1. Hindistan–Pakistan sınırında, bombalı intihar saldırısında bulunulmuş ve saldırıda 45 kişinin hayatını kaybettiği ileri sürülmüştür. Olayın, Lahor’un kuzeybatısındaki Wagah sınır kapısı yakınında, turistlerin ve halkın da izlediği bayrak töreninden hemen sonra gerçekleştiği belirtilmiştir. Saldırı, hem Taliban ile, hem de Pakistan Ordusunun ülkenin kuzeybatısında başlattığı operasyon ile ilişkilendirilmiştir. Hindistan ile Pakistan arasında birkaç hafta önce, sınır bölgesinde, aralıklı olarak, 8-9 gün süren sınır çatışması olmuş ve Hindistan tarafı Pakistan’ı suçlamıştı. Bu, söz konusu olayın, taraflar arasında devam eden bu gerginliğin devamı olduğu algısına neden olmaktadır. Olay, sınırın Pakistan tarafında gerçekleşmiştir ve bunun İslamabad tarafından nasıl algılanacağı önemlidir. Wagah sınır kapısının Keşmir’e çok yakın olması (Keşmir’in hemen güneyinde yer alması), ayrıca dikkati çekmekte ve bu da, son dönemde Keşmir’de hissedilen militan İslami aşırıcılık varlığındaki artışı çağrıştırmaktadır. Keza, Hindistan tarafından üst düzey bir generalin, önceki olaylar sırasında, kış gelmeden daha ciddi çatışmaları beklediklerini söylediği de, yine bu olay vesilesiyle, akla gelmektedir.
2. Filipinler’in güneyinde El Kaide bağlantılı bir gruba karşı operasyon başlatan Filipinler Ordusuna bağlı askerlere Abu Sayyaf militanları tarafından yapılan saldırıda, altı Filipinli askerin öldüğü ifade edilmiştir. Filipinli güvenlik yetkilileri, eylemin Abu Sayyaf örgütünün varlığını göstermek ve imajını güçlendirmek için yaptığı ifade edilmiş ve haberde, Abu Sayyaf örgütünün IŞİD’a bağlılık sözüne de dikkat çekilmiştir. Filipinler, bir ada ülkesidir ve güneydeki Mindanao Adasında, uzun süre, ayrılıkçı Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi ile Filipinler Yönetimi çatışma içinde olmuştur. Taraflar arasında, geçtiğimiz Mart (2014) ayında anlaşma imzalanmış ve ülkenin bu bölgesinde yaşayan Müslümanlar özerklik temelinde bazı kazanımlar elde etmiştir. O zaman, Filipinler Yönetimi ile yapılan, anlaşmayı kabul etmeyen ve/veya yeterli görmeyen küçük terörist gruplar olmuştu. Bahse konu olay, bu küçük gruplar ile ilişkilendirilebileceği gibi, IŞİD ile bağlantılı olarak da görülebilir. (i) Filipinler’in güneyinde yaşayan Müslümanların Sünni olması, (ii) IŞİD’in Sünni karakterinin çok belirgin olması, (iii) Filipinler’in ABD’nin Asya’nın bu bölgesindeki en yakın müttefiklerinden biri olması ve (iv) ABD’nin hava saldırıları ile IŞİD’ı karşısına alması, bahse konu olayın IŞİD ile de ilişkilendirilmesine yol açmaktadır. Ayrıca, Filipinler Ordusunun El Kaide bağlantılı gruba karşı başlattığı operasyonun bir istihbarata dayalı olduğu ve bu istihbaratın da kuvvetle muhtemel ABD’den geldiği de akla gelmektedir ki; bu da, yine IŞİD bağlantısını çağrıştırmaktadır. Eğer saldırı IŞİD ile ilişkili ise, Sünni söyleme sahip militan İslami aşırıcılığın, başka yerlerde de ABD’nin deniz aşırı askeri varlığını ve ABD’ye yakın ülkeleri hedef almasını beklemek gerekecektir. Mart (2014) ayında Filipinler Yönetimi ile anlaşmaya varan Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin lideri Hacı Murat İbrahim’in, geçtiğimiz Haziran (2014) ayı başında Türkiye’de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından kabul edildiği ifade edilmiştir. (TIMETURK Ajans Haberi, 02.6.2014)
3. Çin’de, devlet güvenliğini sıkılaştırmayı ve kapsamlı bir ulusal güvenlik sistemi inşa etmeyi öngören “karşı casusluk yasası” kabul edilmiştir. Ayrıca, geçtiğimiz Ekim (2014) ayında yapılan Komünist Parti toplantısında, mahkemelere daha fazla bağımsızlık verilmesi ve yetkililerin görülmekte olan davalar üzerindeki etkisinin azaltılması sözünün verilmesinden sonra, bu hususları öngören bir başka yasanın daha çıkarılmış olduğu da ifade edilmiştir. Karşı Casusluk Yasasının dikkati çeken yanları olarak; (i) yetkililere, ülkeye zarar verecek faaliyetler ile bağlantılı mallara el koyma ve mühürleme yetkisinin verilmesi, (ii) yine yetkililere, Çin’in çıkarlarına zarar verecek davranışları değiştirme, bireyleri durdurma ve organizasyonları soruşturma ve bunlara uymayanların mallarına el koyma yetkisinin verildiği, (iii) devlet güvenlik birimlerinin “casusluk ekipmanı” olarak nitelendirdiği şeyleri bulundurmanın yasa dışı sayılması olduğu belirtilmiştir. Bu yasanın, 21 yıldır uygulanmakta olan konuya ilişkin mevcut yasanın uygulanmasını ne yönde etkileyeceğinin bilinmediği ve polisin gücünün artırıldığı ifade edilmiştir. Söz konusu iki yasaya bir bütün olarak bakıldığında; (i) Çin’in mevcut hukuk sisteminin ve nasıl işlediğinin gözler önüne serildiği, (ii) Bir anlamda Çin mevzuatına ve uygulanmasına yönelik bir “itiraf”ın söz konusu olduğu, (iii) yabancı yatırımcıların bu mevzuatın farkında olarak Çin’de yatırıma gittikleri, (iv) bunun da, Çin’in “pazar” olarak cazibesinin mevzuatın bu olumsuz görünümünden daha güçlü olduğu anlamına geldiği; (v) Çin’deki mevzuata ve mevzuatın uygulanmasına ilişkin Batıdan gelen eleştirilerin teyit edilmiş olduğu, (vi) Hong Kong’daki “Şemsiye Hareketi”nin bundan bu yasalardan nasıl etkileneceği, (vii) yeni düzenlemelerin öngördüğü yetkilerin, gerçekte Çin’de mevcut durumu fazla değiştirmeyeceği, hatta tam tersi yönde idarenin nüfuzunun daha da artmasına imkan vereceği hususları akla gelmektedir.
4. ABD Devlet Başkanı Obama’nın, önümüzdeki günlerde Pekin’de yapılacak APEC Zirvesine katılacağı ve bu vesileyle Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile IŞİD konusunu görüşeceği ifade edilmiştir. Konu bağlamında; Çin Dışişlerinden üst düzey diplomatların, zirve öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile Boston’da bir araya gelerek IŞİD konusunu ele aldığı; ABD’nin IŞİD’a karşı hava harekâtı düzenlerken, Çin’in “Doğu Türkistan İslami Hareketi (ETIM)”ne yönelik yaklaşımının Batıdan eleştiri almasının Obama ile Jinping’in belirgin bir anlaşmanın ortaya çıkmasını önleyeceği; Çin’in Irak’ta enerji çıkarları olduğu; Doğu Türkistanlı “militanların” IŞİD’dan eğitim aldığı; ABD’nin Çin’e “çifte standart” uyguladığı; ABD’nin IŞİD’a yönelik hava saldırıları gibi, Çin’in ETIM’e yönelik yaklaşımının da terörizmle mücadele olduğu; IŞİD’ın, mali olarak, petrol satışından, fidyeden ve gasptan beslendiği; Obama Yönetiminin, IŞİD’tan petrol alanları yaptırımla tehdit ettiği belirtilmiştir. Bu koşullarda, (i) Tarafların IŞİD konusunda istihbarat işbirliğine gitmesinin çok zor olacağına, (ii) Çin’in IŞİD’a karşı yürütülen operasyona asker ve silah taahhüdünde bulunmayacağına, (iii) Çin’in belki terörizmin finansmanın önlenmesine yönelik çabalara iştirak edebileceğine dikkat çekilmiştir. Bu belirtilenler, az veya çok bilinen ya da tahmin edilen hususlardır. Onun içindir ki, IŞİD’ın ilerleyişi Batıda acil müdahaleyi gerektirdiği düşüncesini doğurmuş iken, ABD’nin konuyu Çin ile istişare etmek için, niçin Pekin’deki APEC Zirvesini beklediği, daha önce özel ve ikili bir zirve için adım atmadığı sorusu akla gelmektedir. Acaba ABD, niçin IŞİD konusunu APEC Zirvesine bırakmıştır? Bu soru, bağlı başka sorulara da neden olmaktadır. (i) ABD, APEC Zirvesini, Çin’i IŞİD konusunda kontrol etmek ya da Çin’in IŞİD konusunda “adım” atmasını önlemek için mi seçmiştir? (ii) ABD, IŞİD konusunda adım atmış, Pekin’den tepki gelmeyince devam mı etmiştir? (iii) ABD’nin APEC Zirvesini seçmesi, “zaman kazanma stratejisine” işaret eder mi? (iv) Acaba, kazandığı zamanda yaşananlar, ABD’ye ne gibi politik, güvenlik ve ekonomik kazançlar sağlamıştır? Bu noktada, ABD’nin IŞİD konusunu APEC Zirvesine taşımasının arkasında Zirveden IŞİD konusunda ABD’nin işine gelecek bir karar çıkartmak ise, Çin nedeniyle, bunun oldukça güç olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Ve eğer Çin, ABD’nin IŞİD konusunda kendisini oyaladığını ya da zaman kazanmaya çalıştığı düşünür ise, buna cevabı ne/nasıl olabilir? Son bir husus; Çin ABD’yi “çifte standarda” sahip olmakla suçluyor, Putin de geçtiğimiz günlerde ABD’ye aynı suçlamayı yönelmişti!…
5. Suudi Arabistan ile Kuveyt; İran’ın da ortak olduğu, müştereken işlettikleri Dorra doğalgaz alanında anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Sahada üretimin durmasına yol açan anlaşmazlığın arkasında, (i) Suudi Arabistan’ın, Dorra’dan çıkarılan doğalgazın önce Suudi Arabistan-Kuveyt arasındaki “nötr bölgenin” Suudi Arabistan tarafında yer alan Khafji’ye taşınmasını ve saha sonra Kuveyt ile paylaşılmasını isterken; (ii) Kuveyt, paylaşımın Dorra’da yapılmasını istemektedir. Dorra doğalgaz alanının 220 milyar m³ rezerve sahip olduğu kabul edilmektedir. Hâlihazırda üretimin durmuş olduğu bölgede, Kuveyt’in teknik nedenlerle üretimin durmuş olduğunu ileri sürmesine karşılık, Suudi Arabistan’ın Kuveyt ile aralarındaki görüş ayrılığı nedeniyle üretimin durmuş olduğunu ileri sürdüğü belirtilmiştir. Dorra’da doğal gaz dışında günde 311 bin varil de petrol üretiminin yapıldığı ve taraflar arasındaki anlaşmazlığın yeni olmadığı, 10 yıldır devam ettiği ifade edilmiştir. Kuveyt, hem Suudi Arabistan ile, hem de Irak ile, komşudur. Irak’ın Kuveyt’e bitişik bu bölgesinin Bağdat’ın kontrolünde olduğu ve Bağdat’ın Tahran’ın etkisine açık olduğu hatırlandığında, Kuveyt’in aynı zamanda Bağdat üzerinde Tahran’a da komşu olduğu gibi bir sonuca ulaşmak mümkündür. Saddam dönemindeki Kuveyt-Bağdat ilişkileri ve Irak’ın Kuveyt’i işgali hatırlandığında; Kuveyt Yönetiminin, Tahran’ın kontrolüne girmiş Bağdat’tan rahatsızlık duymayacağı, hatta bu suretle İran’a yakın olmanın özellikle ekonomik ve güvenlik açılarından işine geldiğini düşünebileceği de akla gelmektedir. Mevcut konjonktürde, ABD’nin dolaylı etkisinde petrol fiyatlarının düştüğü; Suudi Arabistan’ın, düşen petrol fiyatlarına rağmen, üretimde kısıntıya gitmeyeceğini açıkladığı; Kuveyt’in de, petrol gelirindeki düşüşten duyduğu rahatsızlığı dışa vurduğu bilinmektedir. Petrol fiyatlarındaki düşüşten, Kuveyt gibi, İran’ın da rahatsız olduğu düşünülür ise, Kuveyt ile Suudi Arabistan arasındaki bahse konu anlaşmazlığın arkasında İran’ın yer almış olabileceği de akla gelmektedir. Eğer öyle ise, bu, Orta Doğu’daki dengelerin ciddi bir değişim süreci içine girdiği anlamına alınabilir. Ve bu durum, ABD’nin Orta Doğu’da kara harekâtına girişmemesinin nedenlerinden biri olarak da görülebilir. Batının Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmak için giriştiği “Çöl Fırtınası Operasyonu” hatırlandığında, şimdi Kuveyt’in dolaylı da olsa İran’a yanaşmış bir görüntü vermesi, “yaman” bir çelişki olacaktır. Yine eğer Sünni Kuveyt’in Şii İran’a yanaşması gibi bir durum var ise; bunun, Orta Doğu’daki çatışmanın “mezhepsel” boyutunun o kadar da anlamlı olmadığı, gerçekçilikten uzak ve duygusal olduğu, istismarın varlığına işaret ettiği gibi sonuçlara ulaşmak mümkündür. Kuveyt’in attığı/atacağı adımları yakından takip etmek sürprizi önleyecektir.
6. ABD’de önümüzdeki günlerde yapılacak, Kongre’nin alt kanadını teşkil eden Temsilciler Meclisi’nin 435 üyesinin tamamının, Kongre’nin üst kanadını teşkil eden Senato’nun da toplam 100 üyesinden 33’ünün yeniden belirleneceği ara seçimler vesilesiyle yapılan yorumlarda, demokrasiyi Dünyaya yaymak isteyen ABD’nin önce kendi evini temizlemesi gerektiği ifade edilmiştir. ABD’deki seçimlerde, (i) temel konuların, partizanca bir yaklaşımla arka plana itildiği; (ii) ideolojik farklılıkları çok küçük olan adayları desteklemek için rekor miktarda harcama yapıldığı; (iii) küçük çıkar gruplarının, özel çıkarlarının kamusal politikaları şekillendirmesinden emin olmak için çok çalıştıkları; (iv) seçimlere katılım oranının genellikle çok düşük olduğu dile getirilmiştir. Amerikalılar kendi seçim sistemlerini ve işlettikleri siyasal süreci bu şekilde eleştirirken, bazı ülkelerin Amerikan modelini örnek almaları ve bu modele yaklaşmaları anlaşılır gelmemektedir. Seçime olan ilgisizlik, sadece ABD’de değil, birçok ülkede ciddi bir sorun olarak görülmeye başlanmıştır. Seçime olan bu artan ilgisizlik, Dünyanın küçük bir köye dönüşmesinin ve küreselleşmenin bir işareti olarak alınabilir. Seçime olan bu artan ilgisizliğin, özel çıkar çevrelerinin kendi çıkarlarını kamusal politikaların bir parçası haline getirmelerini kolaylaştırdığını görmek gerekir. İlgisizlik, özel çıkar gruplarının, önce seçimlerde istedikleri adayları seçtirmelerine, sonra da seçilmiş temsilcileri eliyle kamu politikalarını şekillendirmelerine imkan ve fırsat vermektedir.
7. ABD’de, IŞİD’ın karşısına çıkarılan çok uluslu koalisyon gücünün başına bir emekli oramiralin (John Allen’in) atanması, tartışma konusu yapılmıştır. Afganistan’da dört yıldızlı bir generalin görev yapması sorun olmaz iken, IŞİD karşısındaki küresel gücün başına ABD’yi temsilen emekli bir oramiralin atanmasının doğru olmadığı, hesabın yanlış olduğu ileri sürülmüştür. Bu atamanın, IŞİD’ı dağıtmak ve yok etmek planını hazırlayan ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM)’nın başında bulunan Orgeneral Lloyd Austin ile sürtüşmeye yol açacağı belirtilmiştir. Emekli oramiralin doğrudan Obama’ya rapor verecek olması, eleştiri konusu yapılan bir başka husustur. Emekli oramirale, Irak’ta ve Suriye’de ilerleyen ve 31 bin savaşçıya sahip olduğu kabul edilen IŞID karşısında, koalisyon gücünün kurulmasına ve sürdürülmesine yardım ve çabaları koordine etme gibi, inanılmaz derecede güç bir görev verildiği ve “üniformasız” birinin bu göreve atanmasının şaşırtıcı olduğu ifade edilmiştir. Operasyonun uygulanmasında, (i) ilişkilere nezaret etmeden, (ii) askeri destek teklifinde bulunmadan ve (iii) 20 Orta Doğu ülkesini kapsayan operasyonu yürütmeden kimin sorumlu olduğunun (olacağının) önemli olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu belirtilenler, Obama’nın olağan askeri yapılanma zincirinin dışında küçük bir yönetim zinciri oluşturmasının sorgulandığına işaret etmektedir. IŞİD konusunda, Dışişleri Bakanlığı ile Pentagon’un ayrı/kopuk çalışmasının, mesaj çatışmasına yol açacağına; saatler içinde alınması gereken kararların günler içinde alınmasına neden olacağına dikkat çekilmiştir. Olay, ABD’nin Obama ile birlikte yaşadığı değişimin bir parçası ve/veya işareti olarak görülebilir. Sivil otoritenin üstünlüğüne (egemenliğine) örnek gösterilen bir ülkede, askerlerden ses gelmemekle birlikte, kamuoyunda sivil otoritenin askerler ile ilgili olarak aldığı kararlar geniş şekilde tartışılmakta ve bu tartışma medyada geniş yer bulabilmektedir. ABD Genelkurmay Başkanı’nın Obama’ya yakın durduğu, Savunma Bakanı’nın biraz Obama’nın uzağında kaldığı izlenimi vardır. İçeride bunlar tartışılırken, Obama Yönetiminin IŞİD konusunda kara harekâtını ağırdan alması anlaşılır gelmektedir. Obama’nın IŞİD konusunda küçük ve ayrı bir yönetim zinciri oluşturması ise, acaba istihbarat/istihbarata karşı koyma ile ilgili bir sorun mu var sorusunu akla getirmektedir. Bu sorunun, 2016’daki Başkanlık Seçimi ile ilgili olabileceği de düşünülebilir. Ayrıca eğer Obama’nın ikinci dönemi olması ve hukuken bir daha seçilme imkânının bulunmamasının etkisinde sivil-asker bürokratlar şimdiden yüzlerini muhtemel geleceğe (yeni Başkan’a) çevirmişlerse, bunun da yine Obama’yı ayrı ve küçük bir yönetim zinciri oluşturmaya itmiş olabileceği düşünülebilir. Ancak bahse konu sorgulamanın, sadece IŞİD ile sınırlı kalmayacağını, Afganistan ve diğer konulara da yansıyacağı ve Obama’nın Beyaz Saray’da zor bir iki yılı yaşayabileceği değerlendirilmektedir.
8. Çin’in Ay’a ve uzaya yönelik çalışmalarının öne çıktığı bir sırada, ABD’de resmi ve özel uzay uçuşlarında yaşanan kazalar dikkati çekmiştir. Uzay, ABD’nin tartışmasız önde olduğu kabul edilen bir alan; ancak eş zamanlı olarak, (i) ABD ile rekabet içindeki ülkelerin uzay çalışmalarında gösterdiği başarı ve artan yoğunluk, (ii) ABD’nin uzay uçuşları konusunda yaşadığı kazalar, rakiplerinin ABD ile aralarında olan farkı kapatmalarını kolaylaştıracaktır. ABD’nin uzaya yönelik harcamalarında bir artışı beklemek gerekir.
9. Suriye Müftüsü Ahmed Bedrettin Hassun, Moskova’yı ziyareti sırasında yaptığı açıklamada, Türkiye’nin IŞİD ile bağlantılı olduğunu belirttiği; hatta açıklamasında “IŞİD’ın idam ettiği Amerikalılar ile ilgili ölüm olayları, Türk mercilerin bilgileri dâhilinde.” ifadesine yer verdiği; Türkiye’nin kendi sınırındaki ateşi görmediği, bu ateşin onlara da sıçrayabileceğini söylediği ileri sürülmüştür. (Haberrrus) Söyleyen ve söylenilen yer dikkate alındığında, açıklamaların Türkiye’yi hedef aldığı ve “maksatlı” olduğu düşünülebilir. Ancak Türkiye ile ilgili benzeri iddialar daha önce de gündeme gelmişti.
10. ABD Deniz Kuvvetleri istihbarat biriminin kamuoyu ile paylaştığı verilere göre; Çin denizaltı filosu, ilk defa Hint Okyanusu’na açılmıştır. Filonun, Malezya ve Endonezya arasındaki Malakka Boğazı’ndan geçerek Sri Lanka ve Basra Körfezi yakınlarına kadar gittiği, buralarda görüldüğü belirtilmiştir. Çin denizaltılarının, Pasifik Okyanusu’nun ortasından ABD’ye ulaşacak nükleer balistik füzeler taşıdığı varsayılmaktadır. Bugün itibarıyla 77 muhribe, 60’dan fazla denizaltıya, 55 amfibi gemisine, 85 kadar füze donanımlı küçük gemiye sahip olduğu ileri sürülen Çin Donanmasının, Çin’den yüzlerce mil uzaktaki hedefleri vurma yeteneği kazandığı kabul edilmektedir. Bu yetenek fazla anlamlı bulunmayabilir; ancak (i) Çin Donanmasının durumu, (ii) Çin savaş gemilerinin BM ve/veya ikili/çoklu anlaşmalar kapsamında uluslararası görevlerde yer almadığı ve (iii) bu nedenle Pekin Yönetiminin Çin dışında liman kolaylıklarına ihtiyaç duymadığı (sahip olmadığı) dikkate alındığında, Çin Donanmasının bahse konu yeteneğe sahip olması normal görülmelidir. Enerji ihtiyacını dışarıdan karşılaması ve tanker kullanımı, Çin’i, enerji güvenliğini sağlamaya itmiş, bu itiş de Çin’in Donanmasına ağırlık vermesine yol açmıştır. Ukrayna’dan, turizmde kullanılmak üzere satın alınan Varyag isimli geminin, uçak gemisi olarak 2012 yılında Çin Donanmasında yerini alması ve Çin’in yeni uçak gemisi yapma kararı alması, Donanmaya verilen ağırlığın çok somut bir işaretidir. Çin’in, hâlihazırda Jin sınıfı üç adet balistik nükleer denizaltıya sahip olduğu ve bu sayının beşe çıkabileceği; Çin denizaltılarının caydırıcı devriye görevine 2014 yılında başladığı; Çin’in saldırı yeteneğine sahip denizaltı sayısının artmakta olduğu ifade edilmiştir. Çin, uluslararası görevlere fazla katılım göstermediği için, askeri imkân ve yeteneği konusunda hem fazla bilgi yoktur, hem de olan bilginin güvenirliği sorunludur. Bu durum, Çin’in nükleer imkân ve yeteneğini ne oranda Donanmaya yansıttığı konusunda da kendisini göstermektedir. ABD Deniz Kuvvetleri istihbarat biriminin kamuoyu ile paylaştığı raporda dikkati çeken farklı bir husus da, ABD Donanmasının üst düzey komutalarının, Çin’i yeni bir kutup olarak görmeleridir. Bu görmenin, belirsizlikten mi ileri geldiği, yoksa somut verilere mi dayandığı belli değildir. Ayrıca Çin’e yönelik bu bakış açısının Rusya nezdinde neyi ifade edeceği veya Rusya’nın bu bakış açısından -en azından- psikolojik olarak nasıl etkileneceği de önemli görülmektedir.
11. Geçtiğimiz hafta içinde, Tel Aviv Yönetimi; Kudüs’te, üzerinde Hz. Ömer tarafından yaptırılan Mescidi Aksa’nın bulunduğu Tapınak Tepesi’ni ziyarete kapatmış; iki Haham’a yapılan saldırı gerekçe gösterilerek alınan bu karar, birdenbire tansiyonu yükseltmiş ve öyle ki, Kudüs’ün felaketin eşiğinde olduğu ileri sürülmüştür. Temmuz 2014’de 16 yaşındaki bir Filistinli çocuğun İsrailli aşırıcılar tarafından öldürülmesi başlayan İsrail–Filistin çatışması, Doğu Kudüs’ün Arap sakinlerinin İsrail’in bölgede yeni yerleşim yerleri açması yüzünden İsrail polisi ile karşı karşıya gelmesi ile devam etmiş ve “3. İntifada” konuşulmaya başlanmıştır. Filistin Devleti’nin, Ürdün’ün, ABD’nin ve BM’nin devreye girmesi ile Tapınak Tepesi’ne giriş yasağı bir gün sonra kalkmış ama, Cuma namazı sonrasında tansiyon tekrar yükselmiştir. IŞİD sorunu devam ederken, Filistin tarafının 3. İntifadayı başlatma ihtimalinin bulunduğuna daha önce değinildiği ve bu konu ele alındığı için, burada yeniden bu konuya dönülmeyecektir. Merak edenler, ASCMER’in önceki bültenlerine bakabilirler.
12. Geçen hafta, Rusya’nın özellikle NATO üyesi ülkelerin hava sahasına ve deniz ülkelerine yönelik ihlalleri ve tacizleri konuşulmuştur. Rus askeri (bombardıman) uçaklarının “yüklü” olarak, tanker uçakları ya da eskort jetleri ile birlikte uçmaları, diplomaside “uyarı” anlamına gelen, kesinlikle dikkate alınması gereken işaretlerdir. “Alındı-anlaşıldı” mesajının bir şekilde Moskova’ya bildirilmesi, bu tür girişimlerin tekrarını önleyecektir. Ancak “alınmış ama anlaşılmamışsa” ya da “alınmış ama önemsenmemişse”, Moskova Yönetiminin krizi tırmandırması ve daha “ileri” işaretler vermesi beklenecektir. Dünya, çok zor bir süreçten geçiyor.
13. Afganistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Eşref Gani, ilk yurt dışı ziyaretini Çin’e yapmıştır. 31 Ekim 2014 tarihinde Pekin’de gerçekleşen “Asya’nın Kalbi Afganistan Konferansı”na katılmak üzere, bu ülkeye dört günlük bir ziyarette bulunan Afganistan Cumhurbaşkanı’nın, Çin ile, özellikle ABD’nin 31 Aralık 2014 tarihine kadar Afganistan’daki askeri varlığının çok önemli bir kısmını çekmesi ile ortaya çıkacak güvenlik boşluğunun doldurulmasını görüşeceği ifade edilmiştir. Afganistan’ı çevresindeki ülkeler ile birlikte ele alan ve Afganistan’ı barışa ve istikrara kavuşturmayı amaçlayan “Asya’nın Kalbi Afganistan Konferansı”, 2009’da, Afganistan’ın, Pakistan’ın ve Türkiye’nin önderliğinde ortaya çıkmış bir girişimdir. Onun içindir ki, Afganistan Cumhurbaşkanı’nın ilk yurt dışı ziyaretini Çin’e yapmasına, çok farklı bir anlam yüklememek gerektiği düşünülmektedir. İki ülkenin Wakhan Koridor üzerinden komşu olması ve komşu olunan coğrafyanın her iki ülke için de sorunlu olması, doğal olarak Kabil’i ve Pekin’i biri birine itmektedir. ABD’nin Afganistan’daki varlığının 2014’ü izleyen yıllarda çok azalmış olması Çin’i etkileyebilecek sorunlara zemin oluşturduğu (oluşturacağı) için, Pekin Yönetiminin Afganistan’a ekonomik ve güvenlik yardımında bulunmasını beklemek gerekir. Nitekim hâlihazırda Afganistan’da bulunan en büyük yabancı sermaye Çin’e aittir. Çin’in Afganistan’daki yatırımlarının toplamı 7.5 milyar usd. değerindedir. Afganistan’ın jeopolitiği ve Çin’e sunduğu/sunacağı coğrafya avantajları dikkate alındığında, Afganistan’daki Çin sermayesinin önümüzdeki dönemde hızla artmasını beklemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, 2001’den beri Afganistan’da ciddi bir askeri varlık bulunduran ABD’nin bu ülkedeki yatırımlarının tutarının Çin’in gerisinde kalması düşündürücüdür. Öyle anlaşılmaktadır ki, Amerikan sermayesi, ciddi ABD askeri varlığına rağmen, Afganistan’ı yatırım için uygun görmemiş; ABD’nin Afganistan’daki varlığı, Afganistan ekonomisinin canlanmasına yetmemiş ya da hizmet etmemiştir.
14. Japonya’nın eski Başbakanlarından Yasuo Fukuda, geçtiğimiz hafta içinde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından kabul edilmiştir. Görüşmenin, önümüzdeki günlerde Pekin’de gerçekleşecek APEC Zirvesi’ne katılacak Japonya Başbakanı Abe’nin Çin Devlet Başkanı Jinping ile bir araya gelmesini sağlamaya yönelik olduğu ve Yasuo Fukuda’nın bu konudaki bir mektubu Xi Jinping’e takdim ettiği ileri sürülmüştür. Jinping’in, Yasuo Fukuda’yı kabulünde, (i) Çin’in, büyüyen ekonomisi ile uluslararası toplumda büyük rol oynadığı, (ii) bu gelişmenin Asya’nın bütününü ilgilendirdiği ve (iii) Çin’in ekonomik açılım politikasını sürdüreceği ve hukukun üstünlüğünü güçlendireceği, hususlarını ifade ettiği belirtilmiştir. Tarafların, özellikle Doğu Çin Denizi anlaşmazlığında ve Hava Savunma Kimlik Bölgesi uygulamasında karşı karşıya geldiği dikkate alınırsa, Jinping ile Abe’nin bir araya gelişinin, en azından bu sorunların doğrudan görüşülmesine imkan verecek kanalların oluşumuna hizmet edebileceği düşünülebilir. Ayrıca, söz konusu ziyaret; şu anda özellikle Güney Kore’de kendisini gösteren ancak, Çin’de daha güçlü olarak kendisini göstermesi beklenen, Japon işgal yıllarının acı hatıralarına dayalı “Japon/Japonya düşmanlığının” önlenmesi açısından da anlamlı olabilir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 03 Ekim 2014