal, Suriye krizini bölgesel olmaktan çıkarıp küresel bir mahiyet arz etmesine ve böyle bir durumda da “sahaya” yeni aktörlerin inmesine neden olacağı için, dışlanmamakla beraber, oldukça zayıf görülmektedir. Nitekim aşağıda değinilen, Suriye’nin geleceğine ilişkin görüşler de, özde, bunu teyit etmektedir.
Suriye krizinde çözüm ümitlerinin zayıflaması ve kontrolün krizi çıkaranların elinden kaymaya başlaması, Suriye konusunda yeni bazı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlardan en belirgin olanı, Suriye’nin “fiili kontrol” durumuna göre parçalara ayrılmasını, bu bağlamda IŞİD’ın filli kontrolünde olacak parçanın Türkiye’nin “garantörlüğüne” bırakılmasını ve bu uygulamanın BM’nin gözetimine yürütülmesini öngören görüştür. Bu görüşün, Suriye krizini çözmekten çok, krize süreklilik kazandıracağı ve krizin komşu coğrafyalara taşmasına neden olacağı değerlendirilmektedir. Bosna-Hersek modeli ortadadır; yürümemektedir; tansiyon giderek yükselmektedir. BM’nin gözetimine verilmiş sorunlarda çözüme ulaşılamadığı ve barışın sağlanıp korunamadığı birçok olayda görülmüştür. Bunun yakından bilinen örneği Kıbrıs’tır. “Fiili kontrol” durumuna göre parçalara ayırma Rusya’nın işine geleceği için, Çin karşı çıkmaz ise, BM Güvenlik Konseyi’nden, Suriye ile ilgili, bu yönde bir karar çıkabilir. Ancak sorun kararın çıkmasında değil, uygulanmasında olacaktır. Böyle bir tabloda, parçalardan biri olacak IŞİD’ın Türkiye’nin garantörlüğüne verilmesi, Türkiye’yi “gözeten” değil, hedef alan bir karar olacaktır. IŞİD’ın imajı belli ve Türkiye bugüne kadar ısrarla IŞİD ile ilişkilendirilmiş iken; Türkiye’nin bunu kabul etmesi, hem Türkiye hakkındaki IŞİD iddialarını teyit etmiş olacaktır, hem de arkasından IŞİD üzerinden doğrudan Türkiye’yi hedef alan yeni bir süreç baş gösterecektir. Böyle bir süreçte, Türkiye’nin “yalnızlığının” daha da derinleşebileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Yine böyle bir tabloda, eğer Azez-Cerablus hattı hala geçilememişse, bu hattın aşılması ve “Kürt koridorunun” tamamlanması için; yok eğer bu hat aşılmış ise, Hatay ve “Büyük Kürdistan”ın hayata geçirilmesi için, Türkiye daha önce olmadığı şekilde ciddi baskı altına alınacaktır. Bu, Türkiye’nin, ülke ve ulus bütünlüğünü ve egemenliğini hedef alan daha “büyümüş” ya da “büyütülmüş” bir tehdit ile karşı karşıya kalacağı demektir.
Sonuç olarak; Riyad’ın ABD’ye yaptığı önerinin kabul görmesi ve Suudi Arabistan kara unsurlarının Riyad’a yakın diğer ülkelerin (Türkiye, Ürdün, Katar, Bahreyn, Mısır) kara unsurları ile birlikte Suriye’de sahaya girmesi, kuvvetle muhtemel kısmi bir sükûnete yol açabilecektir. Ancak ABD’nin bunu kabul etmesinin, Türkiye’nin Azez-Cerablus hattındaki ısrarından vazgeçmesine bağlı olduğu ve bunun için, öncelikle Ankara’nın imajını zedelemeyecek bir yolla ve bazı “güvencelerle”, Türkiye’nin bu ısrarının aşılmaya çalışılacağı değerlendirilmektedir.
Türkiye, sonuçta, Azez-Cerablus hattındaki ısrarından vazgeçmekle “yetinmek” (!) durumunda kalabilir. Eğer öyle olur ise, Türkiye için olumsuzluklar, “çorap söküğü” gibi arkasından gelecektir.
Ancak “Büyük Kürdistan”ın kendisinden de toprak koparacak olması ve ortaya çıkacak bağımsız Kürt devletinin ABD ve İsrail himayesinde bulunacağı düşüncesi nedeniyle, İran, kuvvetle muhtemel, böyle bir gelişmeye seyirci kalmayacaktır. Tahran-Moskova ilişkilerinin gelişmesi, Tahran-Moskova ikilisinin Irak ve Suriye’yi doğudan ve batıdan “çifte kıskaç” altına alabilecek imkan ve yeteneğe sahip bulunması, İran’ın “bölgesel” bir güç olarak yükselmesi, Suriye’nin güncel jeopolitiğinin İran için önemli olması, İran’ın seyirci kalmanın ötesine geçip, böyle bir gelişmeyi önlemeye yönelik adımlar atabileceği değerlendirmesine neden olmaktadır.
Tarihsel ilişkilerine rağmen, Rusya’nın Kürtlere ilişkin “güncel” angajmanının derecesi ABD’den farklı gözükmektedir. Örneğin, şimdiye kadar, Rus uzmanlardan, Suriye’de operasyon yapan Rusya Hava Kuvvetleri unsurlarının YPG’nin hava unsurları olduğunu yolunda bir yorum/değerlendirme gelmemiştir.
Haritaya bakıldığında Türkiye’nin İran ve Rusya ile komşu olduğu, Suudi Arabistan ile ABD’nin fiziki olarak Türkiye’ye uzak olduğu görülür. Türkiye’nin komşularını değiştirmesi (!) mümkün değildir, her devlet gibi komşuları ile yaşamaya mahkûmdur. Gerek bu durum, gerekse yukarıda belirtilen hususlar ışığında, Türkiye’nin çıkarının; uluslararası hukukun ve iç hukukun öngördüğü “dostluk ve iyi komşuluk” yükümlülüğünü de hatırlayıp, “yaşananlara rağmen” Rusya ve İran ile olan ilişkilerini bu çerçevede yürütmeyi düşünmesinde olduğu değerlendirilmektedir.
Ayrıca, bu koşullarda yapılacak bir Çin ziyaretinin Türk Diplomasisine güç vereceği, elini kuvvetlendireceği de düşünülmektedir.
Çünkü ABD’nin Kürtlere ilişkin iyice netleşen angajmanı, en iyimser değerlendirme ile, Türkiye’ye iyi şeyler vaat etmemektedir.
osmetoz/ascmer, 10 Şubat 2016, www.ascmer.org