(ASCMER Bülteni, web sayfasının uzunca bir süre kullanılamaması/erişilememesi nedeniyle, 21 Temmuz 2014 tarihinden bu yana yayınlanmamıştır.)
- Afganistan-Pakistan ilişkilerinin geleceğine ilişkin soru işaretleri varlığını koruyor. Çin’in ABD karşısında yeni bir kutup olarak algılanması ve bu algının her gün biraz daha güçlenmesi nedeniyle stratejik değerleri buna paralel bir şekilde artan Afganistan ile Pakistan, Asya’nın bir taraftan en kritik/önemli ülkeleri, diğer taraftan da en sorunlu ülkeleri haline gelmiştir. Konunun dikkat çekici bir yanı da, bu iki olgunun paralel bir seyir içinde olmalarıdır. İki ülke komşudur ve aralarındaki sınır çok “geçirgenlik” arz etmektedir. Afganistan’da yaşayan Beluç nüfusu ve bu nüfusun genellikle Pakistan’a komşu bölgelerde yaşaması, taraflar arasındaki ilişkileri etkileyen en önemli faktörlerden biridir. Afganistan’da konuşlu Taliban unsurlarının sınırdan kolayca geçerek Pakistan’da faaliyet göstermeleri ve eylemde bulunmaları, Pakistan’da ciddi rahatsızlığa neden olmakta; Pakistan’ın bu rahatsızlığını gidermek için Afganistan topraklarında Taliban’a yönelik olarak yaptığı hava operasyonları da, Afganistan’da ciddi rahatsızlığa yol açmaktadır. Afganistan’dan sızan Talibanların Pakistan’da neden olduğu sivil kayıpları Pakistan’ın tepkisine neden olurken, Pakistan’ın Afganistan’da Taliban’a yönelik olarak yaptığı saldırılarda ortaya çıkan sivil kayıpları da Afgan halkının ciddi tepkisine neden olmaktadır. ABD’ye ait insansız hava araçlarının neden olduğu sivil kayıplardan sonra Pakistan’ın da benzeri kayıplara neden olması, Afgan halkında “bardağın taşmasına” neden olmakta ve gelişmeler, iki komşu ülkenin telafisi güç olacak ve zaman alacak bir “uzaklaşmayı/soğukluğu” yaşamasına zemin oluşturmaktadır. (i) Afganistan’da, geçtiğimiz günlerde Eşref Gani’nin yeni Cumhurbaşkanı olarak göreve başlaması ve hemen ertesi gün, ABD ile, 2014 sonrası dönem için 9800 Amerikan askerini kapsayan yeni bir anlaşmaya imza atması; (ii) Pakistan’da ise, Tahir-ul Kadri’nin Kanada’dan ülkeye dönüşü ile baş gösteren siyasal hareketlilik, Afganistan-Pakistan ilişkileri bağlamında anlamlı ve oldukça önemli bir gelişmedir. Her iki taraftaki bu tür gelişmelerin, taraflar arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileme potansiyeli, şimdilik zayıf görülmektedir.
- Asya’da cereyan eden bazı gelişmeler, IŞİD hareketinin, görünür geleceği kapsayan, daha şiddet yüklü bir harekete dönüşeceği ihtimalini öne çıkarmaktadır. Bu işaretlerden bir tanesi, Afganistan’da Taliban unsurlarının güvenlik kuvvetlerine teslim olmasına ilişkin haberledir. Bu gelişme, belki Afganistan’ın yeni Yönetimi ve ABD ile imzaladığı yeni anlaşma ile açıklanabilir. Ancak (i) Taliban’ın Afganistan’da geldiği nokta, (ii) Taliban’ın ABD ile yürüttüğü savaş ve (iii) ABD’nin Taliban ile yaptığı (Katar’da) dolaylı görüşmeler dikkate alındığında; Taliban unsurlarının teslim olması, Talibanın Af-Pak bölgesindeki mücadelesini bilinçli olarak “rölantiye” alacağını ve bu suretle tasarruf edeceği güçlerini Orta Doğu’da IŞİD ile ilişkilendireceğini akla getirmektedir. İkinci bir işaret de, Zürih’de konuşlu bir araştırma kurumunun web sayfasında yer alan, ABD’nin IŞİD’a yönelik stratejisinin Vietnam Savaşı’nın bazı aşamalarını çağrıştırdığına vurgu yapıldığı bir analizdir. Burada (i) mücadelenin açık uçlu olması (zamana yayılması), (ii) hava saldırılarına öncelik/ağırlık verilmesi ve (iii) karada bazı yerlerde yerel unsurlar üzerinden bir proxy savaş içinde olunmasının tercih edilmesi ile yetinilmesi, bu çağrışıma neden olan hususlar olarak belirilmiştir. Belki bir üçüncü işaret olarak, Henry Kissinger’in, Türkçe’ye “Dünya Düzeni: Milletlerin Refleksleri ve Tarih Dersi Üzerine Düşünceler” olarak çevrilebilecek -2014 yılı içinde yayınlanan- son kitabında yer verdiği, “istikrarın, güç kadar, uzlaşmacı değer sistemine bağlı olduğu” ifadesini almak da mümkündür. Kissinger’in görüşlerine Amerikan Dış Politikasının üretiminde ciddi önem atfedildiği varsayılır ise; hem bahse konu ifade ile ABD’nin IŞİD konusundaki yaklaşımının örtüştüğünü, hem de bunun IŞİD ile mücadelenin zamana yayılması anlamına geleceğini söylemek mümkündür. IŞİD hareketi ile ilişkilendirilen bu gelişmeler; görünür geleceğin, IŞİD’in “arkasındaki” ve “karşısındaki” aktörler için zor bir dönem olacağını söylemektedir.
- Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, geçtiğimiz günlerde, demokrasiyi desteklediğini, ancak desteklediği demokrasinin Batı tipi demokrasi olmadığını açıklamıştı. Bu açıklama; (i) ABD Dışişleri Bakanlığı verileri ışığında hazırlanan ve her yıl Washington Yönetimi tarafından yayınlanan, ülkelere ilişkin “insan hakları” ve “terörizmle mücadele” konularındaki “karneler” ile, (ii) yine ABD’nin etkisine açık olduğu varsayılan bazı uluslararası ekonomik kuruluşlara ve kredi derecelendirme kuruluşlarına duyulan tepkilerin hatırlanmasına neden olmakta; ayrıca ABD’nin ülkelere demokrasi getirme ve ülke halklarını özgürlüklerine kavuşturma projelerinin ne gibi “kötü” sonuçları beraberinde getirdiği, “demokrasi” ve “insan hakları” gibi evrensel değerlerin nasıl istismar edildiği akla gelmektedir. Bunlar, Batının demokrasi, özgürlük ve insan hakları söylemlerinden “ağzı yanmış” ülkeler ve halklar nezdinde, Xi Jinping’in açıklamalarının karşılık bulma potansiyelinin oldukça yüksek olduğuna işaret etmektedir. Burada hatırlanması gereken bir başka husus da, ciddi bir ekonomik büyüme göstermiş ve ABD karşısında giderek daha çok yeni bir kutup olarak algılanmaya başlanmış Çin’in, “Yeni Komünizm” söylemi ile, Dünyanın bütününde yeni bir ideolojik dalgalanmaya yol açma potansiyeline sahip olduğudur. Bu potansiyelin, “Batı dışı” yeni bir demokrasi anlayışını içereceğini de varsaymak gerekir. Bunların hepsi üst üste konulduğunda, bir taraftan Xi Jinping’in açıklamalarının önemsenmesi gerektiği, diğer taraftan da Batının demokrasi söylemi ile bunun uygulamada ifadesi olarak görülen örmekleri gözden geçirmeye ihtiyacı olduğu çıkarsamasına ulaşılmaktadır. Bu noktada, yine Henry Kissinger’in, Türkçe’ye “Dünya Düzeni: Milletlerin Refleksleri ve Tarih Dersi Üzerine Düşünceler” olarak çevrilebilecek -2014 yılı içinde yayınlanan- son kitabında, uluslar arası politikada “uzlaşmacı değer sistemine” olan ihtiyaç da akla gelmektedir. “Cumhuriyet”, “Halk Cumhuriyetleri”, “İslam Cumhuriyetleri”… Hemen akla gelen ve içinde “cumhuriyet” kelimesi geçen, oldukça farklı rejimler… Batı, bayraktarlığını yaptığı değerlere ilişkin “evrensellik” iddiasının, uygulamadaki “samimiyet” ile pekişeceğini görmek durumundadır. Yoksa Xi Jinping’in açıklamaları, ileride, yeni “Soğuk Savaşın” ve/veya “küresel kaosun” ayak sesleri olarak anılabilecektir.
- İran’ın, Tahran doğusunda kalan Parçin Askeri Üssü’nde, nükleer patlama denemeleri yaptığı ileri sürülmüştür. İsrail Başbakanı Netenyahu da, BM’nin 69. Genel Kurul Çalışmaları bağlamında katılımcılara hitaben yaptığı konuşmada, spotların IŞİD yerine İran üzerine çevrilmesi gerektiğine, IŞİD militanları pikaplar üzerinde savaşırken İran’ın nükleer güç sahibi olduğuna dikkat çekmiştir. Bu gelişmeler olurken, Türkiye’nin de –Pakistan’ın katkılarıyla- atom silahına sahip olma çabası içinde olduğu haberleri medyaya yansımış ancak, hem Ankara’dan hem de İslamabad’dan buna yalanlama gelmiştir. Enerji (petrol ve doğal gaz) zengini bir ülke olmasına rağmen nükleer enerji programına yönelmesi, “çift kullanımlı” (yani hem sivil hem de askeri kullanımlı) olduğu için, doğal olarak, İran’ın askeri boyutu ile nükleer imkan ve kabiliyete kavuşmak istediği varsayımına neden olmaktadır. P5+1 görüşmeleri ise, hem İran’ın nükleer programına dolaylı olarak “meşruiyet” kazandırmakta, hem de İran’a nükleer varlığı üzerinden elde etmeyi düşündüğü caydırıcılığa ilişkin beklentilerini erkenden (daha bu aşamada) karşılama imkânı vermektedir. Bu, açıkça, bölgedeki dengelerin İran lehine değişmekte olduğu anlamına gelmektedir. Bölge denildiği zamanda, akla İran’ın komşuları ve Şii İran ile rekabet içinde olan Sünni İslam ülkeleri gelmektedir. Eğer, (i) uluslararası politikanın “boşluklar” içerdiği, (ii) bu boşlukların güç üzerinden doldurulduğu, (iii) nükleer programının İran’a ciddi güç kattığı/katacağı ve (iv) İran’ın bu güçle bölgesel dengeleri kendisi lehine değiştirmede (ve boşlukları doldurmada) ciddi bir avantaj elde etmiş olacağı hatırlanırsa; İran’ın nükleer programının, hem komşularını hem de Sünni İslam Dünyasına mensup ülkeleri, nükleer silahlanma yönünde adeta “kışkırtması” kaçınılmaz kabul edilecektir. Bunun içindir ki, sadece “komşu” Türkiye’nin değil, mezhepsel kimlik üzerinden İran ile rekabet içinde olan Sünni bölge ülkelerinin de nükleer programa yönelmelerini beklemek gerekir. Nitekim Suudi Arabistan’ın nükleer reaktör inşası konusunda Güney Kore ile anlaştığı ve bu kapsamda Kızıl Deniz’in kuzey kıyılarında başlanan bir reaktör inşasının tamamlanmakta olduğu; yine Riyad Yönetiminin Rusya nezdinde de nükleer konularda girişimlerde bulunduğu bilinmektedir. Orta Doğu’nun bilinen siyasal ve toplumsal yapısı nedeniyle, İran’ın nükleer programında sona çok yaklaşmış olmasının bölgede nükleer bir yarışa yol açması adeta kaçınılmazdır. Onun içindir ki, yetkililerden aksi yönde, açıklamalar gelmiş olsa bile, Türkiye’nin nükleer programa sahip olma konusunda “pasif” bir konumda bulunduğu düşünülememektedir. Bu noktada, Ankara’nın, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasına taraf iken, bir nükleer programının bulunduğunu “itiraf” edemeyeceğini de görmek gerekir.
- Devrim Muhafızları’nın yurt dışı kolu olarak bilinen Kudüs Gücü’nün etkili komutanlarından Kassam Suleymani’nin IŞİD’a karşı Irak’ta savaştığı ileri sürülmüştür. Bunun, uluslararası hukuk ve uluslararası politika bağlamında ne anlama geldiği ve/veya geleceği önemlidir. Acaba, İran ile Irak arasında kamuoyunca bilinmeyen, müşterek savunmaya ilişkin bir askeri işbirliği anlaşması mı vardır? Veya İran’ın Irak’ı savunma yükümlülüğü nereden kaynaklanmaktadır? Haber, acaba İran’ın Irak’ı nüfuz alanı olarak gördüğü anlamına alınabilir mi? Eğer öyle ise, İran’ın Irak’ı kontrol etmesi, bölgesel dengeler bağlamında ne anlama gelir? Bu bağlamda ABD’nin Irak’ı İran’ın sorumluluğuna bırakmasından söz edilebilir mi? Irak’ın İran tarafından kontrolü Suriye’de Esad’ın “ömrünü” uzatır mı ve enerji bağlamında Tahran’ın Doğu Akdeniz kıyılarına açılmasına imkan verir mi? Verirse, bunun kısa, orta ve uzun vadede politik etkileri/sonuçları neleri olabilir? İran’ın Irak’ı kontrol etmek istemesi, Suudi Arabistan ile de ilişkilendirilebilir mi? Sorular çok… Yine İran bağlamında gündeme gelen ve soru işaretlerine neden olan bir başka konu da, eğer yaptırımlar kalkarsa, AB’nin İran’dan doğal gaz satın almayı (ithal etmeyi) planlandığına ilişkin haberdir. Kışın yaklaşmasına dayanılarak konunun aciliyet arz ettiği de ileri sürülmüştür. AB’nin İran’dan gaz alması, Ukrayna konusunda Rusya ile yaşanan kriz üzerine gündeme gelmiştir. Bu konuda akla gelen sorular da şunlardır: (i) Rusya-İran ilişkileri genelde hep “özel” olmuştur. Ancak AB’nin Rusya’dan aldığı gazı azaltarak İran’a yönelmesi, bu “özel” ilişkiye zarar verir mi; enerji pazarında “satıcı” rolü ile biri birlerine rakip olan bu iki ülke karşı karşıya gelir mi? (ii) AB’nin İran’dan gaz alması, Irak’ta ve Suriye’de Batı-İran ilişkilerini acaba nasıl etkiler; Irak’ta ve Suriye’de kim, kimin politikasına nasıl yaklaşabilir? (iii) Tahran-Şam ilişkileri bundan nasıl etkilenir? (iv) AB’nin İran’dan doğal gaz almasının İran-Çin ilişkileri üzerinde bir etkisi olur mu? (v) Acaba AB-İran doğal gaz alışverişi, İran’ın nükleer programı üzerinde nasıl bir etkiye yol açar? (vi) Yine bu alışveriş, Batının IŞİD’a ilişkin politikasını nasıl etkiler; Kudüs Gücü’nde seyrekleştirmeye mi gidilir yoksa Kudüs Gücü serbest mi bırakılır? Akla çok sayıda soru gelmektedir… Irak bu gelişmelere sahne olurken, Başbakanlık görevine yeni atanan Abadi ile, önceki Başbakan-şimdiki Cumhurbaşkanı Yardımcısı Maliki arasında, yeni hükümetin oluşumu konusunda yaşanan rekabet dikkati çekmektedir. Görünen, Maliki’nin, Bedir Örgütünün lideri Hadi Al Ameri’nin İçişleri Bakanı olarak kabinede yer alması için uğraştığı, Abadi’nin de bunu ret ettiğidir. Bu çekişmenin de son tahlilde İran’ın nüfuzu ile bağlantılı olduğunu belirtmek mümkündür.
- Doğu Türkistan’da olaylar durmak bilmiyor. Müslüman Uygur Türkleri üzerindeki baskı artıyor. Moğol özerk ili olarak bilinen Luntai’de geçtiğimiz günlerde meydana gelen bombalı saldırılarda 50’ye yakın kişinin hayatını kaybettiği ve 50’den fazla kişinin de yaralandığı ifade edilmiştir. Saldırlar Uygurlar ile ilişkilendirilse de, saldırıların Uygurlar üzerindeki baskıyı artırmada işe yaradığı dikkate alındığında, saldırıların arkasında gerçekte başka kişilerin olabileceği de akla gelmektedir. Durmayan olayların yanısıra; Uygurların sürgündeki liderleri Rabia Kadir’in Foreign Policy’e verdiği mülakatta, Hong Kong’daki Şemsiye Hareketinin Doğu Türkistan’da Uygurlar üzerinde çok kapsamlı etkilerinin olacağını ifade etmesinin de, yine Uygurlar üzerindeki baskıyı artırmada kullanılacağı şüphesiz görülmektedir.
- BAE, Basra Körfezi’ndeki dengeleri ciddi etkileyebilecek bir alt yapı projesini hayata geçirmiştir. Bilindiği üzere Hürmüz Boğazı, İran karşısında, enerji üreticisi Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkelerin uykularını kaçıracak derecede “tehlikeli”, “riskli” ve bir o kadar da “stratejik açıdan değerli” bir geçiş noktasıdır. BAE, Hürmüz Boğazının hemen güneyinde yer alan, hem Basra Körfezi’nde hem de Umman Körfezi’nde kıyıları bulunan bir ülkedir. BAE, toprakları üzerinden, Basra Körfezi kıyılarından başlayıp Umman Denizi kıyılarına ulaşan petrol/doğal gaz boru hattını hayata geçirmiş; Umman Denizi kıyısındaki Fujairah Limanına ulaşan bu boru hatları sistemi ile, Hürmüz Boğazı’na bağımlı olmaktan kurtulmuştur. Fujairah Limanının dev tankerlerin yanaşıp dolum yapmalarına imkan verecek özellikte olması, hem alıcı hem de satıcı ülkeler açısından oldukça anlamlı olmuştur. Güvenlik riski/maliyeti ile birlikte, az da olsa ulaşım maliyetinin düşmüş olması, Fujairah Limanının çekiciliğini artıracağından şüphe duyulmamaktadır. BAE’nin hayata geçirdiği bu projenin Suudi Arabistan’ı, özellikle İran’ı ve Basra Körfezi’nin güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenmiş gözüken ABD’yi nasıl etkileyeceği önemlidir. Petrol ve doğal gazın Hürmüz Boğazı dışında ikinci bir yolla Basra Körfezi dışına çıkabilmesi, Hürmüz Boğazını kuzeyden kontrol eden İran’ın bu avantajında gerilemeye yol açması kaçınılmaz görülmektedir.
- İngiliz siyasetçi ve diplomat Paddy Ashdown’ın, Batının IŞİD’a karşı yürüttüğü savaşa Rusya katılmaz ise savaşın “dinler savaşına” dönüşeceğini ifade ettiği belirtilmiştir. Her değişim, az veya çok, bir direnci içerir. Koşullardaki değişimi yakalamak ve buna uyma davranışı göstermek kolay değildir. Ashdow’a atfedilen ifade, bu genel hususlar bağlamda görülebilir. Bu ifade; (i) Kral Abdullah’ın, geçtiğimiz günlerde Moskova’ya yaptığı ziyaret sırasında söylediği Rusya’nın da IŞİD karşısındaki çok uluslu güçte yer alması gerektiği ifadesini ve (ii) sınır tanımayan çok uluslu Batılı şirketlerin, Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan zarar gördüklerini açıklamalarını ve yaptırımlardan şikâyetçi olmalarını çağrıştırmaktadır. Oysa koşulların değiştiğini görmek ve bu değişim ile birlikte işleyen bir gelecek planlamasının olduğunu varsaymak gerekir. Görünen (gördüğümüz); Moskova’nın, görünür gelecekte süper güçler arasında kendisine yer bulmayacağı; büyük ülkesi de dahil sahip olduğu zengin kaynakların yeni küresel ferahlama bağlamında hedef alınabileceğidir. O zaman İngiliz siyaset adamının, Ürdün Kralı’nın ve sınır tanımayan şirketlerin sahiplerinin/yöneticilerinin Rusya konusundaki yaklaşımları, hem değişime direnç, hem de öngörü noksanlığı olarak görülebilir mi? Moskova’nın; eş zamanlı olarak, (i) Ukrayna krizini sürdürmesi, (ii) Suriye krizinde Şam Yönetimine verdiği desteği devam ettirebilmesi, (iii) IŞİD karşısındaki çok uluslu güce katılması, (iv) Çin karşısında Orta Asya’daki hak ve menfaatlerini koruması, (v) Ukrayna krizi üzerinden gelen Batılı yaptırımlara direnmesi ve bunlara karşı koyması, (vi) küresel ekonomik/mali kriz karşısında büyük ülkesinin bir ferahlama aracı olarak görülmesine bağlı riskleri savuşturabilmesi hiç de kolay değildir. Rusya’dan bir şeyler bekleyenler, önce Rusya’nın içinde bulunduğu bu koşulları görmelidirler. Rusya’nın orta ve uzun vadede bugünkü durumunu koruması güç gözükmektedir. Bunun başka nedenleri de vardır…
- Irak Kürtlerinin (Peşmerge); Irak sınırları içinde, Irak-Suriye sınırına yakın, Türkiye’de Cizre’nin güneyinde kalan bölgede, IŞİD kontrolündeki Rabia yerleşim yerini ele geçirmeleri, uluslararası medyada geniş yer bulmuş ve IŞİD’a yönelik ABD hava saldırılarının başlamasından bu yana Irak Kürtlerinin elde etmiş olduğu “ilk büyük zafer” olarak nitelendirilmiştir. Oysa, IŞİD’ın Irak’ta sesinin duyulduğu ilk günlerde, IŞİD ilerleyişini durdurmak için, Kürt Özel Bölgesi Yönetiminin sınırlarının dışına çıkıp güneye inen Peşmerge, IŞİD karşısında tutunamayıp geri çekilmiş; Peşmergenin gücünün fazla anlamlı olmadığının anlaşılmasından sonra da, silah yardımı ve hava desteği gündeme gelmişti. Haberin veriliş biçimi; (i) Peşmergenin (ve dolayısıyla Irak Kürtlerinin) moralini güçlendirme ve onları isteklendirme, (ii) Irak Kürtleri lehine uluslararası bir kamuoyu oluşturma ve (iii) merkezinde Irak Kürtlerinin yer aldığı Batı orijinli Kürtler ile ilgili senaryonun hayata geçmesini kolaylaştırma amaçlarının güdüldüğünü akla getirmektedir.
- 1977-1981 yılları arasında görev yapan, 1924 doğumlu, ABD’nin önceki Başkanlarından Jimmy Carter’ın, yaş gününde verdiği mülakatta; o yıllarda, isteseydi İran’ı haritadan silebileceğini, İran’a yönelik bir askeri harekâta girişseydi ve “rehine krizini” çözseydi yeniden seçilebileceğini söylediği ifade edilmiştir. Mülakatta yer alan dikkat çekici ifadelerden biri de, rehineleri kurtarmak için hazırlanan “Kartal Pençesi Harekatı”nın, harekata dahil helikopterlerin arızalanması yüzünden gerçekleştirilemediğidir. Carter’a atfen medyada yer alan bu ifadeler, Başkan olduğu dönmede “iplerin” kendisinin elinde olup olmadığı konusunda soru işaretlerine yol açtığı gibi, ABD’yi gerçekte kimin/kimlerin yönettiği sorgulamasına da neden olmuştur. 1977-1981 dönemi, Dünyada ciddi değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde, (i) Sovyetler Afganistan’a girmiş, (ii) İran’da İslami Devrim gerçekleşmiş, (iii) ABD Büyükelçiliğinin işgalinde de ifadesini bulduğu üzere İran’a Amerikan karşıtı bir atmosfer hâkim olmuş, (iv) İran sadece kuzeyden değil doğudan da Sovyetlere komşu olmuştur. Bu koşullarda, ABD’nin İran’a düzenleyeceği askeri harekâtın bu ülkeyi Sovyetlerin kucağına iteceği açıktır. Eğer o yıllarda ABD İran’a yönelik bir askeri harekâta girişmiş olsaydı, büyük bir ihtimalle, bugün Sovyetler ayakta, ABD dağılmış olacaktı. Onun içindir ki, Carter’a atfen verilen söz konusu ifadeler, ABD’yi gerçekten kimin yönettiği konusunda ciddi soru işaretlerine neden olmuştur. Ancak Amerikan Başkanları genelde iki dönem (4+4=8 yıl) görev yaparken Jimmy Carter’ın bir dönem görev yapması, hem Carter’ın “durumunun” anlaşıldığına, hem de Carter üzerinden diğer Amerikan Başkanlarını kapsayacak genellemelere ulaşılmasının doğru olmayacağına işaret etmiştir. Ayrıca, yılladır uygulana gelen yaptırımlara ve izolasyona rağmen, İran’ın geliştiği, rejimini oturttuğu, üstelik ciddi bir nükleer programda sona yaklaştığı dikkate alındığında, Jimmy Carter’in söylediklerinin aksine, İran’ı haritadan silmenin o kadar kolay olmayacağı da anlaşılmaktadır. Bir dönem İran’ı haritadan silebileceğini düşünen Jimmy Carter’ın, bugüne ABD’nin Taliban ve IŞİD karşısındaki duruşunu nasıl bulduğunu merak elde etmemek değil.
- Hong Kong’da 2017’de yapılacak “Yönetici” seçimine ilişkin olarak Pekin Yönetiminin aldığı karar, önce “İşgal Kontrol Hareketi”, sonra da “Şemsiye Hareketi” olarak anılan ciddi gösterilere neden olmuştur. Pekin Yönetimi, bu seçimlerde aday olmayı düşünenlerin oluşturulan özel bir Komite’ye müracaat edeceklerini ve bu Komite’nin onayını alan adayların seçime katılabileceklerini öngören bir karar almıştır. Gösteriler bu kararın alınmasından sonra, demokrasi ve özgürlük talepleri ile ortaya çıkmıştır. Pekin Yönetimi, konunun Çin’in iç işleri olduğunu ve başka ülkelerin bu konuya müdahil olmaması gerektiğini açıklarken; ABD’den ve İngiltere’den göstericilere destek mahiyetinde resmi açıklamalar gelmiştir. Gösteriler halen devam etmektedir. Konu, Çin için, çok genel olarak iki açıdan önemlidir. Birincisi, Hong Kong’un Çin’in ekonomik açıdan yumuşak karnı olmasıdır. Çinli ve yabancı sermayenin Hong Kong’a yönelişi, Pekin’i rahatsız etmiştir. İkincisi de, Hong Kong’daki olayların, genel olarak benzer koşullara sahip Doğu Türkistan (Sincan), Tibet, İç Moğolistan, Keşmir ve Çin’de farklı lehçelere ve inanışlara sahip insanların yaşadığı yerlere sıçrama ihtimalidir.
- Amerikan Polisinin, izinli oldukları günlerde ve saatlerde, üniformalı ve silahlı olarak, kendilerini özel kişilere ve şirketlere ücreti karşılığında kiraladığı haberi ile karşılaşılmıştır: “şahsa özel kiralık polis”. Chevron, Conoco Phillips, 7 Eleven, Goldman Socks gibi şirketlerin, bu yolla resmi polis istihdam ettikleri ifade edilmiştir. Bakalım bu uygulama, başka ülkelerde de kendisini gösterecek mi?
- Bir taraftan Ukrayna krizi üzerinden ABD Rusya’ya yönelik olarak yaptırım kararları almakta ve yaptırımları ağırlaştırmakta, diğer taraftan da Rosneft-Exxon/Mobil ortaklığı Arktik Okyanusu’nu teşkil eden Kara Deniz’de Suudi Arabistan’ın enerji rezervlerine denk sayılabilecek büyüklükte petrol ve doğal gaz rezervleri keşfetmektedir. Uluslararası ilişkiler, ilk bakışta çelişkili ve biri birleri ile bağdaşmaz gözüken gelişmelerin, iç içe olduğu ve bunun doğal kabul edildiği bir disiplindir. Ancak bu, çelişkili görünen hususların, çelişki konusu hususları etkilemediği anlamına da gelmemektedir. Onun içindir ki, bu gelişmenin, Ukrayna krizini nasıl etkileyeceği ve Rusya ile ilgili öngörünün bundan nasıl etkileneceği merak konusudur.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 06 Ekim 2014