ASCMER BÜLTENİ: KISA YORUMLAR VE ANALİZLER İLE GEÇEN HAFTA ASYA’DA DİKKATİ ÇEKEN BAZI GELİŞMELER, Sayı 18, 20 Ekim 2014

1. Tayvan Cumhurbaşkanı Ma Ying-jeou, bir taraftan Çin’deki refah artışına dikkat çeken, diğer taraftan da Çin’in demokrasiye yönelmesi gerektiğine vurgu yapan bir açıklama yapmıştır. Bilindiği üzere, başkenti Pekin olan Çin Halk Cumhuriyeti ile, başkenti Taipei olan ve Tayvan olarak bilinen Çin Cumhuriyeti arasında, Mao liderliğindeki Komünist Parti’nin 1949 yılında Pekin Yönetimini ele geçirmesi ile başlayan ve bugüne kadar gelen ciddi bir sorun vardır. Çin, Tayvan’ı Çin’in bir parçası olarak görürken; Tayvan de kendisini Çin’den bağımsız olarak görmektedir. Gelinen noktada, Çin’in uluslararası politikada yükselmesi ve yeni bir kutup olarak algılanması, bir taraftan Tayvan üzerindeki Çin baskısını artırmış, diğer taraftan Tayvan’ın coğrafi konumunun cazibesini artırmıştır. Mevcut koşullarda, Hong Kong’daki “Şemsiye Hareketi”, Tayvan’ı da etkileyen bir boyuta sahiptir. Eğer “Şemsiye Hareketi” amacına ulaşır ve göstericiler isteklerini kabul ettirir ise, bu, Tayvan’da milliyetçiliği “ateşleyecektir” ve Taipei’nin Çin’den uzaklaşması gündeme gelebilecektir. Tabiatıyla “Şemsiye Hareketi” Pekin Yönetimi tarafından bastırılırsa da, tam tersi yönde, Taipei’nin Çin karşısındaki pozisyonu -en azından psikolojik olarak- zayıflayacaktır. Her iki durum da, başta Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi anlaşmazlıkları olmak üzere, bölgesel anlaşmazlıkların hemen hepsi üzerinde dolaylı ama, belirgin bir etkiye yol açacaktır. Tayvan Cumhurbaşkanının bahse konu açıklaması bunları çağrıştırmaktadır. Ancak, refah ile demokrasi arasında kurulan doğrudan ilişki dikkate alındığında; Tayvan Cumhurbaşkanının, “örtülü” bir şekilde ve Hong Kong üzerinden, kalabalık Çin halkını Pekin Yönetimine karşı kışkırtmayı düşünmüş olabileceği de akla gelmektedir.

2. Konunun uzmanları, IŞİD ile mücadeleye ilişkin hala bir uluslararası stratejinin olmamasına dikkat çekmekte ve bunu şu hususlara bağlamaktadırlar: (i) Öne çıkan aktörlerin bölgesel ve küresel çıkarlarının çelişmesi-örtüşmemesi, (ii) İran konusundaki belirsizliğin sürmesi, (iii) Özellikle ABD’de sivil ve askeri yöneticiler arasındaki görüş farkı ve anlaşmazlıklar, (iv) Hava saldırılarını tamamlayan bir politik/ideolojik stratejinin bulunmaması. Konuya ilişkin sürece ve bu süreç içinde öne çıkan gelişmelere bakıldığında, bu değerlendirmeyi teyit eden veriler ile karşılaşılmaktadır. Yıllardır bölgede bir “Kürt Kartına” sahip olmak istediği yazılıp söylenmesine rağmen, ABD, Kobani’deki Kürtler için hava hareketi ile yetinmektedir. Acaba ABD’nin Irak ve Suriye’de “önünü gerememesi” ve/veya kara harekatı seçeneğini “şimdilik” dışarıda tutması, bölgesel ve küresel koşullardaki/dengelerdeki uyumsuzluk ile mi ilgilidir? Suriye’de Esad karşıtı isyancıların, “militan İslami aşırıcılık” karşısında kendilerini Batının ortağı olarak görmeleri, ne tür algılamalara yol açıyor olabilir? Esad’ın düşmesi ve/veya Suriye’nin önemli bir kısmının kesin olarak IŞİD’in kontrolüne girmesi düşüncesi, acaba Esad karşısındaki cephe üzerinde nasıl bir etkiye yol açmaktadır? Obama’nın Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey ve Savunma Bakanı Chuck Hagel ile olan ilişkileri nasıldır? İran konusundaki belirsizlik, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin yaklaşımını etkilemekte midir? Bu sorular, IŞİD konusunda bir belirsizliğe işaret etmektedir. Peki, IŞID konusundaki belirsizlik ve bir uluslararası stratejinin olmaması, bir strateji olarak görülemez mi? Belirsizlik ya da boşluk, herkese istediği gibi “doldurma” imkanı sunuyorsa; herkese uygun cevaplar verilmesine imkan/fırsat veriyorsa, bir strateji yokluğundan söz edilebilir mi?

3. Asya ülkelerinin askeri modernizasyon (silahlanma) programlarını konu edinen bir analizde dikkat çekici bazı tespitlere ulaşılmıştır. Bu tespitler, özetle şu şekildedir: (i) Nükleer caydırıcılık işleyecektir ve etkili olacaktır. (ii) Potansiyel çatışmaların yayılma riski düşüktür; küresel olmayacaktır ve nüfus merkezlerini etkilemeyecektir. (iii) Önümüzdeki dönmede, “aldatmalar” çatışmadan daha etkili olacaktır. Bu tespitler, gerçekçi tespitler olarak gözükmektedir. İran’ın nükleer programı, Suudi Arabistan’ın Güney Kore ile başlamış nükleer programı ve Rusya ile devam eden görüşmeleri, Hindistan’ın Kanada ve Avustralya ile yeni/yakında gerçekleşen nükleer alışverişleri, İngiltere’nin iki nükleer reaktör konusunda AB Komisyonundan “vize” alması ve benzeri diğer gelişmeler, hakikaten nükleer bir yönelişe işaret ediyor. Bu da, nükleere dayalı genel ve kapsayıcı caydırıcılık demektir. O yüzden, potansiyel çatışma riskleri için öngörülen “yayılmama” öngörüsü gerçekçi gelmektedir. Bu koşullarda, “aldatmanın” öne çıkmasından daha doğal bir şey olamaz, “örtülü operasyonlar” yoğunluk kazanacaktır. Ancak “yayılmama” öngörüsünün, aynı zamanda, güçlü “kontrolün” işareti olacağını da kabul etmek gerekir. Bu durumda, özellikle mevcut Ukrayna krizine ve IŞİD sorununa vurgu yapılarak, I. Dünya Savaşı öncesi koşullar ile paralellikler kurulmasının ve bu paralellikten yola çıkılarak “3. Dünya Savaşından” söz edilmesinin, bir “aldatmaca” olabileceği düşünülebilir mi?

4. Petrol fiyatlarının 105 usd’dan 84 usd. seviyesi indiği mevcut süreç içinde, Suudi Arabistan’dan, hem varil başı petrol fiyatlarının 50-60 usd. seviyesine ineceğine, hem de 1980’li yıllardaki deneyimi nedeniyle petrol üretiminde kısıntıya gitmeyeceğine, dair yeni bir açıklama gelmiştir. Bu açıklamalar, “petro-politik” ya da genel olara “ekonomipolitik” olgularını akla getiriyor. Petrol fiyatları üzerinden bazı politik sonuçlara ulaşılması amacının güdüldüğü düşünülmektedir. Petrol fiyatlarının aşağı seyir içinde olması, özellikle petrol üreticisi ve ekonomileri petrol üzerinden elde edilen gelire dayalı ülkeler için çok önemlidir. Nedeni de, bu ülkelerin ciddi gelir kayıpları ile karşı karşıya kalmalarıdır. Rusya, İran, Venezüella, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Nijerya gibi ülkeler, isimleri en çok bilinen petrol üreticisi ülkelerdir. Ve petrol fiyatlarındaki düşüş ve bunun yol açtığı gelir kaybı, bu ülkeleri, harcamalarını kısmaya ve sürekli harcamayı gerektiren konularda “hızlarını kesmelerine” yol açacaktır. Bu noktada, (i) uluslararası terörizm, (ii) proxy savaş ve (iii) biyolojik/kimyasal savaş (ebola atağı) akla gelmektedir. Eğer bu konuların arkasında petrol üreticisi ülkeler var ise, petrol fiyatlarındaki düşüş onların bu çabalarını en azından aşağıya çekecektir. ABD’nin ebola ile mücadele için Afrika’ya ciddi bir askeri birlik gönderme kararı aldığı bu noktada hatırlanmalıdır. Diğer taraftan, eğer petrol fiyatlarındaki düşüşü -döviz kurlarındaki artış nedeniyle- vatandaşlarının günlük yaşamına yansıtamayan ülkelerde bunun o ülkelerde yönetim ile halkın karşı karşıya getirebileceği düşünülürse, petrol fiyatlarının aşağıya çekilmesinin ülke yönetimlerini değiştirme amacına yönelik olabileceği de akla gelmektedir. Bu husus, -İran da dahil- Suudi Arabistan ve ABD ile sorun yaşayan Orta Doğu’daki bir çok ülkeyi çağrıştırmaktadır. Petrol fiyatlarındaki düşüşün Dünyanın bir numaralı enerji tüketicisi Çin’in işine geldiği açıktır. Sadece Çin’in değil, Hindistan’ın, Pakistan’ın, AB üyesi ülkelerin de işine gelmektedir. ABD’nin de, hem yüksek enerji ihtiyacı, hem de artık -kaya gazı üzerinden- enerji satıcısı konumuna gelmesi nedeniyle, petrol fiyatlarındaki düşüşten olumsuz etkilenmeyeceği düşünülmektedir. Bu durumda, konjonktür de hatırlandığında, geriye İran ve Rusya kalmaktadır. Rusya’nın bu gelişmeden ciddi şekilde olumsuz etkilendiğine daha önce değinilmişti. Hatta amacın, Rusya olabileceği de iler sürülmüştü. Ancak İran’ı da Rusya ile birlikte düşünmek gerekir diye mütalaa edilmektedir.

5. Hindistan ile Pakistan arasında, 8-9 gün süren, toplam 18 kişinin (5’i Hindistan tarafında, 13’ü Pakistan tarafında) hayatını kaybettiği sınır çatışması yaşanmıştır. Her iki taraf da, en üst düzeyde, çatışmalar ve kayıplar için biri birini suçlamıştır. Suçlamaların, özellikle Hindistan tarafında çok üst düzeyden gelmesi dikkati çekmiştir. Taliban’ın/El Kaide’nin, “kervan Hindistan’a doğru yola çıktı” dediği ve Keşmir’de IŞİD’ın propaganda kitapçıklarının dağıtıldığı hatırlandığında, 1999’daki Kargil Savaşının akla gelmesi de dikkat çekicidir. Hindistan tarafından üst düzey bir asker yetkili, (i) Keşmir’in Hindistan kontrolündeki bölgesine Pakistan’dan militan geçişleri olduğunu, (ii) Yabancı güçlerin Afganistan’dan çekilmesinin Keşmir’e militan akışına yol açacağını ifade etmiştir. Gözlemcilerin de, taraflardan edindikleri bilgiler ışığında, Ekim-Kasım (2014) ayları içinde, yoğun kar yağışları başlamadan, ciddi çatışma beklentisi içinde olduğu ifade edilmiştir. (Hindistan’ın birkaç yıldan beri, Çin ve Pakistan ile kara sınırlarında askeri alt yapısını güçlendirme çalışmalarında bulunduğu bilinmektedir.) Bu gelişmeye bakarken, son dönemde ABD-Hindistan yakınlaşmasının yaşandığını ve Pakistan’ın da bu yakınlaşma karşısında Çin’e yanaştığını göz önünde bulundurmak gerekir. Pakistan’ın Çin’e yanaşması, hem ABD-Çin rekabetinde Çin karşısında ABD’yi destekten yoksun bırakmış, hem de ABD’nin Af-Pak bölgesindeki varlığını hedef alan tehdidi (gelişmeleri) beslemiştir. Buradan yola çıkarak şunlar ileri sürülebilir: (i) Militan İslami aşırıcıların Hindistan’a yönelmesi, -Hindistan ile Çin arasındaki sorunlar nedeniyle- Pekin’in işine gelecek ve aynı zamanda Pekin Yönetimi ile militan İslami aşırıcılar arasındaki bağa işaret edebilecektir. (ii) Militan İslami aşırıcıların, hem Pakistan’da varlıklarını seyrekleştirmeleri, hem de Hindistan’a yönelmeleri, İslamabad’ı rahatlatacaktır. (iii) Pakistan’daki Çin’e kayışın durması beklenebilir ve eğer militan İslami aşırıcılığın Hindistan’a yönelişi ABD’nin örtülü ilişkileri ile açıklanabilirse, bu, İslamabadWashington ilişkilerinin yeniden gelişmesine “bile” hizmet edebilir. (iv) Keşmir’in coğrafi konumu dikkate alındığında ve sadece Hindistan’ın değil diğer tarafın da Kargil’den kendisine dersler çıkardığı varsayıldığında, Keşmir’de yükselecek tansiyon, sadece bu bölge ile sınırlı kalmayacak, mücavir alanlara da (örneğin Özbekistan’ın doğusuna, Fergana’ya, Tacikistan’a ve Afganistan’ın kuzeyine de) yansıyabilecektir.

6. Almanya’nın, Türkiye ve İran’ı, IŞİD’a karşı oluşturulan çok uluslu koalisyonda yer almaya ikna etmeye çalıştığı ifade edilmiştir. Almanya’nın Türkiye ve İran’ı ikna etmeden önce, koalisyondaki yerini ve işlevini sorgulaması gerektiği düşünülmektedir. Son dönemde Almanya ile ilgili belirgin bir “güç algısı” var. Bu algı ile Almanya’nın çok uluslu güçteki konumu örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa, ikna çabasının etkili olmamasını beklemek gerekir. Almanya’da Merkel başkanlığında kurulu koalisyonun “Büyük Koalisyon” olarak anıldığı ve Alman Parlamentosunda ciddi bir çoğunluğa sahip olduğu dikkate alındığında, Berlin Yönetiminin IŞİD karşısındaki koalisyonda daha ciddi bir katılım ile yer alması beklenir. Eğer böyle bir katılımın önünde Alman mevzuatından kaynaklanan engeller var ve Berlin Yönetimi bu engelleri “ileri katılım” için bir mazeret olarak kullanıyor ise, Merkel Hükümetinin siyasal gücü bunu aşmaya yeter iken, bunu nasıl değerlendirmek gerekir? İran’ı ve Türkiye’yi ikna etmeye çalışan Almanya’nın önce, kendisi ile ilgili güncel algıya yaraşır “ileri katılım” göstermesi, sonra diğer ülkeleri ikna etmeye yönelmesi daha kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Afganistan’dan, Irak’tan ve Suriye’den dönecek militan İslami aşırıcılar içerisinde Alman vatandaşları olduğu medyada ifade edilmekte ancak bunların sayısı bilinmemektedir. Eğer çok ise, Almanya’nın İran’ı ve Türkiye’yi ikna etmekten çok, bu mülahaza ile, kendisinin IŞİD karşısındaki koalisyonda daha “ileri” bir katılım göstermesi gerekmez mi? Belirsizlik, ABD gibi, Almanya’yı da etkiliyorsa, İran ve Türkiye’yi ikna etmeyi nasıl anlamak gerekir? İran ve Türkiye de, aynı belirsizlikten etkilenmiş iken, ikna çabasını nasıl okumak gerekir!…

7. Küresel ekonomi bir durgunluğu yaşarken, Çin’in 2014 yılı birinci, ikinci ve üçüncü çeyrek büyüme rakamlarının yüksek çıkmıştır. Airbus’un Çin’deki yatırımlarını genişletmeyi düşünmesi ve Volkswagen’in Çinli ortağı ile olan birlikteliğini uzatmayı görüşmesi, hem Çin’in ekonomik büyüme rakamlarının güvenirliğini beslemekte, hem de Çin’in ekonomik yükselişine dayalı yeni kutup algısını güçlendirmektedir. Bu noktada, Airbus’un savunma ve güvenlik boyutlu bir şirket olduğunun, Çin’in kalabalık nüfusunun da Volkswagen için ciddi bir pazar olduğunun hatırlanması uygun olacaktır. ABD ve Almanya uyruklu bu iki şirketin Çin’deki yatırımlarına ilişkin söz konusu gelişmeler, uluslar arası ilişkilerde rekabet ile işbirliğinin iç içe olduğunun somut bir göstergesi niteliğindedir.

8. Çin Başbakan’ın geçtiğimiz hafta içinde Rusya’yı ziyaret ettiği ve bu ziyaret sırasında; (i) çeşitli alanlarda 40’a yakın anlaşmanın imzalandığı, (ii) 2014 yılında 90 milyar usd olarak gerçekleşmesi beklenen ortak ticaret hacminin 2015 yılında 100 milyar usd’a çıkarılmasının öngörüldüğü, (iii) 2018 Dünya Futbol Şampiyonasına ev sahipliği yapacak Rusya’nın Moskova ve Kazan şehirleri arasında inşa edilecek -toplam değeri 26 milyar usd. olan- hızlı tren hattının Çinli şirket tarafından inşa edileceği ve bu hattın Pekin’e kadar uzatılmasının düşünüldüğü, (iv) tarafların ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yaptığı ifade edilmiştir. Ekonomisini enerjiye dayalı olmaktan çıkarıp çeşitlendirmeyi amaçladığı için, Moskova Yönetiminin Çinli firmalara iş vermesi, bu amaçla bir çelişir gibi görünmektedir. Moskova’yı izlediği politika ile çelişen bu adımı atmasının arkasında, Ukrayna krizi üzerinden Batının kendisine uyguladığı yaptırımlar ve izolasyon vardır. Rusya’nın, Çin ile bu suretle yakınlaşarak, yaptırımların etkili olamayacağını göstermek ve izolasyonu boşa çıkarmak istediği düşünülmektedir. Rusya’nın Ukrayna krizi üzerinden içine düştüğü durum, Çin’in işine gelmekte; küresel ekonomideki yavaşlamaya rağmen Çinli şirketle yurt dışında iş almaya devam etmekte; Pekin Yönetimi ihracata dayalı ekonomik büyümesini sürdürebilmektedir.

9. Önümüzdeki Kasım (2014) ayının 14-15’inde Avustralya’nın doğu kıyısındaki Brisbane kentinde yapılacak G-20 Zirvesine Rusya’nın davet edildiği ifade edilmiştir. Ukrayna krizi nedeniyle, “G-8” üyeliği askıya alınan Rusya’nın bu zirveye davet edilmiş olması oldukça anlamlıdır. Dünyada GSYİH’sı en yüksek 8 ülkenin oluşturduğu G-8’lerin Rusya dışındaki 7 üyesi, ABD, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa, İtalya ve Kanada’dır. Rusya’nın bu gruptaki üyeliğinin askıya alınması, “G-8”in ABD’nin nüfuzuna açık olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim bu ülkelerin hepsi, gecikmeli de olsa Rusya’ya yaptırıma ilişkin kararlara uymuşlardır. “G-20”, “G-8” üyelerini de içine alan bir yapılanmadır. “G-8” üyeleri dışında, Türkiye, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Çin, Endonezya, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore ve AB Komisyonu, “G-20”nin diğer üyeleridir. Zirveye ev sahipliği yapacak Avustralya’nın ABD’ye yakın olduğu bilinmekle beraber, üyelerin çoğunluğunun Rusya’nın davet edilmesi yönünde görüş bildirdiği ve ortaya çıkan çoğunluk görüşü nedeniyle de Canberra’nın Rusya’yı G-20 Zirvesine davet ettiği anlaşılmaktadır. Davet, ABD’nin G-8’e hakim olduğu kadar G-20’ye hakim olamadığına işaret ettiği gibi, Batının Rusya konusunda artık daha ileri gitmek istemediğini de akla getirmektedir. Ancak Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’nın içine düştüğü duruma ve gelinen noktaya bakıldığında, G-20 Zirvesinin Rusya konusunda “frene basılacağı” bir yer olma özelliğini pek yansıtacak gibi gözükmemekte; Rusya’daki geriye gidişin devam edeceği düşünülmektedir.

10. İran Cumhurbaşkanı Ruhani, nükleer konuda, 24 Kasım 2014 tarihine kadar, Batı ile bir anlaşmanın gerçekleşebileceği konusunda, aşırı iyimser bir açıklamada bulunmuştur. Kullandığı ifadeler, emin olduğu algısına yol açmaktadır. Bu, İran’ın anlaşmayı mümkün kılacak bir adım atmasının söz konusu olabileceği anlamına alınabilir. Ancak Cumhurbaşkanı’nın İran’ın yönetsel yapısı içindeki yeri nedeniyle, Ruhani’nin bu söylediğini hayata geçirmesine imkan verecek bir yetkisi bulunmamaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamının üzerinde Ayetullah Ali Hamaney ve O’na bağlı kurullar vardır. Akla, Cumhurbaşkanı Ruhani’nin bu açıklamaları ile, son günlerde sıkça konuşulan Ayetullah Ali Hamaney’in sağlık durumu arasında bir bağ kurulabilir mi sorusu gelmektedir.

11. Uluslararası Af Örgütü, geçtiğimiz hafta içinde medya ile paylaştığı raporunda; Irak’ta, devletin desteklediği ve silahlandırdığı “Şii militanların”, Haziran 2014’de, IŞİD’a bir tepki olarak, bir dizi sivili kaçırma, sivillere işkence ve kötü muamelede bulunma, sivillere yönelik cinayet eylemlerini işlediğini ileri sürmüş ve bunların “savaş suçu” olduğuna vurgu yapmıştır.

12. İngiltere’de Parlamentonun Filistin’i tanımayı öngören bir karar tasarısını görüşmeye başlaması ve bu görüşmelerde mesafe alınması, uluslararası medyada kendisine geniş yer bulmuştur. Tasarı, hâlihazırda Parlamento Kararına dönüşmemiştir. Ayrıca dönüşse bile, hayata geçmesi, İngiliz Hükümetinin bu karara paralel ayrı bir tasarrufta bulunmasına bağlıdır. O zaman bu gelişmeyi nasıl anlamak gerekir? Bilineceği üzere, Filistin sorununun ortaya çıkmasında İngiltere’nin rolü bçok belirgindir. Nedeni de, 1917’deki “Balfour Deklarasyonu”dur. Tarihsel arka planında İngiltere’nin bu suretle yer aldığı Filistin konusunda şimdi İngiltere’den bunun tam tersi bir adım gelmesi, önemlidir. Ve konunun kamuoyunda geniş yankı uyandırması biraz da bundan ileri gelmektedir. Ancak bir taraftan bu “yankıyı” sorgulamak gerekir, diğer taraftan da bu gelişmeye “ihtiyatla” yaklaşmak icap eder. Zamanlamaya bakıldığında, akla birçok husus gelmektedir. (i) İskoçya referandumunun üzerinden henüz bir ay geçmiştir ve İskoçya’nın bağımsızlığını (ayrılığı) savunanların oranı % 50’ye yakındır. Acaba Filistin konusundaki bu adım, İskoçya konusunu nasıl etkiler? (ii) 1997 yılına kadar İngiltere’ye bağlı olan Hong Kong’da halen devam eden “Şemsiye Hareketi” bundan nasıl etkilenir? Bu iki husustan (i ve ii) çok, asıl üçüncü hususa eğilmek gerekir diye düşünülmektedir. (iii) Batı, Sünni bir yapılanma olan IŞİD’a karşı çok uluslu bir güç oluşturmuş iken, Sünni İslam Dünyası nezdinde ayrı bir yeri olan Filistin konusunda İngiltere’nin attığı bu adımın amacı, acaba IŞİD ile Sünni İslam Dünyası arasındaki bağı koparmak olabilir mi? Filistin’in “3. İntifadayı” başlatıp Batıyı IŞİD karşısında zora sokmasından mı çekinilmektedir? Bu noktada Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın BM.’in 69. Genel Kurul çalışmaları bağlamında, geçtiğimiz Eylül (2014) ayının son haftası içinde BM Genel Kurulu’na hitap etmesi ve bu bağlamda İsrail’in 16 Kasım 2014 tarihine kadar işgal ettiği topraklardan çekilmesini adeta “ihtar” etmesi akla gelmektedir. İngiltere, Mahmut Abbas’ın bu açıklamasının arkasında yatan “hazırlığı” istihbar etmiş de, bunu önleme çabası içinde olabilir mi? Eş zamanlı olarak, IŞİD ve 3. İntifada… IŞİD’in varlığının, Filistin’in “Orta Doğu Barış Süreci” bağlamındaki pazarlık gücünü artırdığı kabul edilebilir. İngiltere dışında başka Avrupa ülkelerinin de Filistin lehine adımlar atması, yukarıda belirtilen mülahazaları değiştirme ihtiyacı doğurmamaktadır.

13. Bir süre medyada görünmediği için hakkında iktidardan uzaklaştırıldığı iddiaları gündeme gelen Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-un, bir konut kompleksinde yaptığı inceleme ile medyada görünmüştür. Medyada görünmesi, hakkındaki iddiaların etkisini yitirmesine neden olmuştur. Kuzey Kore’nin psikolojik savaşı en iyi bilen ve uygulayan ülkelerden biri olarak kabul edildiği hatırlandığında, Kim Jong-un’un görülmemesinin bir amaca yönelik olabileceği akla gelmektedir. Ancak Kim Jong-un’un iktidarı paylaştığına işaret eden ciddiye alınır haberler nedeniyle, Kuzey Kore’nin bir “geçiş döneminden” geçtiği de kabul edilebilir. Ateşkes hattındaki bir köyde iki Kore’nin yüksek düzeyli askeri temsilcilerinin görüşmeler yapması, bu bağlamda olumlu bir işaret olarak alınabilir.

14. ABD’de –Pentagon’da- 13-14 Ekim 2014 tarihlerinde, Irak ve Suriye konulu bir toplantı yapılmış; toplantının açılış konuşmasını Başkan Obama’nın yaptığı ileri sürülmüş; toplantıya ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey’in ev sahipliği yaptığı ifade edilmiştir. ABD de dahil 11 Batılı ülkenin temsilcisi ile Orta Doğu’dan 10 ülkenin (Bahreyn, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri) katıldığı toplantı bağlamında; (i) Türkiye’nin “kilit ülke” olduğu, (ii) ABD’nin “savaş yorgunu” olduğu ve Irak-Suriye konusuna yalnız girmek istemediği, (iii) ABD’nin ortaklarını yanlış ve abartarak okuduğu ve bunun ABD için bir “tehlike” olduğu, (iv) Orta Doğu ülkelerinin ABD liderliğindeki koalisyonda yer almalarını halklarına anlatmakta zorlandığı, hususları öne çıkmıştır.

15. Rusya Devlet Başkanı Putin’in; uluslararası hukukta, “çifte standardın” ve derin krizin olduğunu söylediği ve Ukrayna krizindeki insan hakları ihlallerine dikkat çektiği belirtilmiştir. Putin’in bu söyledikleri, Çin Devlet Başkanı Jinping’in söylediği ifade edilen “demokrasiden yanayım, ancak Batı tipi demokrasiden yana değil” şeklindeki açıklamayı çağrıştırıyor. “Batılı değerler” sorgulanıyor; bunun alternatif arayışları tetikleyeceğini beklemek gerekir. “Alternatif değerler”, yeni kutup demektir. Eğer değerlerinin Batının sadece politik amaçlarına ve çıkarlarına değil, aynı zamanda ekonomik ve güvenlik amaçlarına ve çıkarlarına da hizmet ettiği dikkate alınırsa, Dünyanın yeni ve ciddi bir mücadeleye/kamplaşmaya doğru yol aldığını söylemek abartı olmayacaktır.

16. Geçtiğimiz hafta içinde Paris’te bir araya gelen ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, IŞİD konusunu ele aldıkları ve sonradan tek taraflı (Rusya) olarak yalanlansa da tarafların IŞİD konusundaki istihbaratı paylaşmada anlaştıkları ifade edilmiştir. Bu görüşmeden birkaç gün önce Moskova’da bulunan Irak’ın yeni Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi’nin, Irak’ta yabancı asker istemedikleri, sadece IŞİD’a karşı kullanmak için silah istedikleri açıklamasını yapması dikkati çekmiştir. İstihbarat paylaşımı son derece önemli bir konudur. Nedeni de, hem paylaşılan istihbarat üzerinden bölge ülkelerine baskı yapılması, hem de “proxy savaşın” yürütülmesi imkânının elde edilebilmesidir.

17. IŞİD militanlarının eğitildiği Irak’ın Ninova vilayetindeki Ebu Azzam El Ensari Eğitim Kampında, ABD birliklerinde kullanılan ve üzerinde (U.S.) yazılı çadırların bulunduğu ifade edilmiştir. Bu haber, IŞİD’ı ABD ile ilişkilendiren iddialar bağlamında önemlidir. (i) 2003-2011 yılları arasında Irak’ın ABD işgali altında olduğu, (ii) ABD istihbaratı ve (iii) halihazırda Irak’ın ABD’nin nüfuzuna açık olduğu hususları dikkate alındığında, IŞİD’ın eğitim kampındaki Amerikan askeri çadırlarının, söz konusu iddiaları besleyebileceği düşünülmektedir.

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 20 Ekim 2014


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.