03 Ekim 2016
1. Pakistan, İslam Devleti’ne mi dönüşüyor? 1979-1989 yılları arasında Sovyetlerin işgaline konu olan, 2001 yılından bu yana da ABD’nin yerleşik olarak bulunduğu Afganistan’a komşu Pakistan’da öne çıkan grupların kökenleri (toplumsal tabanları), liderlik yapıları ve finans kaynakları ile, bu grupların IŞİD ile bağlantıları üzerinden, sorunun cevabına açıklık getirilmeye çalışılıyor. Pakistan’ın (i) nüfusunun dinsel görünümü, (ii) Afganistan’a komşu oluşu, (iii) Suudi Arabistan ile olan yakın ilişkileri ve (iv) Hindistan ile olan anlaşmazlığı dikkate alındığında, Pakistan’daki dönüşümün yeni başlamış bir süreç olmadığı görülecektir. Bunun içindir ki, dönüşümün kendisinden çok, Asya’daki dengeleri ve küresel politikayı nasıl etkileyeceği önemlidir. Buna eğilmeye ve hazırlıklı olmaya ihtiyaç vardır. Pakistan’ın geçtiğimiz günlerde ilk defa olarak Rusya ile ortak askeri tatbikat icra etmesi, söz konusu öneme ve ihtiyaca işaret eder. Acaba Pakistan’ın bu durumundan Türkiye için ne gibi çıkarsamalarda bulunulabilir? (http://www.css.ethz.ch/en/services/digital-library/articles/article.html/bdef6fac-a60b-4fa9-8b1f-b22195aa1247, 03 Ekim 2016.
2. Azerbaycan nereye gidiyor ya da nereye çekiliyor? Ülkesel, bölgesel ve küresel gelişmeler, “enerji üreticisi” kimliği ile Azerbaycan’ın sorgulanmasına neden olmaktadır. ABD’nin enerji piyasasında “satıcı” rolü ile öne çıkması, Rusya’nın Batı ile olan güncel olumsuz ilişkilerinin Avrupa enerji pazarındaki konumunu tehdit etmesi ve Azerbaycan enerji ağırlıklı dış ticaretinin Avrupa ülkeleri ağırlıklı olması, enerji piyasasındaki konumunu kaybetmek istemeyen Rusya’yı Azerbaycan’a itmektedir. Türkiye ile yaşanan “uçak düşürme” krizi, Rusya’nın mevcut konjonktürde Azerbaycan’a ayrıca eğilmesine yol açmıştır. Dağlık Karabağ olayında Ermenistan’ın (Rusya’nın baskısı ile) “başlangıç” olarak küçük bir toprağı Azerbaycan’a iade etmesi beklentisi bu koşullarda ortaya çıkmıştır. Rusya’nın Ermenistan’ı hem silahlandırmaya devam etmesi, hem de Azerbaycan’a toprak terkine zorlaması, bir çelişki gibi görünse de, bu yaklaşımın, gerçekte her iki ülkeyi etki/kontrol altında tutma amacına hizmet ettiğinden şüphe duyulmamaktadır. Azerbaycan’da geçtiğimiz günlerde gerçekleşen ve “teorik olarak” Aliyev Yönetiminin ömrünün uzamasına hizmet edeceği düşünülen Anayasa değişikliklerinin, Rusya’nın Azerbaycan’a gösterdiği bu ilgiden istifade ile gerçekleştirilmiş olduğu düşünülmektedir. Katolik Dünyasının ruhani lideri Papa Franciscus’un Azerbaycan ziyaretine ise, belirtilen koşullarda, Aliyev Yönetiminin, Moskova karşısında zayıf da olsa bir tutamak noktası ya da çıpa olma işlevini yüklemiş olduğu düşünülebilir. Uluslararası konjonktürün ve ülke içinde arttığı ifade edilen endişenin, Azerbaycan’ı sadece Rusya’ya itmediği, aynı zamanda İran ile işbirliğine de ittiği kabul edilmektedir. Bu bağlamda, hem Azerbaycan’daki Şii nüfus, hem de Putin’in, Ruhani’nin ve Aliyev’in geçtiğimiz Ağustos (2016) ayında Bakü’deki “üçlü zirvede” bir araya gelişleri anlamlı bulunmaktadır. Geçen süre içerisinde savunma ve güvenlik politikasına ilişkin olarak yaptıkları, acaba Azerbaycan’ı Rusya’ya bağımlı olmaktan kurtarmış olabilir mi? Yoksa Rusya’ya bağımlılıkta değişen fazla bir şey yok mu? Azerbaycan’ın yukarıda belirtilen durumu, acaba Türkiye için, neyi/neleri ifade ediyor olabilir? Türkiye’nin, kendisinin bölgede izleyeceği politikalara bağlı olarak, Azerbaycan’ı da kaybetme riski ile karşı karşıya bulunduğu düşünülebilir mi? Rusya’nın Türkiye’yi daha da yalnızlaştırmak suretiyle kontrolü altına almayı öngören “örtülü” bir politika izlemekte olduğu ileri sürülebilir mi? (http://www.css.ethz.ch/en/services/digital-library/articles/article.html/caa0f4ff-f020-4689-a025-d017eb891c89, 03 Ekim 2016; Ortadoğu, “Papa Franciscus Azerbaycan’da”, 03 Ekim 2016, s. 7)
3. Hindistan kontrolündeki Camnu-Keşmir’de olaylar yoğunlaşıyor. Hindistan Ordu güçleri ile Keşmirli direnişçiler arasındaki çatışmalarda, geçtiğimiz Eylül (2016) ayında belirgin bir artış gözlemleniyor. Keşmirli direnişçilerin bölgedeki bir askeri üsse yaptıkları saldırıda 17 askerin hayatını kaybetmesi olayının dışında, direnişçilerin kayıplar verdiği çok sayıda olay meydana geldi. Keşmir sorunu, kamuoyunda genelde bilinen aksine, sadece Hindistan ile Pakistan’ın taraf olduğu bir sorun değil, Çin’in de taraf olduğu bir sorundur. Uluslararası politikanın Asya’ya kayması ve Çin’in uluslararası politikada yeni bir kutup olarak algılanması, Keşmir sorununu, üstelik Çin ile bağlantılı olarak, öne çıkarmış (ya da çıkaracak) gözükmektedir. ABD’nin Çin’e yönelik olarak izlemekte olduğu çevreleme politikası bağlamında Hindistan’a yaklaşması, Pakistan’ı ABD’den uzaklaştırmış ve Çin’e itmiştir. Rusya’nın ABD ile yaşadığı mevcut sorunlar, Rusya ile Pakistan’ı biri birine itmiştir. Keşmir sorununa bakarken öncelikle bilinen dengelerdeki bu değişimi görmek gerekir. İlginç ve önemli olanı, Hindistan’ın kontrolündeki Camnu-Keşmir bölgesinde yaşayan Müslüman halkın Hindistan’dan ayrılma hakkına işaret eden güncel analizlerin ortaya çıkmış olmasıdır. Nüfusunun gösterdiği etnik ve dinsel çeşitlilik nedeniyle Hindistan’ın bu yöndeki gelişmelerden ciddi şekilde rahatsız olacağından şüphe duyulmamaktadır. Ancak Hindistan’ın bu rahatsızlığı, Keşmir sorununun Asya’daki rekabete (güç mücadelesine) konu olmasına fazla engel olmayacaktır. Çünkü Hindistan’ın Keşmir sorununu kontrolü altında tutma imkânı kısıtlıdır. Keşmir sorununda gelinen bu nokta, Orta Doğu’da öne çıkmış Kürt hareketi ve ülkesinde Kürt nüfusa sahip bölge ülkeleri açısından oldukça önemli görülmektedir. Camnu-Keşmir’in Hindistan’dan ayrılması yönünde ortaya çıkacak her gelişme, Orta Doğu’da Kürt hareketine güç verecek ve ilgili ülkeler olarak Suriye’yi, Türkiye’yi, Irak’ı ve İran’ı sıkıntıya sokacaktır. Türkiye’nin Keşmir konusundaki gelişmelere bu gözle eğilmesinde yarar görülmektedir. (Milliyet, “Keşmir’de Tabura Yapılan Saldırıda 17 Hindistan Askeri Öldü”, 18 Eylül 2016, s. 12; http://www.css.ethz.ch/en/services/digital-library/articles/article.html/782918c1-d866-46a9-be29-4312a25ddf7d, 03 Ekim 2016)
4. Rusya ile İran arasındaki yakınlaşma, İkinci Dünya Savaşından bu yana gözlemlenen en ciddi (belirgin) yakınlaşma olarak, dikkati çekmektedir. İki ülkenin, birlikte Esad Yönetimine destek verdikleri, Suriye’de askeri işbirliğinde bulundukları, Batının Orta Doğu’ya yönelik politikasını eleştirdikleri; Rusya’nın hava unsurlarının yakıt ikmali için İran’ın hava üssünden yararlandığı bilinmektedir. Acaba İran ile Rusya’yı biri birine iten faktörler nelerdir ve iki ülkenin örtüşmeyen yanları konusunda neler söylenebilir, bunlardan hareketle iki ülke arasındaki stratejik işbirliği acaba ne kadar sürdürülebilirdir? Bu sorulara verilecek cevaplar önemlidir. Çünkü İran-Rusya birlikteliği, 08 Kasım 2016 tarihinde yapılacak Başkanlık Seçimini de etkileyen bir mahiyet arz etmiş olarak Suriye krizindeki dengeleri ABD’nin aleyhine değiştirmiştir. Bu birlikteliğin, “medeniyetler çatışması” tezi bağlamında, İslam’ın Şii kolunu yanına aldığı için “Slav-Ortodoks” medeniyet grubuna “Batı” medeniyet grubu karşısında avantaj/güç sağlayacağı açıktır. İran ise, Rusya ile geliştirdiği stratejik işbirliğinden İslam Dünyası içindeki (ve Suudi Arabistan karşısındaki) konumunu güçlendirmede yararlanabilecektir. Yakınlaşma, Kafkasya’da, Rusya’nın endişesinin karşılanmasına, İran’ın dinsel nüfuz alanını genişletmesine hizmet edebilecektir. Yukarıda belirtilen hususlar ışığında, Türkiye’nin, İran-Rusya stratejik işbirliğini, Suriye krizi ve Kafkasya bağlamında değerlendirmeye ihtiyacı olacaktır. Avrupa’nın İran-Rusya ilişkilerini etkilemede (değiştirmede) sınırlı bir imkân ve kabiliyete sahip olduğu kabul edilirken, acaba Türkiye’nin imkân ve kabiliyetinin Avrupa’dan daha fazla olduğu düşünülebilir mi? (http://www.css.ethz.ch/en/services/digital-library/articles/article.html/fdb96b69-91ca-4f63-897c-5641ae74c36a, 03 Ekim 2016)
5. Filipinler’de 30 Haziran 2016 tarihinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte, ABD ve Başkan Obama ile ilgili sözleri/çıkışları üzerinden dikkati çekmektedir. Duterte, göreve yeni gelmiş olmasına rağmen, sadece Filipinler-ABD ilişkilerini değil, Asya’nın bu bölgesindeki dengeleri etkileme potansiyelini de içeren yeni ve farklı bir sürece yol açmıştır. Duterte, ABD Başkanı Obama’ya yerel dilde küfretmiş ve Filipin askerlerini eğitmek ve onlara danışmanlık yapmak üzere ülkenin güneyinde bulunan Amerikan Özel Kuvvetlerine mensup 200 kadar personelin Filipinler’den çekilmesini istemiştir. Filipinler’de, ülkenin güneyindeki Mindanao Adasında ve etrafındaki diğer küçük adalarda nüfusun önemli bir kısmı Müslüman’dır. Müslüman nüfusun da bir parçasını teşkil ettiği Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF), 1960’lı yıllarda, bağımsızlık/özgürlük mücadelesi başlatmış ve kanlı bir süreçten sonra, 1996 yılında, MNLF ile Manila Yönetimi arasında bir anlaşma yapılarak, Mindanao Adasını kapsayan özerk bir birim kurulmuş ve buranın yönetimi MNLF’ye bırakılmıştır. Anlaşma öncesinde, Manila Yönetimi ile görüşmelere karşı çıkan gruplar, anlaşmaya rağmen mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Moro İslami Kurtuluş Cephesi ve Abu Sayyaf bu tür gruplardandır. Filipinler, ABD’nin bölgedeki müttefiklerindendir ve ABD’den terörizmle mücadelede destek almaktadır. Duterte’nin ülkeden ayrılmasını istediği ABD askeri unsurları, Filipinler’in terörizmle mücadelesine destek vermek için ülkede bulunmaktadırlar. Eğer (i) Japonya’nın Doğu Çin Denizi ve Çin’in Hava Savunma Uygulaması bağlamında Pekin ile karşı karşıya bulunduğu, (ii) Japonya’nın güvenlik konseptinin güneyde Tayvan’ı içine alıp Filipinler’e kadar uzandığı ve bu suretle Çin’i denizden karşısına alan bir cepheyi öngördüğü, (iii) Güney Çin Denizi anlaşmazlığında doğrudan Çin’in karşısında yer alan en önemli aktörün Filipinler olduğu, (iv) sıralanan bu hususların ABD’nin Çin’i çevrelemeye yönelik politikasının esaslarını teşkil ettiği düşünülürse, Cumhurbaşkanı Duterte’nin ABD yaklaşımının niçin Asya’nın bu bölgesindeki dengeleri derinden etkileyeceği anlaşılmış olacaktır. Bu koşullarda, ABD ile karşı karşıya bulunan Çin’in ve Rusya’nın Filipinler’e ilgi göstermesi eşyanın tabiatından olacaktır. Nitekim Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte’nin yakın bir zamanda (önümüzdeki haftalarda) Pekin’i ziyaret etmesinin beklendiği konuşulmaktadır. ABD bağlamında, Filipinler’in durumu ile Türkiye’nin durumu arasında benzerlik olduğu görülmektedir. Türkiye de, ABD’nin Orta Doğu’daki önemli müttefiklerindendir ve terörizmle mücadelede ABD’den destek almaktadır. Ancak Ağustos 1990’da başlayan “Çöl Fırtınası Operasyonu”ndan bu yana, ABD’nin terörizmle mücadelede Türkiye’ye verdiği destek sorunludur. ABD’nin PKK terör örgütü ile bağlantılı olduğuna işaret eden çok sayıda somut işaret mevcuttur ve bunun en güncel işareti de ABD’nin açıkça ve resmen PKK terör örgütünün Suriye kolu olan YPG’yi kendisinin Suriye’deki müttefiki ilan etmesidir. Buradan, Türkiye’nin de, Filipinler gibi, ABD konusunda bir çıkış yapabileceği ihtimali akla gelmektedir ki; bu, mevcut koşullarda, dışlanabilecek bir ihtimal olarak görülmemektedir. ABD karşıtlığının yüksek olduğu mevcut iç-dış konjonktürde, özellikle Türkiye’nin bulunduğu bölgede, tıpkı Cumhurbaşkanı Duterte gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da böyle bir adım atmasının, kendisinin ve Türkiye’nin etki ve nüfuz alanını oldukça genişleteceği düşünülebilir. Acaba Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye böyle bir adım atar mı, atabilir mi? Atarsa özellikle Suudi Arabistan bu işe nasıl bakar? Türkiye’nin Sünni İslam Dünyasında bu suretle öne çıkmasından rahatsız mı olur? Yoksa “11 Eylül Yasası”nın yürürlüğe girmesinin etkisinde ABD ile ilişkileri iyice gerilen Suudi Arabistan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tür bir çıkışından memnun mu olur? Bu, Türkiye’ye, kurulmakta olan “yeni Dünya düzeninde” daha ileri bir yer sağlar mı? Sadece bugüne değil, geleceğe ilişkin öngörüler ışığında görünür gelecek açısından da tezekkür edilebilecek bir husus… Tezekkür edileceğinin ilan edilmesi bile, diplomasi açısından anlam ifade edebilecektir. (http://isnblog.ethz.ch/international-relations/can-the-us-philippine-alliance-endure-duterte, 03 Ekim 2016)
6. ABD’nin kuzeydoğu Asya politikası sorgulanıyor. Acaba ABD bu bölgede ne yapmalı, bunun cevabı üzerinden çalışılıyor. Kuzey Kore, Güney Kore, Japonya, Rusya ve Çin… Bölgedeki meydan okumalar… Yıpranmış ilişkiler, yükselen (saldırgan) milliyetçilik, değişmekte olan dengeler, bölgesel istikrarı tehdit eden unsurlar, bölgenin bugün ve görünür geleceği… Kuzeydoğu Asya, ABD’nin uzağında değil, hemen yanı başında… Rusya ile ABD arasında, Bering Boğazı ve Bering Denizi var. Çin ve ABD, Kuzey Pasifik Okyanusu üzerinde karşı karşıya; Pasifik Okyanusu’ndaki küçük adalar bu mesafeyi daha da kısaltıyor. Yani Asya’nın uluslararası politikada öne çıkışı, ABD’nin doğrudan savunma ve güvenliğini etkileyen bir mahiyet arz ediyor. Coğrafi konumu, dünkü küresel koşullarda ABD’ye güven sağlıyor, savunmasını kolaylaştırıyordu; bugünün küresel koşullarında, ABD’nin bu avantajını kaybetmeye başladığı görülüyor. Yani yeni ABD Başkanını ve şimdi seçimi konuşan, seçime odaklanmış Amerikan halkını zor günler bekliyor… (https://www.brookings.edu/blog/order-from-chaos/2016/09/30/debacles-in-northeast-asia-what-the-u-s-should-do/?utm_campaign=Brookings+Brief&utm_source=hs_email&utm_medium=email&utm_content=35186407, 03 Ekim 2016)
7. ABD’de 11 Eylül hadisesinde yakınlarını kaybedenlerin (ve bu hadiseden zarar görenlerin) Suudi Arabistan aleyhine dava açmalarına imkân veren yasanın kabul edilmesinden sonra, ilk dava, eşini söz konusu saldırılarda kaybeden bir bayan tarafından açıldı. “Terörizmin Sponsorlarına Karşı Adalet Yasası” (halk arasında “11 Eylül Yasası”), Başkan Obama tarafından veto edilmesine rağmen, Kongre’nin her iki kandında ayrı ayrı 2/3 çoğunlukla kabul edilerek yürürlüğe girmişti. Saldırganlardan 15’nin Suudi Arabistan vatandaşı olmasına, saldırganların Suudi yetkililerden (ve Suudi Arabistan istihbaratından-GIP’dan) yardım almasına ve saldırı ile ilgili olarak halen ABD’de tutuklu bulunan Zekeriya Musavi’nin ifadelerine dayandırılarak çıkarılan yasa ile, ABD-Suudi Arabistan ilişkileri biraz daha bozulmuştur. ABD’nin İran ile yakınlaşması, Batının İran’ın nükleer programına meşruiyet kazandırması ve ifade edilmese de ABD’nin enerji piyasasında önde gelen satıcılardan bir konumuna gelmesinin etkisinde zaten bozulma sürecine girmiş gözüken Washington-Riyad ilişkilerinin daha da bozulacak gözükmektedir. Çünkü yasa, bir taraftan 11 Eylül saldırılarında Riyad’ın rolünün olduğunu kabul ve teyit anlamına gelmekte, diğer taraftan da Riyad’ı trilyonlarca dolar tazminat ödemek zorunda bırakma potansiyelini içermektedir. Suudi Arabistan’ın yasa geçtiği takdirde yapacağını ifade ettiği ABD’deki 750 milyar dolar tutarındaki varlığını nakde çevirip çekmesi, bir yönüyle Washington-Riyad ilişkilerini daha da bozacaktır, diğer yönüyle de Riyad’ın ödemek zorunda kalacağı tazminatların büyüklüğü karşısında çok ciddi bir anlam ifade etmeyecektir. Bu noktada, Suudi Arabistan’ın ABD karşısında “enerji kozunu” ya da “petrolü bir silah gibi kullanma avantajını” artık kaybetmiş olduğunu da görmek gerekir. Söz konusu yasanın içeriği, uluslararası hukuk açısından tartışmalı bir konudur. Devletlerin egemenliği ilkesi ile bağdaştırılmadığı gibi, başka devletlere müdahale (karışma) olarak da alınmaktadır. Bu gelişme nedeniyle, terörizmle ilişkilendirilebilecek her ülkeye karşı bu tür davaların açılması ve o ülkelerin ciddi tazminat talepleri ile karşı karşıya kalması ihtimali belirmiştir. Bu meyanda, IŞİD ile ilişkilendirilen Türkiye’nin, örtülü yönlendirmeler ile, bu tür bir duruma düşmesi zayıf bir ihtimal olarak görülmemektedir. (Ortadoğu, “Amerikalı Bir Kadın Suudi Arabistan Aleyhine Dava Açtı”, 03 Ekim 2016, s. 6)
8. Uluslararası politikada Asya öne çıkar iken ve bu öne çıkış özellikle Çin ile bağlantılı iken, Türk inşaat sektörünün, Çin’de artan konut ihtiyacını dikkate alarak bu ülkeye yönelmesi, Türk ekonomisi ve Türk diplomasisi için bir kazanç olacaktır. Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerindeki sorunlu görüntünün giderek daha çok belirginleşmesi ve bunun başka ülkelerde de Türkiye’ye yansıması nedeniyle Türk inşaat sektörünün Çin’e yönelmesi, Ankara-Pekin ilişkilerinin gelişmesine hizmet etmek suretiyle, Ankara’nın hareket serbestisini artırabilecektir. Türk inşaat sektörünün Rusya’da geldiği noktanın Türk Dış Politikasına nasıl olumlu yansıdığına bakılarak, buradan Çin için dersler çıkarılması mümkündür. Bu vesileyle dikkat çekilmesi gerektiği düşünülen bir başka husus da, uluslararası politikada Asya öne çıkar iken ve bu öne çıkış özellikle Çin ile bağlantılı iken, Asya ve Çin çalışmalarına yeteri kadar eğilinmemesi, Çince öğreniminin teşvik edilmemesi ve desteklenmemesidir. Dış politikanın gerektirdiği uzun dönemli bakış, bu eksikliğin giderilmesini gerektirmektedir. (http://www.scmp.com/news/china/economy/article/2024336/home-prices-rise-chinas-major-cities-17th-straight-month?utm_source=&utm_medium=&utm_campaign=SCMPSocialNewsfeed, 03 Ekim 2016.)
9. ABD’nin IŞİD’a yönelik olarak Irak’ta ve Suriye’de icra etmek istediği operasyonlar, zora girmiş gözükmektedir. Suriye’de Rakka’nın ve Irak’ta Musul’un IŞİD’ın elinden alınması, bir başka “bahara” kalabilir. Rakka için Türkiye’nin ileri sürdüğü “Kürtlerin operasyona katılmaması” şartı, ABD’nin Rakka operasyonunu ertelemesine yol açmıştır ki; bu, Rakka’nın IŞİD’ın elinde olmaya devam edeceği anlamına gelmektedir. Musul için Bağdat’ın muhalefet etmesi nedeniyle, Musul’a yakın Başika’daki askeri varlığına rağmen, Türkiye’nin Musul operasyonuna katılması “şimdilik” güç gözükmektedir. Bağdat’taki Şii Yönetim, İran-ABD ve İran-Rusya ilişkileri dikkate alındığında, ABD’nin Musul operasyonuna girişmesi de riskli olacaktır diye değerlendirilmektedir. Tahran’ın bilinen dış politika anlayışı nedeniyle, IŞİD’in Sünni olmasının ve Musul’un Sünnilerin elinden alınmasının, Tahran açısından çok da önemli olmadığı anlaşılır gelmektedir. Kaldı ki, Musul’un ABD’nin de katıldığı bir operasyonla IŞİD’in elinden alınmasının, İran’ın aleyhine istismar edilebileceği ve İran’ın İslam Dünyasındaki nüfuzuna (itibarına) zarar verebileceği, Tahran’ın bu nedenle Musul konusunda ABD’ye müzahir olmayacağı da değerlendirilmektedir. Bu bağlamda ve ilişkilerin geldiği noktada, ayrıca, Tahran’ın Ankara’nın Sünni İslam Dünyasındaki itibarına halel getirmek istemeyeceğini de görmek gerekir. Belki burada, Suriye konusunda karşılıklı suçlamalara ve tehditlere rağmen, Rusya’nın Esad güçleri ile birlikte Halep’e yoğunlaşmasının ABD’nin Rakka operasyonundan güttüğü amacı kısmen karşılamış olabileceği de düşünülebilir. Çünkü kuzeyde Kürtler ile yolu kesilmiş olduğu için, Halep üzerinden Türkiye bağlantısı da kesilirse, IŞİD’ın lojistik desteğini, dolayısıyla varlığını sürdürmesi zora girecektir. Onun içindir ki, medya üzerinden farklı görünse de, Rusya’nın ve Esad güçlerinin Halep’e yoğunlaşmasının, içten içe Türkiye’yi ve ABD’yi rahatlattığı ileri sürülebilir. Türkiye için, IŞİD ile daha az ilişkilendirmesine yol açacak olması bir yana, “gürültüden/müdahaleden” uzak bir şekilde Fırat Kalkanı Operasyonu ile amaçladığı güvenli bölge oluşturma yolunda daha rahat ilerlemesine imkân veren bir ortam doğmuştur. Türkiye için, ayrıca, Rakka ve Musul üzerinden Orta Doğu bataklığına girme riski de azalmıştır.
10. Türkiye’nin son dönemde Ahıska Türklerine gösterdiği ilgi, bu ilginin Gürcistan’da önümüzdeki günlerde (08 Ekim 2016’da) yapılacak genel seçimlerden hemen önceye denk gelmesi ve bunlarla eş zamanlı olarak Mayıs 2015’den bu yana Ukrayna’nın Odessa Valisi olarak görev yapan Gürcistan’ın önceki Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili’den gelen açıklamalar dikkati çekmektedir. Türkiye, Ahıska Türklerinin ata yurtlarına dönüşlerini Mihail Saakaşvili’nin Gürcistan’a dönüşü ile ilişkilendirmek gibi bir yanlışa düşmemelidir. Ahıska Türklerinin sorununun bu suretle kişiselleştirilmesi, önce Ahıska Türklerine zarar verecektir. Ayrıca Ankara-Moskova ilişkilerinin içinde bulunduğu “hassas” durum nedeniyle, Ankara’nın Moskova’yı Kafkasya’da rahatsız edecek gelişmelerinden uzak durması da gerekmektedir. (Ortadoğu, “Ahıska Türklerinden Gürcistan’a Kültür Yolculuğu”, 03 Ekim 2016, s. 11)
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 03 Ekim 2016.