Prof. Dr. Osman Metin Öztürk
ABD’de Senato Dış İlişkiler Komitesi’nin dünkü (02 Nisan 2019) oturumunda, biri Cumhuriyetçi, diğeri Demokrat, kıdemli iki Senatör; hassas nükleer enerji teknolojilerini Suudi Arabistan ile paylaşmak isteyen Amerikalı şirketler için onay verilmesi konusunda dikkat çekici açıklamalarda bulunuyor[i].
İki senatör; açıklamalarında, Riyad’ın ABD’yi derinden rahatsız edici eylem ve açıklamada bulunduğu; Riyad’ın, Kongre’yi ciddi şekilde rahatsız ederek ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini ve bölgedeki uzun vadeli istikrarı ve Amerikan çıkarlarını yeniden değerlendirmesine yol açtığını belirtiyor. Ve belirttikleri ortak nedenlerle, ABD’nin şu aşamada, Suudi Arabistan’a nükleer teknoloji veya bilgi sağlamaması gerektiğine inandıklarını ifade ediyorlar. Washington’un, Amerikalı şirketlerin Suudi Arabistan’ın uranyum zenginleştirmesine ve plütonyum üretmek için kullanılmış yakıtı yeniden işlenmesine imkân verecek “özel” anlaşmalarına izin verilmesine karşı çıkıyorlar.
Bu arada, öğreniyoruz ki; 2017 yılından bu yana, ikisi Ürdün ile ilişkili olmak üzere, hassas nükleer teknolojinin Suudi Arabistan’a transferi konusunda toplam 37 yetkilendirme/onay gerçekleşmiş… Yani ABD Kongresi, hassas nükleer teknolojinin Riyad ile paylaşıldığı 37 “özel” anlaşmaya daha önce zaten onay vermiş..
Peki, bunlar ne anlama geliyor?
İlk akla gelen, Ortadoğu’daki nükleer hareketliliğin İran ile sınırlı olmadığıdır. İkinci olarak, ABD’nin, Suudi Arabistan’ı nükleer güç sahibi yapmak suretiyle, Ortadoğu’da, nükleer güç sahibi İran’ı dengelemeyi amaçladığıdır. Üçüncü olarak, Ortadoğu’da İran’ın nükleer güç sahibi olmasını istemeyen ve Temmuz 2015’de, kendisinin de bir parçası olduğu “5+1” ülkelerinin İran ile imzaladığı anlaşmadan çekilen ABD’nin, aynı bölgede Suudi Arabistan’ın (+Ürdün’ün) nükleer güce kavuşmasında bir mahzur görmediğidir!…Yani ABD’ye göre, kendisine müzahir (kendisi ile birlikte hareket eden) Ortadoğu ülkeleri nükleer güç sahibi olabilir, diğerleri olamaz, olmamalı… “Ahlaki” açıdan doğru olmadığı açık olan ABD’nin bu yaklaşımı; küresel ve bölgesel değişimin etkisinde, kısa ve orta vadede ABD’nin çıkarları ile de örtüşmemektedir. Çünkü ABD’nin, bugün Ortadoğu’da “örtülü” olarak nükleer imkân ve kabiliyete sahip olmasının önünü açtığı ülkeler ile orta ve uzun vadede karşı karşıya gelme riski güçleniyor gözükmektedir. Eğer bugün ABD’nin nükleer imkân ve kabiliyet sahibi olmasına müzahir olduğu bölge ülkeleri ile orta ve uzun vadede karşı karşıya kalma ihtimali güçlü ve bu, bugünden görülebiliyor ise, ABD’nin bugün yaptıklarında çıkarının olabileceğini düşünmek ne kadar rasyonel bir tercih sayılabilecektir?
Ancak ve bu noktada, yine orta ve uzun vadeli olarak bakıp, madalyonun diğer yüzü için, “medeniyetler çatışması” tezini de hatırlamak gerekir. Acaba ABD, bu suretle, İslam’ın Sünni ve Şii kanatlarının lideri olarak görülen, her ikisi de nükleer güç sahibi Suudi Arabistan’ı ve İran’ı “çatıştırma” peşinde olabilir mi? “İslam içi” böyle bir çatışma, “Batı-İslam çatışması” bağlamında Batının işine gelmez mi? ABD’nin böyle bir strateji ile hareket ediyor olabileceğini, ihtimal dışı saymamak gerekir.
Ve bu arada, Suudi Arabistan’ın nükleer imkân ve kabiliyet kazanma çabasını sadece ABD ile ilişkilendirmemek, Pakistan ile de ilişkilendirmek gerektiğini düşündüğümü de ifade etmeliyim.
Peki, bu tablo Türkiye için ne anlama gelmektedir?
Ankara-Washington ilişkileri iyi olmadığı gibi, Ankara-Riyad ilişkileri de iyi değildir. Ankara’nın Amman ile olan ilişkilerinin de oldukça “mesafeli” olduğu anlaşılmaktadır. Ortada bir Suriye krizi var ve bu krizin özellikle Suriye Kürtleri boyutu Türkiye’yi yakından ve ciddi şekilde ilgilendirmektedir. Türkiye’nin beka derecesinde algıladığı, Suriye’nin Türkiye’ye bitişik kuzeyinden kaynaklanan bir tehdit söz konusudur. Türkiye, dış politikada “dip” yapmış ciddi bir yalnızlığı yaşamaktadır.
Böyle bir ortamda, hiç şüphesiz, “caydırıcılık”, diplomasinin etkinliği açısından son derece önemli olacaktır. Fakat gördüğüm, Türkiye’nin caydırıcılığı “erirken”, doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’yi karşısında gören bölge ülkelerinin caydırıcılığının güçlendiğidir.
Onun içindir ki; mevcut koşullarda Ankara’ya düşenin; bölgesel koşulların kendisi aleyhine değişmekte olduğunu görerek, bir an evvel gerçekçi, kişisellikten ve duygusallıktan uzak, sadece günü değil geleceği de dikkate alan, içeride kucaklayıcı dışarıda güvenilir ve dostluğu aranan bir dış politika anlayışı ve uygulaması sergilemesi olduğunu düşünüyorum.
Dış politika, “patinaj” yapmanın ötesine geçmiş, yokuş aşağı kaymaktadır. Belirttiğim istikamette bir anlayış ve uygulama değişikliği olmaz ise, “kayma” hızlanacak ve “çarpma” kaçınılmaz olacaktır.
osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 03 Nisan 2019.
[i] https://mail.yahoo.com/d/folders/1/messages/31638?guce_referrer=aHR0cHM6Ly9sb2dpbi55YWhvby5jb20v&guce_referrer_sig=AQAAACJMHnIAmquElW_wLo9eP8_8t-67ZgS3cni7H1DEOpmlVw9IN8xAlHt8KryeMxMUIMgp4GjBdtreeEy4TuRDI0eLzwrPkcboWwJAjXSihPD44uQ9oPW5BtUPkBqIyHas1KSCinc9K2HhXOHpjDbUSs-_SW03AaJIcu2jBm8yw7bQ, 03.4.2019