1. Dünya basınında Kobani ile ilgili gelişmeler yer alırken, Kürt nüfusa sahip bölge ülkelerinden biri olan İran’ın isminin hiç geçmemesi dikkati çekmektedir. Genellikle İran’ın nükleer programını ve bu bağlamda İran-P5+1 ülkeleri ve İran-UAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) ilişkilerini konu edinen haberler yer almaktadır. Kobani olayları, Kürt nüfusa sahip bölge ülkelerinden biri olarak Türkiye’de ciddi sokak gösterilerine, mal ve can kayıplarına neden olurken, İran’da yaşayan Kürtlerden ses gelmemesi ya da seslerinin Dünya basınına yansımaması düşündürücüdür. PKK terör örgütünün yöneticisi Abdullah Öcalan Şubat 1999’da yakalandığında, üzerlerine benzin döküp kendilerini yakan insanların sayısı 60’ın üzerindeydi ve bunların arasında İran’da-Urumiye Gölü’nün batısında yaşayan İran Kürtleri de vardı. Acaba dün Öcalan yakalandı diye bu eylemi yapan İran Kürtleri, bugün Kobani ile ilgili olarak yaşananlar karşısında niçin sessiz kalmış gözüküyorlar? Bir tarafta Ankara Yönetimini Kobini konusunda hareketsiz kaldı diye eleştirip sokağa inen ve eylem yapanlar, diğer tarafta Kobani konusunda hiç ses vermeyen Tahran Yönetimi ve İran Kürtleri… Sorgulamak gerekmez mi?
2. Rusya, IŞİD’a ilişkin olarak bir tampon bölge oluşturulmasına ilişkin kararın BM Güvenlik Konseyi tarafından verilmesi gerektiğini ileri sürülmüştür. “Tampon bölge” uygulamasının en yakın olanı ve en çok bilineni Saddam döneminde Irak’ta uygulanan ve BM Güvenlik Konseyi’nin 678, 686 ve 688 sayılı kararları uyarınca çok uluslu bir güçle desteklenen “Uçuşa Yasak Bölge Uygulaması/Çekiç Güç Uygulaması”dır. “Tampon bölge” uygulamaları ile ilgili deneyim; insani mülahazalarla ortaya çıkan bu tür uygulamaların örtülü amaçlar için istismar edildiği yönündedir. Rusya’nın konunun BM Güvenlik Konseyi’ne taşınması istemesinin arkasında, hem “örtülü amaçlara” engel olma, hem de kendisinin “örtülü amaçları” için kullanma olduğu düşünülebilir mi?
3. Rusya’nın -devlete ait- Rosneft şirketinin, Doğu Sibirya’daki iki petrol bölgesine (1-Yurubcheno-Tokhomskoye, 2-Vankor) katılması için, Hindistan’ın -devlete ait- ONGC-NS şirketine teklifte bulunduğu ileri sürülmüştür. Rosneft’in, ONGC-NS’ye, birinci bölgede % 49 oranında ve ikinci bölgede % 10 oranında ortaklık önerisinde bulunduğu ifade edilmiştir. İkinci bölge, Çin’in de ilgilendiği petrol bölgesidir. Rosneft’in bu girişimi, bir yönüyle Rusya’nın ABD/Batı merkezli yaptırımları aşma, diğer yönüyle de görünür gelecek itibarıyla Rusya için söz konusu olabilecek bazı riskleri aşağıya çekme çabasına işaret etmektedir. Eğer ABD ile Çin, Rusya konusunda örtülü bir işbirliği içinde Rusya’nın Sibirya, Uzakdoğu ve Arktik Okyanusu kıyılarını hedef almışsa, Rosneft üzerinden Hindistan yatırımlarının bölgeye çekilmesi, bu riski aşağıya çekecektir.
4. Özbekistan İslami Hareketi lideri Usman Gazi’nin, IŞİD’e katıldıklarını açıkladığı ve üyelerini IŞİD’a destek vermeye çağırdığı ileri sürülmüştür. Özbekistan, jeopolitiği, bölgesel ve küresel dengeler bağlamında giderek önem kazanan bir ülke olmuştur. Orta Doğu’daki olayların ve militan İslami aşırıcılığın, Tacikistan üzerinden Asya’nın bu bölgesine sıçrayabileceği işaretleri mevcuttur. Eğer bu işaretler hayata geçer ve Özbekistan’ı hedef alırsa, bu, Asya’nın bu bölgesinde de IŞİD benzeri yeni yapılanmaları gündeme taşıyabilir. Bunun, Çin, Rusya, ABD ve Hindistan bağlamında çok ciddi muhtemel sonuçlarının olabileceği düşünülmektedir. Özbekistan ile ilgili bu gelişme ve Katar’ın Tacikistan’a yönelmesi, bu düşünceyi beslemektedir.
5. Bulgarların Rus yapımı savaş uçaklarını F-16’lar ile değiştirme kararı, Moskova’nın tepkisine yol açmış; Rusya tarafı, kararı “ihanet” olarak yorumlamıştır. İlk bakışta, Moskova’nın tepkisi, yedek parça pazarını kaybetmesi ile açıklanabilir. Ancak konu, salt ekonomik bir konu değildir; konunun, politik ve güvenlik boyutları da vardır. Bulgaristan’ın 2004’de NATO’ya ve 2007’de de AB’ye katıldığı hatırlanırsa, Bulgar Hava Kuvvetlerinin Rus yapımı uçaklarını F-16’lar ile değiştirmesi, Karadeniz bağlamında hem politik, hem de güvenlik endişelerine yol açmasını beklemek gerekir. Bu noktada, Ukrayna krizi ve bu krizde Rusya’nın Batı ile karşı karşıya gelmiş olduğu da hatırlanmalıdır.
6. Petrol fiyatlarının son dört ay içinde 115 usd’dan 90 usd’a inmesi ve düşüşün süreceğinden söz edilmesi, bazı tespitlere ve farklı yorumlara yol açmıştır. Fiyatlardaki düşüşün özellikle Rusya’yı olumsuz etkilediği anlaşılmaktadır. Petrol fiyatlarındaki her bir dolarlık düşüşün, Rusya için 2.1 milyar usd’lık kayıp anlamına geldiği; bu bağlamda, (i) Rusya için 2014 yılına ilişkin olarak öngörülen -daha önce birkaç kez aşağıya çekilmiş- % 0.4’lük büyüme oranının daha da aşağıya çekilmesinin söz konusu olduğu ifade edilmiş; (ii) ayrıca petrol fiyatlarındaki beklenmedik artışlar üzerinden elde edilen “beklenmedik gelirlerin” aktarıldığı fonun bütçe açıklarının karşılanmasında kullanılmasını öngören (buna imkan veren) bir kararnamenin Putin tarafından onaylandığı açıklanmıştır. Petrol fiyatlarındaki düşüşün yanında Doların Rusya’da değer kazanması, Rus ekonomisini ayrıca olumsuz etkilemektedir. Bu tabloyu, Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ile ilişkilendirmek mümkündür. Ancak söz konusu tablonun çok daha ciddi boyutları içerdiği de akla gelmektedir. Nitekim bu konuda, Suudi Arabistan’ın ABD ile birlikte hareket ettiği ileri sürüldüğü gibi, Suudi Arabistan’ın ABD’ye karşı hareket ettiği de düşünülebilmektedir. ABD’nin sadece Suudi Arabistan’ı değil, OPEC üyesi diğer ülkeler ile de yakın çalışarak, bu ülkelerin petrol fiyatlarındaki düşüşü önlemek için üretimde kısıntı yapmalarını engel olduğu konuşulmaktadır. Ancak (i) Suudi Arabistan-ABD ilişkilerindeki soğukluk, (ii) ABD’nin İran ile yakınlaşmasının Suudi Yönetiminde doğurduğu rahatsızlık, (iii) Suudi Arabistan-Çin yakınlaşmasının ABD için ifade ettiği anlam, (iv) ABD’nin ciddi kaya gazı rezervine sahip olması ve 2014 yılından başlayarak enerji pazarında “satıcı” rolü ile öne çıkacağının ifade edilmesi hususları dikkate alındığında, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerinde, bir birliktelikten çok, çekişmeden söz edilmesinin daha doğru olacağı da akla gelmektedir. Petrol fiyatlarının aşağı çekilmesi, ABD’nin kaya gazı üzerinden enerji piyasasında kendisine yer bulmasını önleyici bir etkiye yol açabilir. Fiyatının düşmesi, petrole, kaya gazı ile rekabetinde güç verecek, petrolün pazar kaybetmesini önleyebilir. Ayrıca Dünyanın bir numaralı petrol tüketicisi olduğu için, düşen petrol fiyatlarının en çok Çin’in işine geldiğini/geleceğini de görmek gerekir. Çin’in enerji maliyeti düşecek; bu da, enerji için ayırdığı kaynakların bir kısmını tasarruf etmesine ve/veya başka alanlara aktarmasına imkan verecektir. İlginç bir durum… Enerji fiyatlarının düşmesinin Doların fiyatının yükselmesi ile eş zamanlı olması, bu “ilginçliğin” bir başka boyutu olarak görülmektedir.
7. Pakistan Talibanı’nın Sözcüsü Şehidullah Şehid’in, IŞİD’a bağlılık açıklaması yaptığı ve üyelerine IŞİD’a yardım çağrısında bulunduğu, Keşmir’de IŞİD’ın propaganda kitapçıklarının dağıtıldığı ifade edilmiştir. Benzeri diğer gelişmeler ile birlikte değerlendirildiğinde; (i) Af-Pak bölgesindeki Taliban varlığında bir “gerileme” olacağı, (ii) Taliban’ın Af-Pak bölgesinden “bir şekilde” tasarruf edeceği unsurlarını Irak–Suriye bölgesine ve Keşmir’e yönlendireceği, (iii) Irak-Suriye bölgesinde IŞİD’ın kalıcı hale geleceği ve Keşmir (ve veya Tacikistan) üzerinden Asya’nın ortasında IŞİD benzeri yeni bir yapılanmanın ortaya çıkabileceği, (iv) Taliban’ın, gerek Af-Pak bölgesindeki varlığında tasarrufa gitmesinin, gerekse Irak-Suriye yönelmesinin her iki coğrafyadaki Kafkas kökenli savaşçıların/militanların yurtlarına dönmesine neden olabileceği ve bunun da Kafkasya’da yeni bir hareketliliğe yol açabileceği akla gelmektedir. Bu bağlamda görülebilecek bir başka husus da, Türkiye’nin Pakistan’dan kendisine dersler çıkarması gerektiğinin konuşulmasıdır. Peştunlara, dolayısıyla Pakistan’ın Taliban ile ilişkilendirilmesine ve Pakistan’ın bugün içine düştüğü duruma bakılarak; Ankara’nın IŞİD ile ilişkilendirilmesinden hareketle, IŞİD üzerinden Türkiye’nin de Pakistan’ın durumuna benzer bir düşebileceği ifade edilmektedir. Taliban’ın Irak’ta ve Suriye’de yüzünü göstermesi, Türkiye’nin güney komşuları (Irak ve Suriye) için “yeni Afganistan” söylemlerine yol açacaktır ki, bunun içinde saklı olan tehdidi ve riski iyi görmek gerekir.
8. Tayvan’ın, ABD’den ve diğer ülkelerden silah alamadığı ve bunun üzerine kendi denizaltısını kendi yapma kararı aldığı, ancak bunun için de yine ABD’nin kapsını çaldığı ifade edilmiştir. Bilineceği üzere, Çin, Tayvan’ı ülkesinin bir parçası olarak görmekte; Tayvan ise, bunu kabul etmemekte, müstakil bir devlet gibi hareket etmektedir. Tayvan’ın jeopolitiği son derece önemlidir ve Çin için oldukça anlamlıdır. Nedeni, (i) Güneydoğu Asya’dan gelip kuzeye çıkan deniz trafiğini kontrol etmesi, (ii) Çin ana karasının tam karşısında yer alması ve (iii) Çin’in derinliklerine nüfuz etme avantajına sahip olmasıdır. ABD-Çin rekabeti, Tayvan’ın jeopolitiğini daha değerli kılmıştır. Ve ABD, Çin’i doğrudan karşısına almak gibi yaklaşım içinde olmaktan bugüne kadar kaçınmıştır. ABD’nin Tayvan’a silah satmaması, Çin’e verilmiş olumlu bir mesajdır. Ancak bu mesajın, Washington-Pekin işbirliğinin işareti mi, yoksa Washington’un bazı beklentileri ile ilgili mi olduğu bilinmemektedir. Fakat bu işaretin, karşılıksız olmadığından/olamayacağından şüphe edilmemektedir. Tayvan’ın, “satmıyorsan, bari inşasına yardımcı ol” yaklaşımı, bir “orta yol” olabilir. Çünkü inşa faaliyeti, zaman alacaktır; inşanın ne zaman tamamlanacağı belirsiz olacaktır. Yani ABD’nin inşa faaliyetine yardımcı olması, hem Çin’i fazla rahatsız etmeyecek, hem de ABD-Tayvan ilişkilerinin “rayından çıkmasını” önleyecektir. O itibarla, önümüzdeki dönemde, ABD’nin Tayvan’ın kendi denizaltılarını inşa etmesine yardım edeceği haberleri ile karşılaşılması halinde, hem bu beklenmedik bir gelişme olarak görülmemeli, hem de -mevcut/bilinen koşullarda- bunun ABD-Çin ilişkilerinde tansiyonu yükseltebileceği düşünülmemelidir.
9. Güney Çin Denizi anlaşmazlığında Pekin’in karşısında yer alan ülkelere destek veren ve Doğu Çin Denizi anlaşmazlığında da Pekin’in karşısında Japonya’nın yanında yer alan ABD’nin Avustralya ile birlikte bölgede yaptığı tatbikata Çin’in katılması, dikkati çekmiştir. Bu katılım, uluslararası ilişkilerin doğasına/işleyişine aykırı olmasa da, yine dikkati çekmektedir. Gelişme, her iki taraf için de, “kazanç” ve “olgunluk” olarak çok şey ifade etmekte, küresel istikrar ve barış adına olumlu bir gelecek algısına yol açmaktadır. Akla gelen önemli soru, acaba bu gelişme, ABD ile Çin’in Rusya konusunda bir “anlayış biriliğine” varmış olduklarının bir işareti olarak alınabilir mi?
10. Obama’nın Kasım (2014) ayında Pekin’de Jinping ile bir araya geleceği ve IŞİD konusunda ortak hareket etmeyi ele alacakları ifade edilmiştir. Ziyaretin şekli, Obama’nın teklifte bulunacağına işaret etmekte ve Jinping’in de Obama’yı “eli boş” göndermeyeceği beklentisine yol açmaktadır. Kobani’de katliam beklentisinden söz edildiği hatırlandığında, normalde, bu ziyaretin hemen yapılması beklenirken Kasım (2014) ayında yapılması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Taraflar eğer istemiş olsalardı, ziyareti öne çekebilirlerdi. Bunun olmaması, hem ABD’nin IŞİD konusunu zamana yayma stratejisini, hem de Vietnam Savaşını çağrıştırmaktadır. ABD, bölgedeki belirsizlik ve ciddi risk nedeniyle, IŞİD konusunu ağırdan almakta; bunu da, belirsizliği azaltmak ve riski göze alınabilir kılmak için yapmaktadır. Vietnam Savaşı için, ABD’nin, ucu açık bir strateji izlediği ve sonuçta çekilmek zorunda kaldığı değerlendirmesi yapıldığı için; Obama da, şimdi Irak ve Suriye’de aynı duruma düşme endişesinin etkisinde hareket etmektedir. Diğer taraftan Obama’nın Jinping ile Pekin’de yapacağı toplantıya Putin’in -şu an itibarıyla- davetli olmaması da önemlidir. Militan İslami aşırcılık tehdidi altındaki ülkelerden biri de Rusya’dır. Kafkasya, yeniden potansiyel çatışma alanı olmaya yakındır. Moskova’nın “arka bahçem” dediği Asya’nın ortasındaki “eski Sovyet Cumhuriyetleri de” aynı tehdide maruzdur. Rusya’nın durumu bu olmasına rağmen, Kasım (2014) ayında Pekin’de yapılacak toplantıya davet edilmemesi oldukça düşündürücü bulunması gereken bir durumdur.
11. Başkan Obama, 08 Ekim 2014 Çarşamba günü Pentagon’u ziyaret etmiştir. Ziyaret konularından birinin IŞİD olduğu ve Obama’nın Ulusal Güvenlik Konseyi’ni de ziyaret edeceği ifade edilmiştir. 13 Ekim 2013 Pazartesi günü, Pentagon’da Irak ve Suriye konularının ele alınacağı uluslararası bir toplantının başlayacağı dikkate alındığında, Obama’nın Pentagon ve Ulusal Güvenlik Konseyi ziyaretlerindeki asıl konunun, ABD’nin katılımcıların önüne koyacağı stratejiye son şeklini vermek olabileceği akla gelmektedir. Kuvvetle muhtemel, Başkan’a sunuş yapılıp, konunun en üst düzeyde tartışılması ve Başkan’ın nihai direktifinin istihsal edilmesi amaçlanmıştır. Bu belirtilenler, aynı zamanda, ufukta bir kara harekâtının gözüktüğünün işareti olarak da alınabilir. 13-14 Ekim 2014 (Pazartesi/Salı) günlerinde yapılacak toplantı, Obama’nın Pekin ziyareti ile de ilişkilendirilebilir. İki günlük toplantının sonucu değerlendirilecek ve yine kuvvetle muhtemel, Obama’nın Pekin ziyareti öncesinde, Çin tarafına iletilecek ABD önerilerine son şekli verilecektir. Obama, Pekin’de, Jinping ile, bu önerilerde gelinen noktayı bir sonuca bağlayacaklardır. Kara harekatı, eğer olacaksa, ancak bu zirveden sonra gerçekleşebilecektir. Obama’nın, Pekin’e, elinde ciddi bir öneri ile gideceğini varsaymak gerekir. Ayrıca Çin’in, ABD ile Avustralya’nın bölgede icra ettiği tatbikata katılmasını çıkış noktası alarak, Obama’nın Çin’den eli boş dönmeyeceği de düşünülmektedir. Çin, kuvvetle muhtemel, Obama’nın önerilerini, askeri imkan ve yeteneklerini dışa vurmada bir fırsat olarak görecektir. Çünkü gerek Hong Kong’da devam eden “Şemsiye Hareketi”, gerekse Çin’in halihazırda angaje olduğu anlaşmazlıklar ve yaşadığı (mevcut/muhtemel) diğer iç sorunlar, Çin’in ABD’den gelecek önerilere bu gözle yaklaşma ihtimalini beslemektedir.
12. İran’da Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Tahran Üniversitesi’nin akademik yıl açılış töreninde bir konuşma yaptığı ve konuşmasında, (i) İran üniversitelerinin kapılarını yabancı öğrencilere ve yabancı akademisyenlere açmayı düşünmesi ve (ii) Dış dünya ile temasın casusluğu teşvik edeceği gibi bir anlayışın terk edilmesi, hususlarına vurgu yaptığı ifade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Ruhani böyle söylerken, rejimin en tepesinde yer alan Ayetullah Hamaney “sağlık sorunları” ile uğraştığı algısına yol açan fotoğrafları üzerinden gündemde yer almıştır. Ayetullah Hamaney’in fotoğrafları, ciddi sağlık sorunları yaşadığı şeklinde yorum konusu olmuştur. Kuvvetle muhtemel, eğer Ayetullah Hamaney’in sağlığı yerinde olsaydı, kendisinden Cumhurbaşkanı Ruhani’nin söz konusu açıklamalarına cevap niteliğinde, akis yönde bir açıklama gelecekti… Cumhurbaşkanı ile Dini Lider arasındaki görüş ayrılığı, bir bakıma İran’daki hoşnutsuzların “gazını almaya” yaramakta ve rejime süreklilik kazandırmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın İran rejimi içindeki yetkisi bir yere kadardır; Cumhurbaşkanı’nın yetkisinin bittiği yerden, Ayetullah Hamaney’in ve O’nun kontrolünde bulunan kurumların yetkisi başlamaktadır. Onun içindir ki, Cumhurbaşkanı Ruhani’nin açıklamalarının hemen hayata geçmesi hukuksal ve siyasal açıdan güçlük arz etmektedir. Ayrıca Ruhani’nin açıklamalarının, İran’ın nükleer programı konusunda P5+1 ülkeleri ile görüştüğü bir sırada geldiğini de unutmamak gerekir.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 12 Ekim 2014