ABD PKK TERÖR ÖRGÜTÜ YÖNETİCİLERİ İÇİN ÖDÜL KOYMUŞ!…

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

ABD, PKK terör örgütünün üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan’ın kimlik ya da yer tespitini mümkün kılacak bilgiler için para ödülü verileceğini açıklamış… Bu adım üzerinden, NATO’da müttefiki olan Türkiye ile ABD arasında mevcut olan terörle mücadeleye dair işbirliğine verilen değere dikkate çekmiş…

Öncelikle, ABD’nin bu adımının bana inandırıcı gelmediğini belirtmeliyim. Niçin böyle gördüğümü İzah edeyim.

Öncelikle ABD’nin, uzunca bir süredir, Ortadoğu’da Kürtlerin “hamisi” rolünü oynadığını görmek gerekir. Küresel koşullar ve Ortadoğu’da koşullar değişmiştir, ABD’nin bölge ülkeleri ile olan ilişkileri ciddi şekilde yıpranmıştır, bölgedeki ABD karşıtlığı artmıştır, ABD’nin bölgedeki varlığına yönelik artan bir tepki vardır ama, ABD bu hamilikten vazgeçecek gözükmemektedir. Muhtemel müstakil bir Kürt devleti üzerinden bölgede kullanabileceği bir “Kürt kartı” peşindedir. Bunun, değişen koşullarda ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını ve nüfuzunu korumasına hizmet edeceğine inanmaktadır. İlk bakışta, Ortadoğu’nun jeopolitiğinin ABD için artık eskisi gibi değerli olmadığı düşünülse de, ABD’nin Dünyanın en büyük enerji üreticisi (satıcısı) konumuna gelmesi, Ortadoğu’yu ABD için eskisinden daha önemli kılmıştır. Çünkü Ortadoğu petrolüne bağımlı ABD gitmiştir ama, Ortadoğu’nun enerji üreticisi ülkelerinin sahip olduğu enerji pazarlarına göz dikmiş, küresel politikadaki konumunu enerji satıcısı rolü üzerinden korumaya yönelmiş bir ABD ortaya çıkmıştır. Yani edineceği “Kürt kartı”, enerji politik üzerinden ABD’ye, sadece Ortadoğu’da değil, küresel ölçekte istediğini yapma imkânı ve fırsatı verme potansiyelini içermektedir.

Buradan Ortadoğu’da Kürt kökenli nüfusa sahip ülkelere geçmek gerekir. Irak, Suriye, Türkiye ve İran, Kürt kökenli nüfusa sahip bölge ülkeleridir. İran, hem rejiminin niteliği gereği, hem de mezhepsel olarak Kürt hareketine nüfuzu nedeniyle, ABD için, Kürt kartına sahip olma yolunda nüfuz edilmesi en zor ülkedir. Türkiye ise, Kürt kökenli nüfusun, ülkenin bütününe yayılmış, iç içe ve diğer üç ülke ile kıyaslandığında daha iyi koşullara sahip olduğu, yasamada, yürütmede ve yargıda kendisine yer bulduğu, kendisini nüfusun genelinden soyutlanmış görmediği bir ülkedir. Bu durumda, geriye, ABD’nin Kürt kartını edinebilmek için çalışabileceği iki ülke kalmaktadır: Irak ve Suriye. ABD’nin Kürt kartına sahip olma yolunda Kürtleri himayesi, ilk defa bu boyutta “açık” ve “net” olarak, Körfez Harekâtı ile kendisini göstermiştir. ABD, “Irak Kürtlerini Saddam’ın zulmünden korumak” şeklinde kimsenin karşı koyamayacağı insani mülahazalarla “Çekiç Güç”ü ortaya çıkarmıştır. Türkiye de, bu güce ev sahipliği yapmıştır. Bugün, Irak’ın kuzeyinde yer alan, “ileri” özerkliğe sahip, bağımsızlığa çok yakın “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi-IKBY”nin ortaya çıkmasında, Çekiç Güç, temel önemde bir işlevi yerine getirmiştir. 1991’den başlayıp 2003’de ABD’nin Irak’ı işgaline kadar devam eden, Türkiye’nin bu çok uluslu güce ev sahipliği yaptığı dönemde, bir taraftan NGO’lar üzerinden ABD’nin Irak Kürtlerini bugünlere nasıl hazırladığına şahit olunmuş, diğer taraftan da TSK İncirlik Tesisi’nde karargâha sahip çok uluslu gücün PKK terör örgütüne müzahir somut eylemleri ile karşılaşılmıştır. Çok uluslu gücün, Adana/İncirlik’teki karargahı ile Diyarbakır’daki ve Şırnak/Silopi’deki unsurları üzerinden Irak’ın kuzeyi ile olan bağlantısı, Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğü için risk/tehdit arz etmiş; bu fark edildikçe, Türk kamuoyunda ve TBMM’de Çekiç Güç’e yönelik tepkiler artmış; bu artış, çok uluslu gücün katılımcılarının giderek azalmasına, çapının küçülmesine ve adının değişmesine yol açmıştır. ABD, 2003’te Irak’ı işgal etmiştir. İşgal ile birlikte, Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı çok uluslu güç de dağılmıştır. İşgal, ABD’nin Irak Kürtlerine yönelik desteğinde “ileri aşama” olmuş, Irak Kürtlerine güç vermiş ve Irak Kürtleri, 2005’de ABD’nin “nezaretinde” hazırlanmış yürürlükteki Anayasa üzerinden, Irak’ın yönetsel yapısı içinde bugünkü “resmi” konumlarına ulaşmışlardır. Irak Kürtleri, bugün, hem IKBY olarak Irak’ın kuzeyinde kendi yasama, yürütme ve yargı organlarına sahiptir; hem de Irak’ın genel anayasal sistemi içinde yasamada, yürütmede ve yargıda “kotalara” sahiptir. Örneğin, Irak’ın Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı, Kürtler arasından seçilmektedir. Irak Kürtlerinin Irak’ta geldiği bu konum, ABD için son derece önemlidir. Ve sözde Aralık 2011’de Irak’tan çekilmiş gözüken ancak hem geride bir kısım askeri unsurlarını bırakmış, hem de bu unsurlarını sonradan takviye etmiş ABD için, Irak Kürtlerinin gelmiş olduğu nokta askeri/güvenlik, ekonomik ve siyasal açıdan son derece değerlidir. Eğer ABD’nin İran’ı karşısına aldığı ve Bağdat üzerindeki Tahran (Şii) nüfuzu hatırlanır ve ABD’nin Irak’ta ve İran karşısında Irak Kürtlerinin desteğine sahip olacağı kabul edilir ise, Kürt kartının Irak ölçeğinde büyük öçlüde hayata geçmiş olduğu açıktır.

Irak’tan Suriye’ye geçildiğinde, Arap Baharının, 2011 yılında Suriye’ye sirayeti ile karşılaşılır. Bu sirayette, “Suriye halkının özgürlüğü” kavuşturulması, baskı altındaki Suriye halkının “Beşar Esad’ın zulmünden kurtarılması” söylemleri kullanılmıştır. Türkiye, Suriye (Kürtler) ile ilgili bu gelişmede de, yine ABD’nin yanında ve en öndedir. Irak’tan tek farkı, “’Suriye Kürtlerini’ Beşar Esad’ın zulmünden kurtarma” söyleminin kullanılmamış olmasıdır. 2011’deki Suriye krizinin bugün geldiği noktaya bakıldığında, söylemde “Suriye Kürtlerine” vurgu yoktur ama, krizin Suriye Kürtlerinin lehine işe yaradığı aşikardır. Çünkü Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye bitişik bölgede, Şam’dan ayrı, Kürt kantonal yönetimleri ortaya çıkmıştır. Dahası, bu suretle, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden gelip Hatay’a “dayanan”, Doğu Akdeniz kıyılarına açılan bir “Kürt koridoru” konuşulmaya başlanmıştır. Bütün bunların arkasında ABD vardır. 2011’de başlayan Suriye krizi üzerinden ABD’nin Kürtlere olan ilgisine bakıldığında, görülmesi gereken ve konu bağlamında önemli bulunan üç husus daha vardır. Birincisi IŞİD’ın Suriye krizi sırasında ortaya çıkmış olması ve ABD’nin IŞİD ile mücadeleye katıldıkları gerekçesiyle Irak ve Suriye Kürtlerini eğitmesi ve donatmasıdır. ABD, IŞİD tehdidini, özellikle Irak’ta Peşmergeye düzenli ordu kimliği kazandırmak için kullanmıştır. İkincisi, IŞİD ile mücadele için, Çekiç Güç’e benzer çok uluslu bir gücün ABD’nin liderliğinde bu kez Irak’ta hayata geçirmesi ve bu gücün eylemlerini münhasıran Suriye’de gerçekleştirmesidir. Üçüncüsü de, Suriye krizinde “sahaya inmeye” fazla istekli gözükmeyen ABD’nin, Irak’ta konuşlu çok uluslu güçle yetinmeyip, ayrılıkçı-bölücü Suriye Kürtlerinin silahlı kanadını teşkil eden YPG terör örgütüne kendisinin Suriye’deki “kara gücü” işlevini yüklemiş olmasıdır. Öyle ki, bu işlev yüklemesi, yetkili Amerikalıların ağzından kamuoyu ile paylaşılmıştır. ABD, YPG terör örgütünün yuvalandığı Suriye’nin kuzeyinde, Fırat’ın doğusunda kalan bölgede, hem kendi askeri varlığını küçük adımlarla personel, silah ve teçhizat olarak sürekli takviye etmekte, hem de YPG terör örgütünü eğitmekte ve ağır silahlar da dâhil bu örgüte ciddi silah ve teçhizat yardımında bulunmaktadır. Yani ABD, Fırat’ın doğusunda, hem kendi askeri varlığını artırmakta, hem de YPG terör örgütünü güçlendirmektedir. Bunun Türkiye için ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için şunları görmek gerekir: (i) ABD, PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmektedir. (ii) ABD, ilk başlarda kabul etmese de, sonradan YPG’nin PKK terör örgütünün Suriye kolu olduğunu resmi ağızlardan ikrar etmiştir. Bu iki husustan, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerin Türkiye’yi ilgilendirdiğinin ABD tarafından kabul edildiği, dolayısıyla Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik olarak Suriye’nin kuzeyinden algıladığı tehdidin ABD tarafından da paylaşıldığı anlamı çıkar.

Bunlar ortada duruyor iken, ABD, PKK terör örgütünün üst düzey üç yöneticisinin, üstelik “başı” için değil, bunlarla ilgili kimlik ya da yer tespitini mümkün kılacak bilgiler için, ödül öngörüyor!… Ne Fırat’ın doğusundaki askeri varlığını geri çekeceğini, ne de YPG terör örgütünü artık desteklemeyeceğini ve verdiği silahı/teçhizatı da geri alacağını açıklıyor!… Bunlarda bir değişiklik yok. Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğünü hedef alan tehdit, arkasında ABD olarak, ortada duruyor. Durum böyle iken, atılım adım, ABD’nin yaklaşımında “esasa müteallik” bir değişiklik olarak görülebilir mi? Elbette ki, hayır. Olsa olsa, bir “taktiksel” değişimden söz edilebilir. Ve bu takdirde de, bu taktiksel değişimin sorgulanması gerekir.

Bu sorgulama bağlamında çeşitli ihtimallerden söz edilebilir. Bir ihtimal, ABD’nin söz konusu adımının Çin ile ilgili olabileceğidir. Çin ile ilişkilendirme de, kendi içinde iki ihtimali çağrıştırıyor. Birincisi, Ankara-Pekin ilişkilerinin ABD’yi rahatsız edici bir mahiyet kazanmış olabileceğidir. Washington, bunu görerek, Ankara’yı etki alanında tutmak için böyle bir adımı atmış olabilir. Ancak gerek eş zamanlı gelişmeler, gerekse iktidarın ABD ile olan ilişkilerinin “batık maliyeti” (buna iktidarın gönlünden ABD’nin bir türlü çıkmaması olarak da denilebilir), bu ihtimali zayıflatmaktadır. İkincisi de, Pekin’in, PKK terör örgütüne (dolayısıyla Kürtlere) “çengel atmış” olabileceğidir. ABD’nin attığı adım, bu çengeli boşa çıkarmaya yönelik olabilir. Eğer öyle ise, ABD, attığı adımla, “bir taşla iki kuş vurmanın” hesabı içine olmuştur. Yani hem belirtilen çengeli boşa çıkarmayı, hem de Ankara’yı ve Türk kamuoyunu lehine etkilemeyi amaçlamış olabilir.

İkinci bir ihtimal, ABD’nin bu adımının, Erbil ile ilgili olabileceğidir. Erbil’in (Barzanilerin) Kürt hareketinin bütünü içindeki konumunu güçlendirme amacı güdülmüş olabilir. Irak’taki son gelişmeler (seçimler/atamalar) ile İran’ın Bağdat ve Kürt hareketi üzerinde avantajlı bir konuma kavuşması, ABD’yi, Erbil’i güçlendirmeye itmiş olabilir. ABD, yıpranmış üç ismin yerine, “taze/zinde”, “güdüme daha elverişli” yeni isimler üzerinden, hem Erbil’i güçlendirmeyi, hem de PKK terör örgütünü daha etkin/işlevsel olarak kullanmayı düşünmüş olabilir. Bu ihtimalde de yine, Ankara’yı ve Türk kamuoyunu ABD lehine etkileme “bonusu” vardır.

Üçüncü ve olabilirliği diğerlerine göre daha güçlü görülen ihtimal de, ABD’nin bu adımının, Ortadoğu’da “yeni gelişmelerin” işareti olabileceğidir. Bu ihtimale bakarken önce bazı hususları hatırlamak gerekir. Mevcut iktidar, 2002’de ABD’nin desteği ile Türkiye’de yönetime gelmiştir. Türkiye’nin “BOP Eş Başkanlığı”, yaşanmış bir “açılım süreci” vardır. Türkiye’nin Suriye krizine müdahil oluş şekli ve bugüne kadar geçen süre içerisinde sergilediği yaklaşım ortadadır. 2002’den bu yana tek başına iktidar olan iktidar partisi, yaşanmış onca şeye rağmen, ABD’yi bir türlü gönlünden çıkarmamış gözükmektedir. Bunlara ilave olarak, bir de, daha güncel olan şu hususlar vardır: (i) Türkiye, geçtiğimiz aylar içinde, dışarıdan kaynaklı, döviz fiyatları üzerinden, “şiddetli” bir “ekonomik savaş” ile karşı karşıya kalmış ve bu “savaş” kısa sürede etkisini kaybetmiştir. Bu olay, “Türkiye’ye gösterilmiş bir sopa” algısına yol açmaktadır ki, akla, sopanın niçin gösterilmiş olabileceği sorusu gelmektedir ve bu önemlidir. (ii) Bu “ekonomik savaş” henüz etkisini kaybetmemiş iken, “Kaşıkçı olayı” yaşanmıştır. Bu olayın konu bağlamında dikkat çekici yanı, Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçiliği ‘ne yapılmış bir başvuru var ve bu başvurunun gereğinin orada yapılması mümkün iken, başvurunun Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki Başkonsolosluğu’na yönlendirilmiş ve söz konusu olayın İstanbul’da yaşanmış olmasıdır. Bu yönlendirme niye yapılmış olabilir sorusu önemlidir.(iii) Yaklaşan bir seçim vardır. Mart 2019’da yerel seçimler yapılacaktır. Ülkenin özellikle ekonomik açıdan içinde bulunduğu durum, bu seçimleri, iktidarın konumunu sürdürüp sürdürmemesi açısından önemli kılmaktadır. İktidarın konumunu sürdürebilmesi için, seçimlere “rahat-elverişli” koşullarda girmeye ihtiyacı vardır. Bu da, son tahlilde, gelip paraya ve dış politikada/ulusal güvenlikte güç gösterisine dayanmaktadır. Bu noktada, önceki seçimlerin çoğu ile ilişkilendirilmiş “kaynağı belirsiz sıcak para” iddiaları akla geliyor. Mart 2019’daki yerel seçimler dikkate alındığında, yeni bir “kaynağı belirsiz sıcak para girişi” olabilir mi ve eğer olur ise, “bu sıcak parayı, kim, niye, ne için vermiş olabilir” soruları önemli olacaktır. (iv) Türkiye, defaatle, en yetkili ağızlardan, Fırat’ın doğusunu teröristlerden temizleyeceğini açıklıyor. Bununla da kalmıyor, Fırat’ın doğusuna top atışları yapıyor. Fırat’ın doğusunda sadece YPG terör örgütü yok, ABD de var. ABD, bu bölgede çok sayıda askeri üslenme noktaları oluşturmuş. Fırat’ın doğusunda bu denli bir ABD askeri varlığı varken, Türkiye nasıl oluyor da bu bölgeye topçu atışı yapabiliyor diye sormak, buna şüphe ile yaklaşmak, bir “oyun” olabileceğini düşünmek icap etmez mi? Türkiye’nin milli ve coğrafi bütünlüğüne yönelik Suriye’nin kuzeyinden algılanan tehdit açıkça ABD ile ilişkilendirilebilir iken, bu açık ve resmi ilişkilendirmeye rağmen bazı TSK Tesislerinde “NATO şapkası” altında “müşterek savunma faaliyetlerine” ABD’nin katılmasına verilen izinlere hiç dokunulmamış iken, Türkiye, ABD’nin askeri varlık bulundurduğu sınırları belli Fırat’ın doğusuna topçu atışı yapıyor!… İktidar, top atışlarıyla, “görünürde” ABD’ye gereken tepkiyi vermektedir. Bu, Türk kamuoyunda ABD karşıtlığını artırmakta ama, iktidarın Türk kamuoyu nezdindeki desteğini güçlendirmektedir. Mart 2019’daki yerel seçimler hatırlandığında, bir oyunun sahnelenmekte olabileceği düşünülemez mi? Yine bu noktada, bir de şöyle düşünemez miyiz? Hem ABD’yi bu denli karşısına almış, hem de MHP ile “Cumhur İttifakı”nı sürdüren bir iktidarın, gerçekte ABD ile örtülü bir işbirliği içinde olabileceği çok zayıf bir ihtimal olarak görülmez mi?

Sonuç olarak; yukarıdaki paragrafta üçüncü ihtimal ile ilgili belirtilen hususlar ışığında, ABD’nin PKK terör örgütünün üst düzey üç yöneticisi için attığı adımın, yaklaşan yerel seçimler için iktidara güç vermek, iktidarı etkisine açmak, Türkiye’yi bölgede yanına çekmek amaçlı olabileceği daha kabul edilebilir bulunmaktadır. ABD, bölgede İran’ı eylemli olarak karşısına alma hazırlığı içinde olabilir. Bu, oldukça zayıf bir ihtimal olsa da, dışlanamamaktadır. Ancak ABD’nin Suudi Arabistan’ı hedef alma ihtimali, İran ihtimaline göre, daha güçlü bulunmaktadır. Daha önceki yazılarımda da ifade ettiğim üzere, ABD, tıpkı Suriye krizinde olduğu gibi, yine Türkiye’yi yanına alarak ve öne sürerek, bu kez Suudi Arabistan’ı hedef alma peşinde olabilir. Kaşıkçı olayı da dâhil, bu ihtimale işaret eden birçok gelişme vardır. Onun içindir ki, ABD’nin PKK terör örgütünün üst düzey üç yöneticisi hakkında attığı adımın, iktidarı (Ankara’yı), ABD ile ilgili (ABD lehine ya da ABD yanında) muhtemel tasarruflarında rahatlatmak amacını güdebileceği düşünülmektedir. ABD, Türk kamuoyundaki ABD karşıtlığını aşağıya çekmek, iktidarın (Ankara’nın) ABD ile ilgili tasarruflarının Türk kamuoyundan destek bulmasını (yani ABD’nin Türk kamuoyundan destek almasını) sağlamak için, söz konusu adımı atmış olabilir. Bu yazının kaleme alındığı an itibarıyla, ABD’nin söz konusu adımına ilişkin genel kanaatim, bu yöndedir. Niçin bu yönde olduğunu, açık kaynaklardan takip edebildiğim gelişmeler, birikimin ve sezgilerim ışığında, yukarıda ayrıntılı olarak gerekçelendirdim. Hiç şüphesiz, ABD’nin bu adımı konusunda tam tersi bir yönde kanaate sahip olanlar da olacaktır.

Belirttiğim kanaatten, Mart 2019’daki yerel seçimlerden iktidarın güçlenmiş olarak çıkabileceği varsayımına ulaşılabileceğini de belirtmeliyim.

Belirttiğim kanaatime bağlı olarak işaret etmekte yarar gördüğüm bir diğer husus da, ABD’nin PKK terör örgütünün üst düzey üç yöneticisi için aldığı kararın, Washington’un Türkiye’ye ilişkin yaklaşımında esaslı bir değişikliğin işareti olarak görülemeyeceği; bunun, benim için, kabul edilemez bir niteleme olacağıdır. Ankara’nın ABD’nin muhtemel görülen Suudi Arabistan’a müdahalesine katılması bile, Washington’un Türkiye’ye ilişkin yaklaşımında bir değişikliğe yol açmayacaktır. Çünkü hem Kürtlerin “Büyük Kürdistan” emeli, hem de ABD’nin “Kürt kartı” için bu emele verdiği destek gözler önündedir.

Belirtilen bütün hususlar ışığında, ABD’nin attığı adımın, Washington mahreçli olarak sahneye konulmuş bir “oyunun” gereklerinden ve/veya aşamalarından biri olduğu algısı edinilmektedir. Eğer öyle ise, Suriye krizinden sonra, bunun Türkiye için, bedeli çok “ağır” olabilecek bir oyun olacağı değerlendirilmektedir.

Türkiye’nin geleceği, milli ve coğrafi bütünlüğün korunması, diğer her türlü mülahazanın önünde ve üstünde olmak zorundadır.

osmetoz/ascmer, www.ascmer.org, 07.11.2018.


TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMİN SONUÇLARI: GÖRÜŞLERİM VE DEĞERLENDİRMELERİM

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk I. İki gün önce (28 Mayıs’ta) yapılan, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda, kullanılan ve geçerli sayılan oyların % 52.18’ni Sayın Erdoğan, % 47.82’sini de Sayın Kılıçdaroğlu aldı ve bu sonuçla Sayın Erdoğan üçüncü kez katıldığı cumhurbaşkanı seçiminden önde çıkarak bu koltuğa oturdu. Bu seçime katılma oranı, % 84 oldu. Cumhurbaşkanı seçiminin

DIŞARISI GÖZÜYLE TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE BİR BAKIŞ

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk 14 Mayıs’taki seçimler yaklaşıyor… Seçim sürecinde daha önce medyada çok rastlamadığım, seçimlere dış politika gözlüğü ile bakan bazı yorumları ve değerlendirmeleri görmeye başladım. Bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü iç ve dış politika arasındaki karşılıklı ve bağımlı ilişki nedeniyle, seçimlere ilişkin öngörüleri sadece iç dinamiklere dayandırmak eksik bir yaklaşım

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİNE YABANCI VE YERLİ SERMAYE AÇISINDAN BİR BAKIŞ

  Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Yabancı sermayenin önemli bir kısmının ülkeyi terk ettiği, yerli sermayenin de çeşitli yollarla yurt dışına kaçmaya çalıştığı yazılıyor, konuşuluyor. Yeni bir şey değil, bunu biliyoruz. Peki, yabancı ve yerli sermayedeki bu kaçış niye? Bu kaçışın arkasındaki en temel etkenlerden biri, hiç şüphesiz, AKP/Sayın Erdoğan iktidarında ülkede hukuka olan bağlılığın/saygının

TÜRKİYE’DEKİ 14 MAYIS SEÇİMLERİ: RUSYA KENDİ ELİYLE KENDİ AYAĞINI BAĞLAR MI?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Birçok kez yazdım… Önümüzdeki seçimler, dış politikadan (uluslararası ilişkilerden) soyutlanarak görülemez, görülmemelidir. Bu siyasetin doğasına aykırı olur. Bu seçim çok önemli. İnsanımız bir yol ayrımında; ya karanlığın zifiri karanlığa dönüşmesine evet diyecek ya da karanlıktan kurtulup aydınlık güzel günlere doğru yol almaya başlamak için evet diyecek… Bu seçimleri ben böyle

ABD’YE AİT İNSANSIZ HAVA ARACININ KARADENİZ’DE DÜŞMESİ ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde, Karadeniz’de uluslararası hava sahasında ABD’ye ait bir insansız hava aracı (İHA) düşmüş; ABD İHA’nın Rusya tarafından vurulduğunu iddia etmiş, Rusya ise İHA’nın “ani manevra” sonucu düştüğünü savunmuştu. Ve konu, daha sonra, Karadeniz’e düşen İHA’nın çıkarılmasına gelmişti. İlk başta, bunun nedeni, düşen ABD İHA’sının içerdiği teknoloji ile

E-mail: bilgi@ascmer.org

Tel: +90 532 414 48 98

Dükkan
© 2014 Tüm Hakları Saklıdır. Sitedeki yazılar ve analizler kaynak gösterilmeden kullanılamaz.